Hiç başrol oynamayan star: Adile Naşit
Asıl adı Adela Özcan idi. Biz onu Adile Naşit diye tanıdık. Annesi kemani Yorgo beyle Küçük Virjin hanımın kantocu kızı Amelya hanım, babası tuluat ustası Ahmet Naşit Özcan, ya da nam-ı diğer Komik-i Şehir Naşit beydir.
Sait Faik Kumpanya kitabında kahramanı Dayı Remzi’ye şöyle anlattırır Naşit beyi:
“Ben bir gün Naşit’i sahnede Kürt kıyafetiyle mangal karıştırır, kahve pişirir, çubukla tütün içerken görmüştüm. Ortada ne mangal, ne maşa, ne ateş, ne çubuk, ne cezve, ne fincan vardı. Ama Naşit sanki bütün bu saydıklarım önündeymiş gibi hareketler, mimikler yapıyordu. Seyircilerden, pek hödükler müstesna, gülmekten yerlere yatıp katıldıklarını gördüm. Bendeniz de haşa huzurdan sancılandım, hatta biraz da patiskayı ıslattım.”
‘ABDÜLHAMİT’İ BİLE GÜLDÜREN ADAM’
Naşit bey Osmanlı’nın son dönemleriyle Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vuran sıra dışı bir tuluat ustası, tiyatrocudur.
Baytar olması için direten hekim babasının tüm ısrarlarına karşı koyarak, 1900 yılında Mızıka-i Humayun’a girmeyi başarır. Güllü Agop’un sarayda kurduğu Dram Kumpanyası’nın en gözde oyuncularından biri haline gelir kısa sürede.
Daha sonra ‘Abdülhamit’i bile güldüren’ adama çıkacaktır adı.
Meşrutiyet’in ilanından sonra, 1910’da halk önünde oynamaya başlar. Direklerarası’nda, Eyüp Sultan’da gösteriler sunar.
1933’ten sonra Fevziye Tiyatrosu, Şehzadebaşı Şark Tiyatrosu ve Millet Tiyatrosu’ndaki gösterilerinde salonlar dolup taşar.
Bir taraftan tuluat geleneğini sürdürürken diğer taraftan modern tiyatroya öncülük eder. Sahneye orta oyuncu ve tuluatçıların kendine özgü ‘komik giysileriyle’ değil, rolün gerektirdiği kostümle çıkan ilk isimlerdendir.
AMELYA VE KARDEŞİ NİKO’NUN DÜETTOLARI
Amelya hanımla Turan Tiyatrosu’nda sahne aldığı günlerde tanışır. Adile Naşit yıllar sonra şunları anlatacaktır:
“Benim doğduğum yer o zamanların meşhur salonlarından Turan Tiyatrosu’nun üzerindeki apartmanın bir dairesidir. Onun için tiyatronun içine doğmuşum derim. Babam annem Amelya ile bu tiyatroda tanışmış. Annem kardeşi Niko ile düettoya çıkarmış. Sahneye 14’ünde çıkıyor, oynamaya başlayalı ne kadar olmuş kim bilir.”
Naşit bey Amelya hanımla tanıştığında evlidir. Aşık olur. Önce, tiyatrolarda birlikte çalıştığı babasından çekinse de, Amelya’ya göz koyan fırıncının oğlunun görücü göndereceğini öğrenince, 1917 yılında evlendiği Leman hanımdan ayrılır. Gider Amelya hanıma evlilik teklif eder.
1926 yılında evlenir, Şehzadebaşı Millet Tiyatrosu’nun üst katındaki daireye taşınırlar.
İki yıl sonra ağustos ayında ilk çocukları Selim, ondan iki yıl sonra da Adela dünyaya gelir.
Mutlu günlerdir… Evin tiyatroya, tiyatronun eve karıştığı günler…
OYUNLARLA YAŞAYANLAR
Tüm aile sürekli bir oyun aleminin içinde yaşamaktadır. Adile Naşit o günleri anlatıyorken, “Ben başka hiçbir şey görmedim ki. Tiyatroda doğduk Selim’le ikimiz. Kulislerde, tiyatronun ta içinde büyüdük” diyor.
Naşit bey ve Amelya hanım, akşamları Adile İle Selim’e kostümler giydirir, makyaj yapar, komşuları çağırıp evlerinin bahçelerinde temsiller düzenlerler.
Selim’in sünneti ise tam bir şölen havasında geçer. Sanat ve eğlence aleminden neredeyse herkesin davetli olduğu, Safiye Ayla ile Hamiyet Yüceses’in şarkılar söylediği bir şölen…
Ama zaman bazen acımasızdır ve Naşit bey için kötüye doğru akar…
Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla birlikte yaşamın bir çok alanında olduğu gibi tiyatroda da yeni bir dönem başlar. Modern temsiller, ‘Osmanlı kalıntısı’ diye nitelenen orta oyunu ve tuluatı hızla gözden düşürür.
30’lu yılların ikinci yarısından itibaren boş salonlara oynayan ‘modası geçmiş bir komik’tir artık. Ekonomik olarak da zor günler başlar. Bir akşam yine başarısız bir gösteriden sonra tiyatrodan çıkar ve bir daha gitmez.
SAHNEDEN PİYANGO BAYİLİĞİNE
Eve kapatır kendini. Kimselerle görüşmez. Bir gün sanat alemi dışından iki tanıdığı çalar kapısını. Bir piyango büfesi açmak istediklerinden bahsederler. “Başında senin gibi halkın sevdiği birisi olursa iyi iş yaparız” derler.
Çaresizdir, kabul eder. Ama uzun sürmez bir gün öfkeyle terk eder büfeyi.
Tekrar tiyatroya dönmeye karar vermiştir. Oyunlar hazırlar ama artık eskiden kahkahadan kırıp geçirdiği seyircilerden eser yoktur.
Sağlığı da giderek bozulur. Yıl 1942’dir. Bir gece sahnedeyken adeta taş kesilir. Kaskatı olmuş vücudu titreyerek, boş gözlerle seyircilere bakmaya başlar. Köpüren ağzından garip sözcükler dökülür. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’ne yatırırlar. Üç ay sonra evine gönderirler. Daha da kötüleşmiştir. Adile’nin kedileri Kısmet ve Pamuk’a sinirlenerek, bağırıp çağırdığı anlar dışında kimseyle konuşmaz. 26 Nisan 1943 günü sabah oğlu Selim şehriyeli çorba içirirken can verir. 57 yaşındadır.
ADİLE TEKSTİLE, SELİM KAPORTACIYA
Arkasında büyük bir borç bırakmıştır. 13 yaşında yetim kalan, tiyatro dışındaki dünyadan bihaber Adela, okulu bırakarak Kasımpaşa’da bayrak üreten bir tekstil atölyesinde çalışmaya başlar. 15 yaşındaki Selim ise Dolapdere’de bir kaportacının yanına çırak olarak girer.
Amelya hanım ise meze yapıp meyhanelere satmaktadır.
Ama Adile’nin de Selim’in de aklı tiyatrodadır. İki kardeş iş çıkışında tiyatroların kapısını aşındırır. Adile daha şanslıdır. O yıllarda karşılaştığı, babasını tanıyan Necdet Mahfi Ayral sayesinde Şehir Tiyatrosu’nun çocuk bölümüne girmeyi başarır. Ufak tefektir. Görenler durup bir daha bakar.
‘ADİLECİĞİM BU BÜCÜR BOYUNLA TİYATROCU OLAMAZSIN’
Bir gün kuliste karşılaştığı dönemin yıldızlarından Şevkiye May, tutamaz kendini: “Ben senin ablan sayılırım Adileciğim. Sana bir nasihat. Bu çarpık bacakların ve bücür boyunla tiyatroda asla başarılı olamazsın. Yol yakınken dön.”
Vücuduyla hiç barışık olmamıştır aslında. Yıllar sonra “Güzel bir kadın olmak isterdim” derken şunları anlatacaktır:
“Hiçbir zaman kendimden memnun olmamışımdır. Giydiklerimin bana yakışmadığını düşünürüm. Makyaj yaparım, bir filmin galasına gitmek için. ‘Aman ne olmuşsun böyle’ desinler, gözlerim dolar, koşar banyoya yıkarım suratımı. Giydiklerimi hiç yakıştırmam kendime. Her zamankinden biraz daha şık giyinsem ‘Aman ne güzel olmuşsunuz Adile abla’ deseler mahvolurum. İşte bana acıyorlar, onun için iltifat ediyorlar diye. Aşağılık kompleksi bunlar tabii ki.”
Ama inatçıdır da bir yandan. Kibirli Şevkiye May’ı da yola getirecektir bu inat sonunda.
14’ÜNDE YAŞLI KADIN ROLÜNE ÇIKINCA
1944 yılında figüran olarak rol aldığı gösteride anneyi canlandıran oyuncu hastalanır. Henüz 14 yaşındadır. Makyajla yaşlandırırlar; anne rolünde çıkar sahneye. Sonuç harikadır.
Daha sonra ‘Fuar Yıldızı’ oyununda canlandırdığı Düttürü Leyla tiplemesiyle Şevkiye May’ın da takdirini kazanır. May, yanına gidip o sözleri için özür diler.
Ama Şehir Tiyatrosu gelecek vaat eden bir yer, anneleri Amelya hanım da durumdan memnun değildir. Babaları öldükten 3 yıl sonra 1946 yılında iki kardeşi alır kocasının yakın dostu Mumamer Karaca’ya götürür: “Bu çocuklar tiyatro diyor, başka bir şey demiyor. N’olur yanınıza alın.” “Naşit’in çocukları benim de çocuğumdur” der Muammer Karaca. Selim ve Adile Naşit’i tiyatrosuna alır. Bundan sonraki 16 yılı Karaca Tiyatrosu’nda geçecektir Adile Naşit’in.
HÜSEYİN PEYDA İLE İLK KARŞILAŞMA
Tiyatro ve sinema onu sürekli yaşlı kadın rolleriyle sınamaktadır. Bu sefer 25 yaşındadır. ‘Masif İskemle’ adlı oyunda Gülriz Sururi’nin 65 yaşındaki annesini canlandırır. Sonuç yine harikadır. Bu oyun ona sinemanın da kapılarını açar.
Oyunu izleyen Anadolu Film’in sahibinin dikkatini çekmiştir. Görüşmeye çağırırlar. Ertesi gün gittiğinde kapıyı Hüseyin Peyda açar:
-Kimi aradınız?
-Film için gelmiştim, beni çağırtmışsınız
-Bir yanlışlık olacak biz oyundaki 65 yaşındaki kadını çağırmıştık.
Sonra durum anlaşılır. 1947 yılında Seyfi Havaeri’nin yönettiği Yara adlı filmle ilk sinema deneyimini yaşar.
BONFİLE Mİ KAŞARLI KÖFTE Mİ?
Filmlerde küçük rollerle boy gösterse de asıl işi hâlâ tiyatrodur. “Aşık olduğum tek insan” dediği, kendisinden 20 yaş büyük Ziya Keskiner’le de Karaca Tiyatrosu’nda tanışır. Yıl 1950 ve Adile Naşit 20 yaşındadır. Keskiner bir akşam tiyatro çıkışı yemeğe davet eder. Beyoğlu’nda Ağa Camii’nin yan sokağındaki Stadt Hamburg Restoranı’na giderler. Keskiner daha sonra harika bir Alman bonfilesi yerken evlilik teklif ettiğini anlatacaktır. Teklifi kabul eden Adile Naşit’e göre ise yedikleri ‘kaşarlı köfte’dir.
Evlendikten iki yıl sonra oğulları Ahmet dünyaya gelir. Mutludurlar, yıllar sonra o günleri, “Biz ana, baba, çocuk değildik. Üç tane dosttuk. Güzel bir arkadaştık” diye anlatacaktır.
Ama zaman yine acımasızdır ve bu kez onlar için yine kötüye ilerler. Ahmet ikinci sınıftayken rahatsızlanır. Doktorlar kalbinin doğuştan delik olduğunu, ameliyat edilmezse yaşamayacağını söyler. Ameliyatı Türkiye’de yaptırmanın da imkanı yoktur. Amerika’ya gitmek zorunda olduğunu söylerler. Bu iş için gereken para da 100 bin liradır. Ne böyle bir paraları vardır ne de tiyatroyla böyle bir parayı kazanma umutları.
OĞLUNA DERMAN ARARKEN ANNESİ ÖLDÜ
Oğlunu tedavi ettirmek için her yolu denerken 1966 yılında annesini kaybeder.
Bir süre sonra tanıyan herkes Ahmet için seferber olur. İstanbul Tiyatroları bir gecelik gelirini bağışlar. Elde edilen para 20 bin liradır. Sanatçı dostları ameliyat parası için ‘Gece Yarısı Tiyatrosu’ organize eder. Gazeteler de bağış kampanyası başlatınca Ahmet’i Amerika’ya götürecek para denkleştirilir.
Oğluyla gidecek paraları olmadığı için Türkiye’de kalır. İyi haberler gelir Ahmet’ten, ameliyat başarılı geçmiştir. Yaz başlayınca Gazanfer-Ülkü Özcan tiyatrosuyla turneye çıkar. İzmir’deyken Ahmet’in komaya girdiğini öğrenir. 16 Haziran’da, doğum gününden bir gün önce sahneye çıkmaya hazırlanırken ise ölüm haberini alır.
Buna rağmen çıkar sahneye, izleyenleri yine güldürür. Oyun bittiğinde ilk uçakla İstanbul’a döner.
BİR DAHA NE UÇAK NE DOĞUM GÜNÜ
Bir daha ne doğum günü kutlayacak ne de uçağa binecektir: “Bu acıdan daha büyüğünü yaşamadım. Ölümüne hazırlamıştık kendimizi. Açık kalp ameliyatıydı geçirdiği. Ama ölümünden sonraki beş sene benim için inanılmaz acılarla dolu. İşte sonra kuş, köpek, bebek böyle oyuncaklara tutkun olduk. Balıklar yaşadı, köpek kör oldu, çiçekler büyüdü böyle gidiyor yaşamın geri kalan kısmı. Evet. Sahne korkunç bir oyalanma oldu benim için. Ama, korkularım, ürkekliklerim gün geçtikçe daha da arttı.”
O günleri atlatması kolay olmadı, belki de hiç atlatamadı. Yeğeni Naşit Özcan şunları anlatıyor: “Girdiği her ortamı neşelendiren, esprileriyle kahkahaya boğan bu kadın, 15 yaşındaki oğlunu kaybettikten sonra hep mutsuz yaşadı. Ve bu sıkıntısı onu ölüme kadar götürdü. İstisnasız her akşam yemeğe oturduğumuzda oğlunu düşünür ağlardı.”
EVLAT EDİNMEK İSTEDİ
Darülaceze Çocuk Yurdu’ndaki çocukları ziyarete gidiyordu fırsat buldukça. Hatta bir ara kimsesiz bir çocuğu evlatlık edinmeyi de düşündü ama olmadı. Korkularla büyümüştü. “Bütün batıl inançlara inanırım” diyordu. Belki yeni bir acıyı yaşamaktan korktuğu için evlat edinmeyi göze alamadı:
“Birisi pat desin ölebilirim. Hemen tansiyonum düşer. Yataklara serilirim. Çok korkak büyüdüm. Küçükken bir gök gürültüsünde hepimiz öleceğimize inanırdık. Ailecek yatağın üzerine çıkar son dualarımızı ederdik. Sonra babamız bizi çok korkuturdu. Odada yaramazlık yapmayalım diye anahtar deliğinden duman üflerdi odanın içine. Ben ve Selim, oturduğumuz yerde korkudan çişimizi yapardık. Hep böyle ruhlar, ölüler, gök gürültülerinin bizi öldürecekleri korkusuyla büyüdük.”
ERTEM EĞİLMEZ’İN KEŞFİ
Kendini toparladıktan sonra tiyatroya devam etti. Yapabileceği başka bir şey de yoktu. Ancak 1970’li yıllarla birlikte hayatında yeni bir dönem başladı. Ertem Eğilmez onu keşfetmişti. Her akşam oğlu için ağlayan bu kadın kısa bir süre sonra Gülen Gözler’le çıkacaktı karşımıza. Beyoğlu Güzeli, Canım Kardeşim, Oh Olsun gibi filmlerle kısa sürede izleyicilerin gönlüne taht kurdu. 1974’te izlenme rekorlarıyla sinemada yeni bir çığır açan Hababam Sınıfı’ndaki Hafize Ana rolüyle, hiç bir filmde başrol oynamadan bir stara dönüşeceği günler başladı.
Sonrasında Bizim Aile’den Kibar Feyzo’ya Neşeli Günler’den Tosun Paşa’ya, Süt Kardeşler’den Erkek Sefili Bilo’ya Türk sinemasının bir dönemine damgasını vuran filmlerin değişmez oyuncusuydu.
Ertem Eğilmez ve Kartal Tibet’in yönettiği bu filmlerin dönemi 1980’lerin ikinci yarısıyla kapandı. 1985 tarihli Kartal Tibet’in yönettiği Şaban Pabucu Yarım’dan sonra Kiralık Ev, İki Milyarlık Bilet gibi fazla ses getirmeyen filmlerde rol aldı.
‘KUZUCUKLARIM’ DÖNEMİ
1981’de TRT 1’de “Kuzucuklarım” diye başlayan masallar anlattığı Uykudan Önce ile bir kuşağın Adile teyzesi olarak belleklere kazandı.
Ama artık yorulmuştu. 1982 yılının 10 Temmuz’unda eşi Ziya Keskiner, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. 16 Eylül 1983’te daha önce kamuoyunda adı bilinmeye Kore gazisi Cemal İnce ile evlendi.
Son filmi olan Annem/Bırakmam Seni’nin çekimleri sırasında rahatsızlandı. Bağırsak kanseri teşhisi koydular. Yorgun vücudu tedaviye yanıt vermedi, 11 Aralık 1987 günü hayata veda etti. Çevresindekilerin anlattığına göre hep ekonomik sıkıntılar içinde yaşadı ve bir çok yapımcıdan alacağını alamadan öldü.
Yıllar önce bir söyleşide, “Ölümden korkuyor musunuz?” sorusuna, “En büyük korkum. Aklıma getirdiğim an her tarafım titriyor” diye yanıt vermişti.
Öldüğünde, hayatıyla Tarık Buğra’nın kasvetli romanı İbiş’in Rüyası’na ilham veren, babası Naşit beyle aynı yaştaydı.
* * *
‘Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni olduğumu’ için bir not ve özür
Sami Hazinses’in portresini yazarken, internet aleminde artık adet olduğu üzere, yaptığı röportajın linkini versem de adını anmayarak, ‘Yelda’nın emeğine saygısızlık ettiğim eleştirilerine ilk günden hak verdim. Bu özrü yazmak için bu kadar beklememin nedeni ise bir dostumun yaptığı uyarıdır. Ben bilmiyordum. Bu dostum, Sami Hazinses’i yazarken çokça faydalandığım ‘Ermeni hemşerilerimi ararken’ başlıklı söyleşinin Yelda’nın 2003’ün Aralık ayında çıkan, ‘Hele Bir Gitsinler Diyalog Ondan Sonra’ kitabında yer aldığını söyledi. Sami Hazinses’in ‘Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni olduğumu’ dediği söyleşinin yer aldığı, bu kitabı sonunda buldum ve okudum. Gerekli hassasiyeti zamanında gösteremediğim için Yelda’dan ve okurlardan özür diliyorum…
_________________
Kaynak: http://www.gazeteduvar.com.tr/sinema/2016/09/24/54009/