‘49’lar’, ‘55’ler’, ‘23’ler’…
Celal Temel, ‘49’lar’, ‘55’ler’, ‘23’ler’ Bunların Başka Adı Yok mu? başlıklı bir yazı kaleme aldı. (bk. nerinaazad, 9 Eylül 2023)
Bu konuda şunlar söylenebilir: 14 Temmuz 1958’de Irak’ta, albay Abdülkerim Kasım ve arkadaşları askeri darbe gerçekleştirdi. Kral II. Faysal’ın yönetimine son verildi. Irak’ta Cumhuriyet ilan edildi. Darbeden bir ay kadar sonra geçici anayasa ilan edildi. Bu anayasada ‘Irak halkı Araplardan ve Kürdlerden oluşur’ şeklinde bir madde vardı. Bu karar üzerine 11 yıldır Sovyetler Birliği’nde sürgün yaşayan Mele Mustafa Barzani ve 500’ü aşkın peşmerge Irak’a döndü. Örneğin, Mele Mustafa Barzani’nin Irak’a dönüşü 7 Ekim 1958’de gerçekleşmiştir. Kürdistan Demokrat Partisi legalleşti, hükümette yer aldı. Bütün bunlar Kürdler arasında çok büyük sevinç, coşku yarattı. Bu süreç sadece Başur’da etkili olmadı, Bakur’da, Rojhilat’da, Rojava’da da etkisini gösterdi.
Kürdlerdeki bu sevinç, bu coşku, Kuzey’de, Türk yönetiminde büyük endişelere yol açtı. Bu sevincin, coşkunun Kuzey’de, Kürdleri etkilememesi için, Kürdlere ağır bir gözdağı verme anlayışı ortaya çıktı. 17 Aralık 1959’da Ankara ve İstanbul’da 50 Kürd’ün gözaltına alınıp İstanbul’da Harbiye Zindanları’na kapatılması bu konuyla yani Kürdlere ağır bir gözdağı verme operasyonu ile ilgilidir. Gözaltına alınanlar daha çok, üniversite öğrencileriydi. Aralarında serbest meslek sahipleri de vardı. Bu öğrencilerden Mardin’li Emin Batu’nun, zindanda soğukla başedememesi ve kaldığı tek kişilik hücrede arkadaşlarından yardım alamaması sonucu vefat ettiğini görüyoruz. 49 kişi kaldılar.
‘49’lar davası’ yerine şöyle denebilir: ‘Mele Mustafa Barzani’nin Sürgünden Irak’a dönüşü ve Kuzey’de Kürdlere Baskı 1959’
1962-1963 yıllarında Dr. Sait Kırmızıtoprak ile Musa Anter arasında, ‘Doğu Sorunu’ konusunda tartışmalar yaşanırdı. Dr. Sait Kırmızıtoprak Yön Dergisi’nde, Musa Anter, Barış Dünyası Dergisi’nde yazardı. Bu konuda üçer-dörder yazı yazdılar sanıyorum. Her ikisi de, yukarıda sözü edilen ‘Mele Mustafa Barzani’nin Sürgünden Irak’a dönüşü ve Kuzey’de Kürdlere Baskı 1959’ dava dosyasında yargılananlar arasındaydı.
Bu davada, bugün hayatta olan çok az kişi kaldı. Bu arkadaşlardan biri Dr. Naci Kutlay’dır.
* * *
Türkiye’de Kürdler milli haklarını gündeme getirdikleri zaman, Türk yönetimi, Türk siyasal partileri, Türk sivil toplum kurumları tarafından bir slogan tekrar edilmeye başlandığı görülür. ‘Türkiye’de ayrım-gayrım yoktur. Türkiye’de et-tırnak gibi bir bütünüz. Kederde de kıvançta da beraberiz…’ Bu sloganın ne kadar içi boş olduğu yukarıda kısaca anlatılan olayda açıkça görülmektedir. Kürdistan’ın Güneyi’nde Kürdlerin önemli bir kazanımı, Kuzey’de Türk yönetiminde, Türk siyasal hayatında önemli endişeler yaratıyor.
* * *
Türkiye’de, 27 Mayıs 1960 askeri darbe gerçekleşti. Demokrat Parti yönetimine son verildi. Askerler devlet ve hükümet yönetimine ol koydu. Bu askeri darbenin önemli bir nedeni kanımca Kürd sorunuydu. Mele Mustafa Barzani’nin sürgünden Irak’a dönmesi, Kürdistan Demokrat Partisi’in legalleşmesi, Kürdlerin Bağdat’da hükümetle yer almaları Kürdler arasında çok büyük bir sevinç ve coşku yaratmıştı. Darbeden sonra oluşan Milli Birlik Komitesi, Güney’de Kürdleri arasında yaşanan bu sevincin, coşkunun, Kuzey’deki Kürdleri etkilememesi için tedbirler alma yoluna gitti. Askeri darbenin sabahında, 485 Kürdün toplanıp Sivas’da bir askeri kampa kapatılması bu çerçevede değerlendirilebilir. 485 kişi arasında aşiret reisleri, şeyhler, toprak ağaları, serbest meslek sahipleri de vardı. 6 ay kadar sonra bu 485 Kürd’den 55’i Türkiye’nin Batı illerine sürgün edildiler.[*]
Bu bakımdan, ‘55’ ler Davası’ yerine ‘Mele Mustafa Barzani’nin Sürgünden Irak’a dönüşü ve Kuzey’de Kürd Sürgünleri 1960’ başlığı kullanılabilir.
* * *
Mele Mustafa Barzani’nin sürgünden Irak’a dönüşü Kürdler arasında toparlanmalar başlatmıştı. Kürd aydınları, İleri Yurt, Dicle-Fırat, Roja Newe, Deng gibi yayın organları etrafında bir araya gelmeye başladılar. Ulusal uyanma sürüyordu. 27 Haziran 1963’de, 23 Kürd aydınının toplanıp gözaltına alınması, daha sonra tutuklanmaları bu ulusal kıpırdamayı, ulusal uyanışı durdurmak içindir. Bu 23 kişi arasında Yaşar kaya, Medet Serhat, Musa Anter’de vardı.
Bunun için, ‘23’ler Davası’ yerine, ‘Ulusal Uyanmayı Engelleme Çabaları, 1963’ denebilir.
Bu üç gelişme dikkate alındığında, ‘et-tırnak gibi bir bütünüz, kaynaşmışız’, ‘kederde de kıvançta da her şeyi ortak yaşıyoruz’ sloganının, ne kadar iğreti durduğu açıkça görülüyor.
Türk Siyasal Sistemi Hakkında
Burada Türk siyasal sistemine ilişkin kısa bir değerlendirme yapma gereğini duymaktayım. Türk siyasal sitemi, Kürdlere karşı, Güney Afrika’daki Apartheid sisteminden daha barbar bir içeriğe sahiptir. Güney Afrika’da, Nelson Mandela yönetiminden önce beyazlar, yerlilere şunu söylüyorlardı: “Senin rengin kara. Sen beyazların içine karışma. Senin yaşadığın yerler, ayrı olsun. Mahalleleriniz, okullarınız, hastaneleriniz, parklarınız, işyerleriniz, otelleriniz, otobüsleriniz, plajlarınız vs. ayrı olsun. Siz kara renkliler hiçbir zaman beyazların içine girmeyiniz.” Beyaz yönetim, bu anlayış doğrultusunda dikenli tellerle çevrili, Bantustan denen çok geniş alanlar yapıyordu. Yerliler bu alanlarda yaşıyorlardı. Ama yerliler bu alanlarda kendilerini yaşıyordu. Yerlilerin bu alanlarda kendilerini yaşamalarına yani iç işlerine beyaz yönetim dokunmuyordu, dokunamıyordu. Buna ırkçı yönetim deniyordu. Böyle bir yönetim anlayışı 1950’lerde ve sonrasında ABD’de de vardı. ABD’nin özellikle güney eyaletlerinde, Forida, Georgia, Alabama, Luisiana, Texsac, New Mexsiko, Arizona, Kalifornia gibi eyaletlerde, Afrika kökenli siyahiler, beyazların bindikleri otobüslere, trenlere binemezlerdi. Zenciler çocuklarını beyazların çocuklarını gönderdikleri okullara gönderemezlerdi. Beyazların girip çıktıkları otellere Afrika kökenliler giremezlerdi. 2008’de Barack Obama’nın Başkan seçilmesi, ABD’deki bu ırkçı yönetimin son bulduğu anlamına gelmektedir.
* * *
Türkiye’de Kürdlere şu söyleniyor. Birlikte yaşayacağız. Her zaman beraber olacağız. Ama kendi öz kimliğini unutacaksın, Türk gibi yaşayacağız, Türkçe konuşarak yaşayacağız. Tek yol budur. Buna rağmen, hala dilim-kültürüm diye konuşursan dışlanmadan, imhadan kurtulamazsın.
Kişi olarak bu sistemin Güney Afrika’daki Apartheid’den daha barbar, daha ırkçı olduğu kanısındayım. “Türkiye’de herkes her göreve, her makama gelebilir, öğretmen olur, kaymakam olur, hatta Cumhurbaşkanı bile olur” kandırmacası, bu barbarlığı gizlemektedir. Türkiye’de herkes, herşey olabilir, her göreve, her makama gelebilir ama Kürd olmaz. Kürd olma çabası gösterirse dışlanmadan, imha olmaktan kurtulamaz. Öz kimliğini reddettikten, Türkleştikten sonra zaten ortada Kürd diye bir kategori kalmıyor.
Hatırlayalım. 27 Mayıs’dan sonra dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel Milli Birlik Komitesi Başkanı, Devlet ve Hükümet Başkanı olmuştu. Bir Diyarbakır ziyaretinde, halka, Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğunu, Kürdçe diye bir dilin olmadığını söylemişti. “Size Kürd diyenin yüzüne tükürün” demişti. Bu, şüphesiz, Kürdlere karşı çok ağır bir hakaretti. Kürdlerin İran, Irak, Suriye, gibi ülkelerde, Kafkasya’da da yaşadığı düşünülürse, bunun, Kürdlere ne kadar büyük bir hakaret olduğu besbellidir. Burada Kürdlükten küçük bir kırıntı var mıdır? Güney Afrika’daki Apartheid rejimi de, ABD’deki ırkçı uygulamalar da son buldu. Ama, Türkiye’de Kürdlere karşı ağır baskılar, “Türkiye’de yaşayan herkes her göreve gelir, ayrım-gayrım yoktur, keder de de kıvançta da biriz” ırkçılığı aynen sürüp gidiyor. Bu konuda, sol enternasyonalizm ile ümmetçi enternasyonalizm arasında cİddi bir fark yoktur. Bu konuda 2000’lerde, AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) döneminde Avrupa Birliği ile Uyum Yasaları çerçevesinde bazı küçük, olumlu gelişmeler oldu.
Hatırlayalım, 1960’larda Cemal Ağa olarak anılan Cemal Gürsel’in Hınıs’lı olduğu Kürd olduğu da söylenirdi.
Türkiyelileşme
“Kederde, kıvançta ortaklık” konusunda bir konunun daha değerlendirilmesi gerekir kanısındayım. 3 Eylül 2023 günü, Türk Kadın Milli Voleybol Takımı Sırp Milli Takımı’nı 3/2 mağlup ederek Avrupa şampiyonu oldu. Bunun üzerine Yeşil Sol Parti’den bazı Kürd milletvekilleri Türk kadınlarının bu başarısını mübalağalı bir şekilde övdü. Kürd aydınlarının bazıları da bu övgülerinden dolayı bu Kürd milletvekillerini eleştirdi.
Bu süreci Türkiyelileşme kavramıyla değerlendirmek gerekir kanısındayım. Türkiyelileşme, Kürd değerlerinden uzaklaşma, Türk değerleriyle bütünleşme anlamına gelmektedir. Türkleşme anlamına gelir. Bu süreci beyazlaşma çabası olarak değerlendirmek mümkündür. Türk değerleriyle daha çok bütünleşerek, daha çok beyazlaşmak… 1930’larda ve sonrasında, devletin baskıyla, zulümle Kürdleri, Kürdçeyi aşağılayarak gerçekleştirmeye çalıştığı Türkleştirmeyi, asimilasyonu gönüllü olarak gerçekleştirmek demektir. Ama beyazlaşmada şöyle bir durum da vardır. İstediğiniz kadar beyazlaşmaya çalışın, gerçek beyazlar, sizi hiçbir zaman beyaz olarak kabul etmeyecektir. Frantz Fanon’un, (1925-1961) Siyah Deri Beyaz Maske kitabını hatırlayalım. Buna küçüklük duygusunun dışa vurumu da denebilir.
Kürdlerin herhangi bir parçada kazandıkları başarının, bu Kürd milletvekillerini harekete geçirmemesi mümkündür. Hatta, bu milletvekillerinin Kürdlerin bu başarılarını, “ilkel mililyetçilik” şeklinde küçümsemeleri de mümkündür.
Hatırlayalım, “Türkiye’de herkes, her göreve gelebilir, milletvekili de olabilir” prensibinden milletvekili olmuş bazı kişiler TBMM’e gelirdi. Örneğin, Kıbrıs’ta herhangi bir Türk Rumların baskısına uğrarsa en çok bunların sesi çıkardı. En çok bunlar Rum yönetimini protesto ederdi. Ama Kürdler herhangi bir felakete uğradıkları zaman, Halepçe gibi soykırımlar da dahil, bunların hiç sesi çıkmazdı. Ayrıca Kürdlerin herhangi bir başarısına da ortak olmazlardı. Bundan özenle kaçınırlardı.
_____________
[*] Toprak ağası denen kişilerden ikisini yakından tanımıştım. 1969-1970 yıllarında, yaz aylarında, Ömer Polat’la, Ağrı Tutak’daki Sincan köylerine gittik. Sincan Ömer Polatgil’in köyüydü. Zilan Deresine yakın bir köydü. Zilan Deresi’ne kadar gitmiştik, ama arazinin çok engebeli olmasından dolayı derenin iç kesimlerinde dolaşamamıştık.
Ömer Polat o sırada Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciydi. Ben de aynı fakültede asistandım. Mecit Yalçın’la bu ziyaretle tanıştım. Tutak’da yaşıyordu. Toprak sahibi falan değildi. Çevrede itibarı olan bir kişiydi. İntelligentsia denebilir. Tutak’da dava vekilliği yapıyordu. Sivas Kampı’yla ve sürgün edilen Kürdlerle ilgili sohbetimiz olmuştu.
Toprak ağası denilerek sürgün edilen ikinci kişi yine Ağrı’dan Kazım Yıldırım’dı. Kazım Yıldırım’ı biraz etraflı bir şekilde anlatmam gerekiyor: 1962’de Haziran döneminde Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldum. 4 yıl İçişleri Bakanlı bursuyla okumuştum. O dönemde, örneğin 1950’lerde Siyasal Bilgiler Fakültesi kendi yaptığı sınavla öğrenci alır, sınavı kazanan ilk kırk öğrenciye de burs verilirdi. 20 İçişleri Bakanlığı bursu, 20 maliye Bakanlığı bursu. 6 yıl mecburi hizmet vardı.
Burslu okuduğum için İçişleri Bakanlığı, beni hemen Çorum’a Maiyet Memuru (Kaymakamlık stajı) olarak tayin etti. Temmuz’da göreve başladım. Temmuz ayı sonlarında vali birkaç gün Çorum dışına çıkmıştı. Özel idarede çalışan arkadaşlar, stajiyer olduğun için, benim Valilik makamında oturmam gerektiğini söylediler. Bir gün orta yaşlı bir kişi elinde bir dilekçeyle içeri girdi. Çorum’da mecburi ikamete tabii tutulduğunu, Ağrı’lı olduğunu, bir yakınının vefat ettiğini, taziye ziyareti için izin istediğini söylemişti. Dilekçesini il emniyet müdürlüğüne havale etmiştim. Daha sonra il emniyet müdürlüğüne gidip bu kişiye izin verilmesinde bir sakınca yoktur, şeklinde konuşmuştum. Daha sonraki hayatımda bu kişinin Kazım Yıldırım olduğunu fark edecektim.
1964 yılı sonlarında Atatürk Üniversitesi’nde göreve başladığımda, mecburi hizmet Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmişti. O zaman Atatürk Üniversitesi Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıydı.
Kazım Yıldırım’la 1967-1968 yıllarında, Doğu Mitingleri döneminde, Ağrı’da, tekrar karşılaştım. O zaman Türkiye İşçi Partisi Ağrı İl Başkanı’ydı. Birbirimize Çorum’ da 1962’de yaşadığımız olayı da hatırlatmıştık. Kazım Yıldırım TİP’in Ankara’da düzenlenen kongrelerine de Ağrı delegesi olarak katılırdı.
O dönemde, Ağrı ve çevresine, Kars, Muş, Bingöl, Tortum, Oltu, Şenkaya gibi alanlara arkadaşlarla beraber sık sık gidip gelirdim. Kazım Yıldırım’la arkadaşlığımız da ilerledi. Bir gün beni Ağrı’daki köyüne götürdü.
Ağrı’dan Patnos’a doğru giden yol Murad Nehri’ne paralel olarak ilerliyor. Hamur’u geçtik. Tutak’a varmadan yolda, arabadan indik. Kazım Yıldırım karşıdaki köye gideceğimizi, burada köprü olmadığını Murad’ı yüzerek geçmemiz gerektiğini söyledi. Sonbahar’dı, Murad’ın suyu azalmıştı ama yine de benim için derindi. Yüzme bilmediğimi, yüzerek geçemeyeceğimi söyledim. Kazım Yıldırım ayakkabısını çıkarıp, beni sırtına alarak geçirmişti. Yanımda çok küçük, hafif bir poşet vardı.
Köyde 3-4 ev vardı. Evlerin etrafında birkaç koyun, eşek, katır otluyordu. Köyde ağaç vs. yoktu. Su Murad Nehri’nden alınıyordu.
Toprak damlı, tek katlı, iki odalı bir eve girdik. Kazım Yıldırım toprak ağası falan değildi. Hatta yoksul bir kişiydi. Sivas Kampı’nda, 1960’da gördüğü işkenceleri anlattı. Dişlerinin çekildiğini, boğazına kadar bok kuyusunda tutulduğunu anlattı. Buna neden olarak da şöyle konuşmuştu: Yıllar önce Irak’a kaçak olarak koyun sürüsü götürmüştüm. Zaho’da bir parkda otururken fotoğrafım çekilmiş. Bu olayla ilgili olarak sorgulama yapıyorlardı. Kiminle görüştün, neler konuştunuz, kim seni gönderdi vs. sorgusu… Bunları anlatırken ister istemez, Adana’da, Balıkesir’de, Eskişehir’de, Aydın’da, Manisa’da bulunan gerçek toprak ağaları aklıma gelmişti. Bu kesime bu tür işkenceler yapılması elbette söz konusu olmazdı.
1960’ların başlarında Yön Dergisi’nde Sivas Kampı’ya ilgili olarak sürgünlerden, Kinyas Kartal’ın ve Faik Bucak’ın açıklamaları yayımlanırdı. Kazım Yıldırım’ın da açıklamaları olmuş. Oturduğumuz odanın tabanı topraktı. Üzerine çul serilmişti. Kazım Yıldırım, çulu bir ucunu kaldırdı. Yön Dergisi’nin ilgili sayılarını, çıkardı, haberleri bana da gösterdi.
Kazım Yıldırım ulusların kendi geleceklerinin belirleme hakkı konusuyla da yakından ilgiliydi. Kürdler hakkında bilgisi de vardı. Bu konuyu konuşurken de çulun öbür köşesini kaldırıp Stalin’in Marksizm ve Milli Mesele kitabını çıkarmıştı. “Bu kitabı birkaç defa okudum” demişti.