Bediüzzaman’ın Hançeri
26 Kasım 2021’de, İstanbul’da, İBV’de, Fırat Aydınkaya’nın konferansı vardı. Moderatör Melahat Göktaş’dı. Fırat Aydınkaya konferanstan sonra, izleyenler için Bediüzzaman’ın Hançeri, kitabını imzaladı.
Fırat Aydınkaya, Bediüzzaman’ın Hançeri (Avesta Yayınları, 2020, İstanbul, 342 s.
Bu kitaptan, bu konferans sırasında haberdar oldum. Daha önce haberdar olamamam benim kusurumdur. Konferansı, konferanstan sonraki soru cevap bölümünü ilgiyle, dikkatle izlemeye çalıştım.
Daha sonra Bediüzzaman’ın Hançeri kitabını dikkatli bir şekilde okudum.
Bu yazıda, bu kitabı odak noktasına koyarak, Bediüzzaman Saidê Kurdî ve İslam hakkında bazı değerlendirmeler yapmaya çalışacağım.
Şiddet Üzerine
Kitapta, Fırat Aydınkaya’nın önsözü var. Önsöz, (s.13-39) arasında. Kanımca, bu bölüm çok değerli, çok önemli. Yazar, burada, şiddet hakkında teorik bilgiler açıklıyor. Bunu yaparken, Walter Benjamin’in Şiddetin Eleştirisi Üzerine (Metis Yayınları 2014 İstanbul) ve George Sorel’in Şiddet Üzerine Düşünceler (Epos Yayınları 2014, Ankara) kitaplarını irdelemeye çalışıyor.
Fırat Aydınkaya, şiddet üzerine bu analizleri yaparken, Hannah Arendt’in, Şiddet Üzerine (İletişim Yayınları, 2013 İstanbul), Devrim Üzerine, (İletişim Yayınları 2012 İstanbul), Etienne Balibar’ın Şiddet ve Medenilik (İletişim Yayınları 2014 İstanbul), John Keane’nin Şiddetin Uzun Yüzyılı (Dost Yayınları, 1998, İstanbul), Rene Girard’ın Şiddet ve Kutsal (Şiddet ve Kutsal) (Alfa Yayınları, 2003 İstanbul), Slovaj Zizek’in Şiddet (Encore Yayınçılık, 2018, İstanbul), Frantz Fanon’un, Yerzüzünün Lanetlileri (Sosyalist Yayınlar, 1994 İstanbul), Siyah Deri Beyaz Maske (Sosyalist Yayınlar, 1996), Şerif Mardin’in Bediüzzaman Saidê Nursî Olayı (İletişim Yayınları 2005, İstanbul) kitaplarına da değiniyor.
Etienne Balibar, şiddetin karşısına ‘medenilik’ kavramını koyuyor. Gellner, sivil toplum kurumlarını koyuyor. Hannah Arendt ise, politikayı koyuyor. (s, 46)
* * *
Hukukdaki Gizli Şiddet
Sedat Ulugana: Zilan Katliamı, Kürt Jenosidinin Doksanbirinci Yılı
Hüsnü Özbey: Dersim’de Dört Tarz-ı Siyaset
Yaygın bir görüş var: Şiddetin başladığı yerde hukuk biter, siyaset biter. Bu görüşün tersi de doğrudur. Hatta bu görüşün tersi, hukukun amacına, yerine ve zamanına daha doğrudur. Şu olaya bakalım:
“… Kürdistan’daki direniş eylemlerini bastıran devlet güçleri, Kürtler arasındaki dinsel ve lehçe farkı ayrımını yapmadan, Kürtleri bir bütün görmüş ve aynı şiddeti uygulayarak yerleşim yerlerini yıkarak, yakarak yerle yeksan etmiş, insanları, kadın-erkek, yaşlı-çocuk olmasına bakmaksızın, süngülerle delik deşik etmiştir. İşte iki örnek Ağrı/Zilan ile Dersim, coğrafyalar farklı, şiddet aynı:
“Anne karnına süngü: Zilan katliamının komutası Albay Derviş’teydi. Sağ kurtulan Kürt çocuklarının öldürülmesini özellikle istiyordu. Keza Kürt çocuklarının büyüyüp öç alacaklarını devamlı söylüyordu. Hamile Kürt kadınlarının çocuklarının cinsiyetlerini merak edip duruyordu. Hamile kadınların karınlarını deşebilecek askerlere 40 gün istirahat izni vermeyi vaat ediyordu. Erciş’in Ziyareta Baso köyünden Hüseyin Yıldız, katliam döneminde 7. Kolordu’nun bünyesinde Diyarbakır’da asker olduğunu söylüyordu. 7. Kolordu, başkaldırıyı bastırmakla görevli 9. Kolordu’ya takviye birlikler gönderir. Bu birliklerin içinde Hüseyin Yıldız da vardır. Hüseyin Yıldız yerli er olduğu için Derviş Bey alayına verilir. Çakırbeg (Çakırbey) köyünde şahit olduğu insanlık dışı bir öldürme olayını hayatı boyunca unutmadı:
“Derviş Bey: ‘içinizde bu kadının karnını deşip ‘piç’ini çıkaracak gönüllü biri çıksın!’ diye bağırdı. Birkaç kez seslendi, askerlerden bir ses çıkmadı. Bunun üzerine, bu işi gerçekleştirecek kişiye kırk gün mükâfat izni var dedi. Bir asker gönüllü olarak çıktı, iki kolundan kıskıvrak tutulmuş zavallı kadının karnını süngüyle yardı. Kadıncağız hemen öldü. Çocuk yaşıyordu. Derviş Bey: ‘Bakın bakalım ‘piç’, erkek mi kız mı?’ diye sordu. Asker: ‘Erkek!’ diye cevapladı. Derviş Bey: ‘O piçin erkek olduğunu tahmin etmiştim’ dedi. Asker çocuğu da süngüleyip öldürdü. (Sedat Ulugana, Zilan Katliamı’: Kürt Jenosidinin Doksan Birinci Yılı)”
İkinci anlatım şöyle: “… Musa Anter askerken, bir teğmenin Dersim katliamı hakkındaki anılarını şöyle aktarır: ‘bir gün, kampta, ağaçların altında dinleniyorduk ki kumandanımız teğmen Secaettin bize büyük bir zevkle Dersim anılarını anlatmaya başladı. Ben onlardan sadece ikisini aktaracağım size: ‘Dersim’de Kürtlere temizlik operasyonuna başladık. Bir mağarada saklanan bir aile buldum, bir anne, baba, dede ve beşle altı yaş civarı oğulları. Anneyi, babayı ve dedeyi süngüyle öldürdük, çünkü Dersimli büyüklerin bize hiç bilgi vermeyeceklerini biliyorduk. Belki bilgi alırız diye çocuğu öldürmedik, çocuğu alıp uzağa götürmüştük, ailesine olanları görmesin diye. Ona samimiyet göstermeye başladık, yiyecek ve şekerleme verdik ama reddetti; sonunda tepemizden bir savaş uçağı geçerken oğlan bir sopa kaptı ve uçağa ateş açıyormuş gibi yaptı. Bu beni o kadar sinirlendirdi ki askerlere ‘temizleyin bu piçi!’ diye bağırdım. Oğlanı süngülediler ve vücudunu da kayalardan aşağı attılar.
Teğmen’in bize anlattığı ikinci hikâye de şu: Geniş bir arazide operasyona çıkmıştık. Mağaralardan ve kaya ve deliklerin arkalarından binlerce Kürt topladık. Komutanımız bize, mermi harcamamamızı söylediği için hepsini Munzur çayı köprüsüne doğru sürdük. Su orada çok derindir ve hızlı akar. Kürtlerden bazıları hemen akarsuya atladılar, ama diğerleri reddediyorlardı; onları sürükleyip suya atmak zorunda kaldık. Aniden fark ettik ki birçoğu canlarını kurtarmak için bir insan zinciri oluşturmaya çalışıyordu; bu demekti ki köprünün deliklerinden geçemeyeceklerdi. Askerlere ağaçtan sırık kesmelerini ve birbirlerini bırakana kadar Kürtlere vurmalarını emrettim. Sonra hepsini dibe bastırıp boğduk. Nehrin iki yanına ve köprüye askerler yerleştirmiştim, yüzüp de kurtulmaya çalışan Kürt olursa vurup öldürsünler diye aynı komutan, subayların Dersim’de on iki-on üç yaşlarındaki bir kızın ırzına geçip öldürdüklerini de hiç utanmadan, hiç sıkılmadan anlatmıştı bize" (Anter, 1990; 46-) Bu anlatımlar için bk. Hüsnü Gürbey, Dersim’de Dört Tarz-ı Siyaset, Kürd Araştırmaları, 15 Ekim 2021)
* * *
Bu örneklerde, şiddetin yoğunlaştığı hatta tepe noktasına çıktığı söylenebilir. Ama, burada şiddet derken kastedilen bu değildir. Anlatılmaya, vurgulanmaya çalışılan şiddet hukukun içindeki gizli şiddettir. Hukukun bu şiddete yol vermesidir, hatta şiddeti teşvik etmesidir.
Şark Islahat Planını hatırlayalım. Kürdlerin kati surette Türklüğe asimile edilmeleri gerektiği, asimile edilecekleri vurgulanıyor. Sopa-havuç yoluyla, ikna-şiddet yoluyla, bu asimilasyon gerçekleştirilmelidir, deniyor. Her türlü yol-yöntem kullanılarak Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu sağlanmalıdır, deniyor. Yoğun çabalara rağmen asimile olmayanlar imha edilmelidir, görüşü vurgulanıyor. Burada her türlü yol yöntem kullanılarak ifadesi dikkat çekicidir.
Hukuk budur, yasa budur. Hatta, daha sonraki bütün yasalara temel olan yasa budur. Bu bakımdan Mehmet Bayrak hoca, Şark İslahat Planı’na Kürdistan’ın Anayasası, demektedir. Şiddetin hukukun, yasanın içinde gizli olduğunu vurguluyoruz. Burada ifade edildiği şekliyle pek de gizli görünmüyor.
Faili meçhul denen, ama faillerinin tastamam bilindiği olayları hatırlayalım. Hiçbirisiyle ilgili davalar açılmaması, dosyaların zaman aşımıyla kapatılması bununla ilgilidir.
Burada şu konunun da vurgulanması gerekir: Kürdlere yapılanlar, edilenler bu kadar açıkken, Kemalistler, Türkiye’de ve dünyada nasıl propaganda yapıyorlar: ‘dünyada ilk ulusal kurtuluş mücadelesini biz verdik. Emperyalizme karşı savaşıp ulusal bağımsızlığı gerçekleştirdik… Dünyadaki bütün mazlum uluslara örnek olduk…’ Kürdler konusu gündeme getirildiğinde böyle bir propaganda yapılabilir mi? Propaganda nedir? Propaganda bir noktada yanlışı doğru olarak gösterme sanatıdır. Bugün dünyada Kürdlerden daha mazlum bir ulus var mı? 50 milyondan fazla bir nüfusa sahip olmasına rağmen, Birleşmiş Milletler gibi, 57 Müslüman devletin üyesi olduğu İslam Konferansı gibi uluslararası kurumlarda, bırakalım sandalye sahibi olmayı, adı bile yok…
Daha önce yayımlanan Destar Kitap Kafe yazısının, Üniversite ve Biat Sorunu’ bölümünde, Mustafa Kemal’in akademiye, akademinin bu tür konularla meşgul olamayacağı şeklinde bir direktifi olduğunu, bu direktifin akademiye sık sık hatırlatıldığı belirtilmişti.
* * *
Dersim ve Tarihsel Travma
3 Aralık 2021’de, İstanbul’da, İsveç Konsolosluğu İsveç Araştırma Merkezi’nde Dersim ve Tarihsel Travma konulu bir konferans vardı. Konuşmacılar, Prof. Dr. Bülent Bilmez ve Prof. Dr. Şükrü Aslan’dı. Moderatör Murat Devres’di. Konuşmalarında Bülent Bilmez, Şükrü Aslan, Murat Devres hocalar da, yukarıda belirtilen iki olaya benzer olaylardan söz ettiler.
Şunu da vurgulayalım:
25 Aralık 1935 tarihli ve 2884 sayılı Tunceli Kanunu’nu hatırlayalım. Yasada, ‘Bu kanun hükümleri makable şamildir’, (Geçmişde işlenen fiiller için de kullanılabilir) ‘Sanığa iddianame verilmez’, ‘duruşmalarda tercüman bulundurulmaz’ ‘Duruşmalarda avukat bulundurulmaz’ ‘Mahkemenin kararları kesindir, temyizi yoktur… ’ gibi hükümler var. Bütün bunlar, şiddetin hukukta, yasada nasıl gizli olduğunu açıkça gösteriyor.
Bu kanunun çıkarıldığı dönemde, TBMM’nde 60 civarında profesör vardır. CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal tarafından tayin edilerek milletvekili yapılan profesörler… Bu 60 milletvekili arasında Ceza Hukuku profesörleri de vardır. Anayasa Hukuku, Kamu Hukuku, Tarih, Sosyoloji, Antropoloji, Siyaset bilimleri, ekonomi, mühendislik, tıp, ilahiyat profesörleri de vardır. (bk. Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, İBV, Nisan 2016 İstanbul)
Bu profesörlerin hiçbirinin, ‘böyle hukuk olmaz. Ceza yasaları, yasanın kabul edildiği tarihten sonra işlenen fiiller için geçerledir…’ diyemiyor. Yasanın yukarıda belirtilen hiçbir maddesi konusunda eleştirel bir laf edemiyor. Kanımca, bu süreçlerin saptanması önemli.
İnsanlar, herhangi bir nedenle gözaltına alındığında, tutuklandığında, karakolda, cezaevinde kötü muamele ile, işkenceyle karşılaşabilir. Şiddet derken kastettiğim bu değil. Hukukda, yasada gizli olan şiddeti vurgulamaya çalışıyorum.
* * *
Ümit Kıvanç, gazeteduvar’da iki önemli yazı yayımladı. Nasıl Çalışır? ‘Terörist’ I, (13 Aralık 2021), Nasıl Çalışır ‘Dış Güçler’’ II (18 Aralık 2021) Bu yazıların anlatmaya çalıştığımız konularla ilişkisi var. Bu yazıların ikincisinde şöyle denmektedir. “… yani bugün olduğu gibi, avlanmaya çalışılanlar (cadılar) değil, bu işleri icat edenler, yürütenler, (cadılık olayları) teröristtir. Başta muktedirler, ve genellikle hakim oldukları devletler…”
Yazar Ümit Kıvanç, yazısını kaleme alırken, Matthew Kneale’in, Bir Ateistin İnanç Tarihçesi (çeviren Şahika Tokel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015) kitabına da değiniyor.
11. yüzyılda, Katolik Kilisesi’nin dogmalarına itiraz eden küçük bir gurup oluştu.
Katolik Kilisesi, bu küçük gurubun ileri sürdükleri düşüncelere cevap vermekte zorlanıyordu. Düşüncelerine cevap vermek yerine, onları cadı olarak tanıttı. Böylece, onların cezalandırılmaları yolunda yoğun bir toplumsal talep yarattı. Topu topu 20 kişi olmalarına rağmen bu küçük gurubu bir kulübeye doldurup yaktı. Çünkü, bu küçük grubun düşüncelerinin yaygınlaşmasında korkuyordu. (bak. Ümit Kıvanç’ın sözü edilen yazısı I) Bu noktadan, Ümit Kıvanç bir devlet dersi de çıkarıyor. “Aykırılığı tehlike yaratan grubu, itirazlarından, eleştirilerinden, görüşlerinden, taleplerinden ötürü değil, cadılıkla -yani üzerlerine herkeste infial yaratacak, cezalandırılmalarını kitlesel talep haline getirecek eylemler yamayarak- suçlayıp yargılıyor, hem herkesi ona düşman edebiliyor hem de itirazla karşılaşmaksızın imha ediyorsun”.
* * *
Saidê Kurdî[*]
Bediüzzaman Saidê Kurdî (1876-1960) Bitlis Eyaleti’nde, Müküs’e bağlı Nurs köyünde doğmuştur. Norşin, Tağ, Gayda, Tillo, Beyazıd medreselerinde eğitim görmüştür. Eğitimi sırasında devamlı olarak hocalarıyla tartışan bir öğrencidir. (s. 86)
Saidê Kurdî silaha düşkün bir din adamıdır. Devamlı olarak beline sıkıştırdığı hançerle dolaşmaktadır. Kişisel güvenliği için bunun elzem olduğu vurgulanmaktadır. Kişisel güvenliği çerçevesinde tabanca taşıdığı da görülmektedir. Zaman zaman revolver, uzun namlulu silah, tüfek taşıdığı da dikkatlerden uzak değildir. At binmenin, iyi kılıç kullanmanın, medrese sahibi Kürd şeyhlerinin önemli bir vasfı olduğunu belirtmektedir. (s. 104)
Saidê Kurdî, kalem-kılıç ilişkisini de değerlendirmektedir. Kılıcın kurtuluş için elzem olduğunu, kalemin kuruluş için gerekli olduğunu dile getirmektedir. ‘(s. 50) Kılıç olmalı ama akılla’ demektedir. (s. 96, s. 198)
Saidê Kurdî’nin en önemli özelliği kanımca Panislamizmi kullanarak Kürdleri, Osmanlıcılık anlayışını kullanarak Hristiyan unsurları Osmanlı çatısı altında tutma çabalarıdır. Bitlis, Mardin, Van gezilerinde, Şam Hutbesi’nde, Kosova gezisinde, İstanbul’da, hamallara yaptığı konuşmada (s.185) hep bu çaba içindedir. Saidê Kurdî, 1911’de, Kosova ziyaretinde, Sultan Reşat’a refakat eden kafile içine alınmıştır. (s. 208) Birinci Dünya Savaşı sürecinde, Van’daki Kürd-Ermeni çatışmaları günlerinde Medresetül Zehra, kolayca Medresetül Kışla’ya dönüşmüştür. (s. 219) Saidê Kurdî’nin Horhor Medresesi’nin, Van Kalesi civarında bir yerde olduğu bilinmektedir.
Kıyafet değişiminin Anlamı
Saidê Kurdî kıyafetini hiç değiştirmemiştir. Örneğin, Bitlis ve Van valilerinin bu kıyafetin değiştirilmesi yolunda verdikleri imaları hiç takmamıştır. Bu, Kürd kalmakta ısrar ettiği yolunda bir mesaj olarak değerlendirilebilir. (s. 140) Sömürge yönetimlerinin, sömürgelerde gerçekleştirmeye çalıştıkları önemli bir değişiklik bu kıyafetlere ilişkindir. Kıyafet değiştiği, değiştirildiği zaman medenileştirme, (sömürgeleştirme) yolunda önemli yol alındığı farzedilmektedir. Sömürge yöneticilerinin yerli kıyafetlerini yasakladığı da yakından bilinmektedir. Örneğin, İran’da Kürd kıyafetiyle dolaşanlara, ağır cezalar verildiği dikkatlerden uzak değildir.
Mesut Barzani’nin Hewler’de peşmerge kıyafetiyle dolaşması, kendisini ziyarete gelen büyükelçileri, konsolosları, diplomatik temsilcileri, basın mensuplarını, Kürd sivil toplum kurumlarını, Irak yönetiminin temsilcilerini, İran ve Türk yönetiminin temsilcilerini vs. peşmerge kıyafetiyle karşılaması bu bakımdan çok anlamlıdır.
Yazar Fırat Aydınkaya, kitabında baştan sona, Saidê Nursî ifadesi kullanıyor. Sadece bir yerde Saidê Kurdî ifadesi kullanılıyor. (s. 115) Bediüzzaman’ın Hançeri araştırmasında, Eski Said-Yeni Said farklılaştırılması da yapılıyor. ( s. 284) Eski Saide, Saidê Kurdî’, Yeni Saide, Saidê Nursî denebilir. Şöyle değerlendirmek de mümkündür: Kürd kimliğinin vurgulandığı, savunulduğu yerde Saidê Kurdî, Osmanlı (Türk-İslam) lehine açıklamalar yaptığı zaman Saidê Nursî denebilir. Kanımca, bu, daha doğru bir değerlendirmedir. Ama, bu önemli bir sorun değildir.
Bediüzzaman’ın Hançeri kitabında iki Ermeni’den söz edilmektedir. Bu iki Ermeni, esas mesleklerini bırakarak Van’a gelmişler, Ermenileri, Ermenistan’ı modernleştirmek için çalışmaktadırlar. M. Hrimyan, Ermeni kültürünü geliştirmek suretiyle bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Portukalyan ise Eğitim yoluyla modernleşmeyi sağlamaya gayret etmektedir. (s. 134, s. 231)
Saidê Kurdî’nin, bu iki Ermeni’nin çalışmalarından etkilendiği kanısındayım. Medresetül Zehra projesinin bu etki sonucu oluşturulduğu söylenebilir. (s. 209)
Bingöl-Van Gezi İzlenimleri (30 Ekim 2021) yazısında, Saidê Nursî’nin zaman zaman Van’da, Erek Dağı’nda, bir çilehanede kaldığını belirtmiştim. O çilehanede hangi zamanlarda kaldığı merak konusuydu. Bediüzzaman’ın Hançeri kitabında bunun cevabını buldum. 1925’den sonra iki yıl, orada kalmış. Bu konuda Saidê Nursî’ şöyle demektedir: “Şêx Saîd hadisesi zamanında vesveseli hükümet hiçbir cihette bana ilişmedi. Vakta ki neme lazım dedim, kendi nefsimi düşündüm ahiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe, mağara gibi bir yere çekildim.” (s. 295)
Bu konudaki bilgileri bana, gezi sırasında değerli yazar, Halit Yalçın vermişti. Bediüzzaman’ın Hançeri kitabında, Halit Yalçın’ın verdiği bilgilerin doğrulanması da beni ayrıca sevindirdi.
Erek Dağı’ndaki çilehaneyi araştırırken, bir olaya daha rastladım. Saidê Nursî’nin çevredeki bir kiliseyi camiye çevirdiği anlatılıyordu. Bu elbette çok yanlış bir tasarruf. Soykırıma uğramış Ermeni halkının kutsal ibadet yerlerinin Camiye çevrilmesi, kim yaparsa yapsın kabul edilemez. (s. 299)
Fırat Aydınkaya’ya Sorular
Yukarıda konferansı dikkatle dinlediğimi söylemiştim. Ama kulaktaki duyum eksikliğinden dolayı konuşmaları iyi izleyemedim. Sonra Bediüzzaman’ın Hançeri kitabını ilgiyle okudum. Fırat Aydınkaya’ya iki soru sormak isterim.
Saidê Nursî, İslamı yücelten, Türk-İslam’ı yücelten, öven bir kişidir. Ittihadı İslam (İslam birliği ) için çalışmaktadır. İttihadı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesidir. Saidê Nursî ,‘Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya vardır’ diyen bir kişidir (s. 215) Müslüman Türklerin, ‘Tanrı tarafından seçilmiş bir millet’ olduğunu söyleyen bir kişidir. (s. 293) Osmanlılara, Türklere silah çekilemeyeğini, bunun hiçbir zaman meşru olmadığını, olmayacağını vurgulamaktadır. Bu konuda, “İsrailoğulları geleneğinden gelen ‘seçilmiş millet’i, ayet destekli bir yorumla genişleterek Türk-İslam mefkuresine siyasi ilahiyatın can simidini armağan etti’ …” (s. 293) denilmektedir. Bu çerçevede, 1914 Bitlis ayaklanmasında, Şêx Saîd, Ağrı-Zilan kıyamlarında, yardım istemlerine olumlu cevap vermemiştir.
Saidê Kurdî’, İkinci Abdülhamid’in istibdat rejimine karşıdır. İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne yakın bir din adamıdır. Teşkilat’ı-Mahsusa’yı, Kasaplar Taburu’nun yapıp ettiklerini (s. 253) yakından bilmektedir, görmektedir. Abdulhamid’in istibdat rejimine karşı olmasına rağmen Abdulhamid’in üst düzey büokratlarıyla arası çok iyidir. Bitlis’de Vali Ömer Paşa’nın konağında kalmıştır. (s. 123) Van’da, Vali Tahir Paşa’nın, konağında kalmıştır. ( s. 133) İstanbul’da da devlet adamlarından Ferik Ahmed Paşa’nın konağında kalmıştır. (s. 148) Saidê Kurdî, 1915 Ermeni soykırımına da kayıtsız kalmıştır. (s. 229)
Halbuki, Şêx Saîd’de, Ağrı-Zilan’da, Sason’da, Müslüman Kürdlere soykırıma varan operasyonlar yapıldığı, Kürdlere neler yaşatıldığı yakından bilinmektedir. Yaşı itibarıyla, Saidê Nursî’nin bunları yakından bildiğini, duyduğunu, gördüğünü söyleyebiliriz.
Soru şudur: Yaşadığı süre boyunca Saidê Nursî’ye yorumlarından ve yaşanan gerçeklerden doğan çelişkiler sorulabilmiş midir? Müslümanların birbirlerine silah çekmesinin meşru olmayacağını söyleyen Saidê Nursî’ye bu çelişkili durum sorulabilmiş midir?
Fırat Aydınkaya’ya sormak istediğim ikinci soru şudur: Bugün, Kürdistan’ı baskı altında tutan, bu baskıları müşterek, işbirliği içinde geliştiren devletlerin dördü de İslam devletidir. Kürdistan’ın beşinci parçasının da Kafkasya’da olduğu yakından bilinmektedir. Bu dört devletin Kürd politikaları da Saidê Nursî’nin Türk-İslam övgüleriyle çelişki içindedir. Bu çelişkiler de yaşadığı sırada Saidê Nursî’ye sorulabilmiş midir?
* * *
Burada Musa Anter’in (1917-1992) Saidê Nursî’ye sorduğu bir soruya dikkat çekmek gereğini duyuyorum. Musa Anter, kayınpederi Abdurrahim Zapsu’nun (1890-1958) da bulunduğu bir sohbette, Saidê Nursî’ye şöyle söyler: ‘Seyda, sen durmadan Türkleri cennete göndermeye çalışıyorsun. Türklerin cennete gidebilmeleri için çok yoğun bir çaba içindesin. Ama onlar da seni durmadan zindanlara gönderiyor. Seyahatlerine kısıtlamalar getiriyor, seni durmadan baskı altında tutuyor. Bu durumu anlamadım…’ Saidê Nursî bu soru karşısında çok şaşırıyor. Abdurrahman Zapsu’ya “Kim bu genç?” diye soruyor. Abddurrahman Zapsu “bu genç benim damadımdır” diyor.
Abdurrahman Zapsu, hem Saidê Kurdî’nin öğrencisidir, hem de Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde, Ruslara karşı birlikte savaşmışladır.
Saidê Nursî bu soruya cevap vermiyor. Musa Anter’e ‘sen daha gençsin, benim kitaplarımı, yazılarımı oku, ilim öğren’ diyor. Kanımca, Saidê Nursî bu soruya cevap veremez. Çünkü, fikirlerinde ısrarlıdır. Kanımca, Musa Anter’in de Saidê Nursî’nin ilmi’nden öğreneceği bir konu yoktur. (Musa Anter, Hatıralarım, Yön Yayıncılık, Ağustos 1991, s. 74-75)
Bütün bunların ötesinde, Saidê Nursî’nin Kürd kimliğini farkeden bazı Türk Nurcuların da, başta Fethullah Gülen olmak üzere ona yüzünü çevirdiği yakından bilinmektedir.
* * *
Saidê Nursî, Yavuz Sultan Selim döneminde, İdris-i Bitlisi aracılığıyla geliştirilen Osmanlı-Kürd İttifakını güncelleştirilmesini istiyordu. Osmanlı bütünlüğü içinde Kürdlerin dil-kültür haklarının karşılamasını gündeme getiriyordu. (s.111) Kürdlerin Osmanlı’dan ayrılmasına kesinlikle karşı çıkıyordu.
Saidê Kurdî’ bu konuşmalarını, 20. Yüzyılın başında, milliyetçilik hareketlerinin geliştiği, Arapların, ‘önce Arabım, sonra Müslüman’, Türklerin, ‘önce Türküm sonra Müslüman’, Arnavutların, ‘önce Arnavudum sonra Müslüman’ dediği bir ortamda yapıyordu. (s. 189) Bu dönemde Arapların da, Türklerin de, Arnavutların da sesleri çok güçlü çıkıyordu.[**]
Aynı dönemde, Kürdler içinde de ‘önce Kürdüm, sonra Müslüman’ diyen küçük bir grup vardı. Sesleri çok zayıftı, cılızdı. Buna rağmen Saidê Nursî, onları bastırmak, etkisiz bırakmak için çok çaba sarfetti. (s. 189)
Bu noktada Saidê Nursî’nin Kürdlere, Kürdlüğe üçüncü derecede rol verdiği de söylenebilir. Önce Müslüman, sonra Osmanlı (Türk-İslam) daha sonra da Kürd.
* * *
Kürdlere, Kürdistan’a Karşı İşlenen Suçlar…
Yukarıda, belirtilen ikinci soru ile ilgili olarak şunların belirtilmesi gerekir. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması Kürdler, Kürdistan için çok ağır bir travmadır. Dönemin iki emperyal gücünün, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın bu konudaki sorumlulukları çok büyüktür. Bu iki emperyal güç, 1920’lerde, Kürdlere, Kürdistan’a karşı çok ağır bir suç işlemiştir. Ulusların Kendi Geleceklerini Tayin Hakkı, diye iktidar kuran Sovyetler Birliği’nin de bu iki emperyal gücün politikalarının ortağı olduğu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Bu konuda, Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler belgeleri vs. değil, vicdan önemlidir. Vicdani duygular, kanaatlar önemlidir. Kaldı ki, Kürdler söz konusu olduğu zaman, Milletler Cemiyeti kararları, Birleşmiş Milletler kararları Kürdler lehine hiçbir zaman yorumlanmamıştır. Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler her zaman, Kürdleri, Kürdistanı müşterek olarak baskı altında tutan devletlerin çıkarlarını gözetmiştir. PAK’ın (Kürdistan Özgürlük Patisi), 10 Aralık 2021’de, İnsan Hakları Günü dolayısıyla yayımladığı bildiri bu bakımdan dikkate değer.
Sözü edilen iki emperyal güç, Kürdlere, Kürdistan’a karşı, yukarıda belirtilenlerden çok daha ağır olan bir suç daha işlemiştir. Bu iki güç, İkinci Dünya Savaşı sürecinde, Irak’a ve Suriye’ye bağımsızlık vererek, bölgeden çekilirken, Kürdlerin istemlerini hiç dikkate almadan, Kürdleri, Kürdistan’ı, Arap, Türk, Fars yönetimlerinin denetimine terketmiştir.
Bundan sonra, Arap, Türk, Fars yönetimleri, Kürdleri asimile edebilmek için, devlet terörünün de kullanıldığı, pek çok yöntem uygulanmış, operasyon gerçekleştirilmiştir. Hüsnü Gürbey’in, Sedat Ulugana’nın araştırmalarından da yararlanarak, Kürt Araştırmaları’nda yayımlanan ve yukarıda da vurgulanan yazısı, dikkate değer. Kürdistan bu asimilasyon sürecinde tahrip edilmiştir. Şêx Saîd’in, Ağrı-Zilan soykırımının, Sason, Dersim soykırımlarının dikkate alınması bu bakımdan kaçınılmazdır.
Kürdistan, Büyük Britanya’nın veya Fransa’nın denetiminde kalsaydı, örneğin 1920’lerde Büyük Britanya’ya bağlı, Irak, Ürdün, Filistin mandaları (sömürgeleri) kurulurken, Fransa’ya bağlı Suriye ve Lübnan mandaları (sömürgeleri) kurulurken, bir de Kürdistan mandası (sömürgesi) kurulsaydı, Kürdistan’da bu kadar büyük, ağır tahribat gerçekleşmezdi. Çünkü, operasyonlar sürecinde, Kürdlerin beyinlerine saldırı gerçekleşmektedir. Toplumsal hafızaları silinmeye çalışılmaktadır. Tahribat, devlet terörünü de kullanarak gerçekleştirilen bu operasyonlar sürecimde ortaya çıkmaktadır. Oysa, örneğin İngiliz sömürge yönetiminde böyle bir durum yoktur. İngiliz sömürge yönetiminde temel amaç, bölgenin doğal kaynaklarına el koyup işletmek vardır. Sömürgelerde endüstriyel bitkiler yetiştirmek, bunları ham madde olarak veya işleyerek dünyaya ihraç etmek önemli bir amaçtır.
Kürdistan’daki bu durum, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın, örneğin, Afrika’daki sömürge yönetimleriyle, sömürge uygulamalarıyla büyük bir farklılık göstermektedir. Çünkü Büyük Britanya ve Fransa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Afrika’dan , sömürgelerine bağımsızlık vererek çekilmişlerdir. Bu çok önemli farklılık, Kürdistan’ın sömürge bile olmayan durumuyla ilgilidir.
___________
*18 Aralık 2021 günü, istanbul’da Nubîhar’ın, Fatih’deki yeni yerinin açılışı vardı. Önceki yeri Vezneciler’de Yümni İşhanı’ndaydı. Süleyman Çevik çok güzel, özlü bir açış konuşması yaptı. Daha sonra Seyda Mustafa Goyanî değerli bir konuşma yaptı ve dua okudu. Ben de küçük bir konuşma yaptım. Konuşmada, son yıllarda, Kürdlerin Rönesans (yeniden doğuş) yaşadığını, yayınların, yayınevlerinin yeniden doğuşta çok önemli işlevi olduğunu, Nubîhar’ın Avesta’nın, yeniden doğuşun çok önemli iki ayağı olduğunu vurgulamaya çalıştım. Toplantı çok kalabalıktı. Konuşmalar Kürdçe yapılıyordu. Benimki hariç… Toplantıda Duğubeyazıt’tan Mele Musa da vardı. İBV Yönetim Kurulu Başkanı Mukrime Tepe de toplantıdaydı.
Toplantıda, Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı Zekeriye Özbekle de tanıştım. Zekeriya Özbek, bana, Bediüzzaman hakkında uzun uzun bilgi verdi. Zekeriya Özbek’e, Bediüzzamanın Hançeri başlıklı bir kitap var. Bu kitabı gördünüz mü, kitaptan haberiniz var mı? diye sordum. ‘Görmedim, haberim yok…’ dedi. Yazarının kim olduğunu sordu. Fırat Aydınkaya dedim. Kitabı Avesta yayımlamış, iki yıla yakındır kitap piyasasında dedim.
Bediüzzamanın Hançeri incelemesinde yazılanlar Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı Başkanı, Zekeriya Özbek’in bana anlattıklarıyla uygunluk göstermiyor. Zekeriya Özbek, elbette, Fırat Aydınkaya’ya kendi görüşlerini bildirebilir.
* * *
Nubîhar açılışına katılan bir arkadaş da, Hakkari’den, Îhsan Colermêrgî’ydi. Îhsan hocanın aynı gün akşam saat 17 00’ İBV’de bir konferansı vardı. Îhsan hocayla birlikte, Nubîhar’dan erken ayrılarak İBV’ye gittik. Îhsan Colermêrgî hoca Hakkari üzerine bir konferans verdi. Moderatör Mustafa Aladağ’dı. Hocanın konuşmasını dikkatle dinledim. Konuşmadan büyük bir zevk aldım. Sesi, Kürdçe’si çok güzel. Hocanın sesi hala kulaklarımda. Bu konuşmadan zevk almak için Kürdçe bilmemek engel değil.
Îhsan Colermêrgî hoca, Cembelîyê Kurê Mîrê Hekaryan (Hakkari Mirî’nin Oğlu Cembeli) ve Mezopotamya Uygarlığı’nda Hakkari (Wêşanen Lis, İkinci baskı Mart 2019, 700 s.) kitaplarından söz etti. Daha sonra altı kitabıyla ilgili duygularını, düşüncelerin de dile getirdi.
İBV beşince kat, teras çok kalabalıktı. Soru-cevap bölümü de çok dinamikti. Hoca, dinleyiciler için kitaplarını da imzaladı.
***
Bir süre önce, İbrahim Güçlü’nün, Nevin Reşan Güngör’ün hazırladığı, Kürd kadın elbiseleriyle ilgili bir yazısını okumuştum. Yazı çok dikkatimi çekti. İlgiyle okudum. Ben de geleneksel Kürd kadın elbiselerinde, kumaş seçimi, kesim, dikim, hepsi de Kürdlere ait çeşitli modeller, renk uygunluğu yönünden büyük bir sanatın olduğunu düşünüyordum . Bu durumu, Kürdistan’ın Güneyinde, birkaç defa, bu elbiseleri giyen kadınlarla da konuşmuştum. İbrahim Güçlü’nün yazısı bu bakımdan dikkat çekiciydi. “Geleneksel Kürt Kadın Kıyafetleri” Kitabı, K24, 5 Ekim 2021
Nevin Reşan Güngör, Cilûbergên Gelêrî yên Jinen Kurdan (Geleneksel Kürt Kadın Kıyafetleri), Nibîhar yayıncılık, 2021, 199 s.
Yazar Nevin Reşan Güngör de Nubîhar açılışındaymış. Bu kitaptan bana imzalı bir şekilde armağan etti. Çok mutlu oldum. Teşekkür… Nevin Reşan Güngör’ün Navdarên Kurdan (Kürd Ünlüleri) kitabını çok zamandır biliyordum. (Kitap Doz, 2008)
**Osmanlı-Kürd İttifakı’nın, Kürdler ve Osmanlılar (Türkler) bakımından çok farklıdır. İttifak, Osmanlı (Türk) egemenlik sistemini korumaktadır, güçlendirmektedir. Osmanlıda, tahta çıkan padişahın ilk işi, kardeşlerini, yeğenlerini öldürmek olmuştur. Bunun egemenliğin tek bir kişide toplanması, parçalanmaması için zaruret olduğu vurgulanmaktadır.
Kürdler için durum böyle değildir. İttifakta, ‘mîrin vefat etmesi halinde, mülk büyük oğluna geçer’ hükmü vardır. Kürdistan’da birçok mîr olduğu düşünüldüğünde, egemenliğin hep böyle parçalı kalacağı dikkatlerden uzak değildir. Bu bakımdan, Osmanlı (Türk)-Kürd İttifakı’nda çok ince bir hesap oluğu söylenebilir. Saidê Kurdî’nin şüphesiz, Kürd egemenliği diye bir sorunu yoktur.