KÜRTLERDE “ASKERLİK ANILARI”
Hatırlıyorum, büyüklerimiz, bizden önceki nesil, askerlik anılarını çok anlatırdı. Türkçe bilmediklerinden kendilerini ifade edemediklerini, birçok şeyi yanlış anladıklarını, bundan dolayı nasıl dayak yediklerini, nasıl hakarete uğradıklarını gülümseyerek anlatırdı.
Babam anlatmıştı. 1953’de askere giderken tek kelime Türkçe bilmiyormuş. Nereden bilsin ki? Hem niye bilsin?
Komutanı bakmış ki saf, temiz, dürüst bir Kürddür, onu subay evlerinin bulunduğu lojmanın bahçesine nöbetçi yapmış.
Bir gün misafirleri gelen subayının hanımı, babamı çağırmış, eline tutuşturduğu bozuk parayla gidip çarşıdan “duzlu çeğirdek” (tuzlu çekirdek) almasını söylemiş.
Babam hatırasını anlatırken “duz” dediğinde, gülerek itiraz etmiştim. “Baba, ‘duz’ değil ‘tuz’dur” demiştim. Ama daha sonra Türkçe eski metinlerde “duz” yazıldığını görünce şaşırdım. Galiba Yunancanın etkisiyle Selanik ağzında sözcüklerin başı ve sonundaki “d” sesi “t” sesiyle söyleniliyormuş. 1930’larda, M. Kemal başkanlığındaki Türkçeyi yeniden oluşturma çalışmaları çerçevesinde birçok sözcüğü değiştirip yeni bir dil oluşturmuşlar. Örneğin Arapça “ğayıb” sözcüğünü “kayıp” yapmışlar, “Kürd” adını “Kürt” şeklinde değiştirmişler, işte herhalde “duz”u da “tuz” yapmışlardır. Yani babam yanlış söylemiyordu. Belki “çekirdek” de aslında “çeğirdek”miş. Ne bileyim ben? Her neyse, Türklerin işine akıl erdirmek zordur!
Babam, hiç Türkçe bilmediğinden iki sözcükten ancak birini, kolay olanını, yani sadece “duz”u aklında tutabilmiş. Çarşıdaki dükkânları “duz, duz” diye diye saatlerce dolaşmış. Netice tuzcu dükkânından parasının karşılığında artık ne kadar geliyorsa, yüklenmiş duzu, kan ter içinde gelmiş.
Misafirleriyle “duzlu çeğirdek” çitlemeyi bekleyen subay hanımı, babamın duz çuvalıyla geldiğini görünce, misafir hanımlarının yanında babamı iyicene bir haşlamış. Babam utancından yerlere batmış da batmış.
Allah rahmet etsin, anlatırken, bir de gülümsüyordu. Niye gülümsüyor diye, çok kızıyordum içimden ona. Daha sonra, birçok Kürd, Kürdlüğünden dolayı gördüğü işkence ve zulmü anlatırken, aynı babam gibi gülümsediklerini görünce, çaresizlikten ağlanacak durumlarına gülümsüyorlar diye düşündüm artık.
Gel zaman git zaman, vakti gelince ben de askere gittim. 1984-85 kışında Erzincan’daki 59. Topçu Tugayı’nda askerdim. Acemi er eğitimindeydik. Tugay’da Diyarbekır’in Kulp ilçesinden tek kelime Türkçe bilmeyen benim tertip iki kardeş vardı. Yaşları otuzun üzerindeydi artık. Kulp’un dağ köylerinde hayvancılıkla uğraşıyorlarmış. Uzun süre asker kaçağı kalmışlar ama bir askeri operasyonda veya şikâyet üzerine alınıp askere gönderilmişler.
Kardeşlerden biri benim kaldığım bölükteydi, adı Casım idi. Sürekli ona yardımcı olmaya çalışıyordum, söylenenleri ona Kürtçe olarak tercüme ediyordum. Onun adına ailesine mektup yazıyordum. Bundan dolayı Casım hep yanımda olurdu.
Bir gün atış talimindeydik, o devrenin acemi erleri olarak ilk kez 25 metreden gerçek mermilerle atış yapacaktık. Başımızda bölük komutanımız yüzbaşı vardı. Batıdan gelen Türk askerlerin çoğu genelde hedefi tutturamıyor, karavana atışlar yapıyordu. Yüzbaşı doğal olarak karavana atanlara kızıyordu, ceza olarak onları kalorifer kazanına kömür taşımaya gönderiyordu. Atışta görev yapanlara da gülümsüyor, sevindiğini hissettiriyordu.
Casım ile beraberdim. Sıra bize geldiğinde önce ben yattım. Diğer Kürdlerin aksine sivildeyken elime hiç silah almamıştım, silahla ilgili bütün eğitimim oradaki, yani acemi birliğindeki eğitimden ibaretti.
Eski Kırıkkale tipi silahlarla atış yapıyorduk. Tüfeği sıkıca kavradım. Açık olan sağ gözümle gez, arpacık ve hedef noktasını sabitledim. Nefesimi tuttum, sakince, hiç kıpırdamadan işaret parmağımla tetiğe hafif dokundum. Patlama sesini duyduktan sonra nefes verdim. Bu şekilde üç mermiyi hedefe attım. Kalkıp bölük komutanımız yüzbaşıyla birlikte hedeflerin bulunduğu yere gittiğimizde, hedef tahtasının tam ortasında şöyle iki santimetrekarelik alanda güzel bir üçgen yaptığımı gördüm. Bu, ideal bir atıştı.
İyi bir iş yaptığında, büyükleri tarafından takdir edilmek harika bir duygudur. Bölük komutanının benim de atışıma, görev yapmama sevineceğini sanıyordum ama hiç de öyle olmadı. Hatta suratından memnun olmadığını hissettim. Oysa güzel atış yapan Türk askerlere gülümsemişti, hatta kimilerine “Aferin!” demişti. Ben de en az onlar kadar bunu hak etmiştim.
Benden sonra Casım atış yaptı. Köyde hayvancılık, çobanlık yaparken kurtlara, canavarlara karşı kendini ve hayvanlarını korumak için sürekli silah taşıyormuş Casım. Bundan dolayı Casım’ın atışı muhteşemdi, tam on iki yuvarlağının ortasında her üç mermiyi bir delikten geçirmişti. Yüzbaşı bunu görünce çıldırmış gibi oldu. Casım’ın suratına öfkeyle tokadı yapıştırdı. Dişlerini gıcırdatarak ağır küfürler savurdu. “Üç mermiyi bir delikten geçirir ama Türkçe konuşmasını bilmez” dedi.
Bir metreden fazla kar vardı yerde, Erzincan’ın her tarafı, bütün dağlar bembeyazdı, hava güneşliydi ama soğuktu. Ben ise, bölük komutanımızın öfkesinden, bize olan tavrından buz kesildim. İçim titredi. Kanım çekildi.
Casım’ın ataları Asya’dan, Balkanlar’dan veya Kafkasya’dan buralara gelmemişti. Kimsenin toprağını yurt tutmamıştı! Kulp’un yani Kürdistan’ın yalçın dağlarında, tarihten bu yana otokton olarak yaşadığı kendi toprakları üzerinde anadili Kürtçe ile doğal bir yaşam sürdürüyordu. İşleri küçükbaş hayvan sürülerini, koyun ve keçi beslemekti. Yetiştirdikleri sürüler, sonbaharda tüccar aracılığıyla Şam’a, Lübnan’a, Kuveyt’e, Mekke’ye gider, memlekete para akardı.
Yaşadığı dağlarda Türklerle, Türkçeyle hiç bir zaman karşılaşmamıştı Casım. Karşılaşsa bile, Türkçe bilmek, Türkçe konuşmak niye ona mecburi olsun?
Casım, niye Türkçe bilsin?
Kürd, Türkçe bilmiyorsa acımasızca tokat mı yemelidir?
Kürd, Türkçe bilmiyorsa silah kullanırken hedefi vurmamalı, hep kömür taşımaya mı gitmeliydi?
Bunları çok düşündüm. Kimseye açmadan derin derin düşündüm. Birine anlatsaydım eğer başıma çok büyük belaların gelmesi muhtemeldi!
Milliyetinden, dininden dolayı aşağılanmak, kin, nefret ve gazaba maruz kalmak tarif edilemeyecek kadar çekilmez bir duygudur. Yaşanmadan anlaşılmaz. Hele bir de durumu kabullenmeyecek, kanıksamayacak bir bilince sahipse insan, olup bitenlerin farkındaysa, çok daha çekilmez olur olanlar.
Bölük komutanımız becerikli olan, eli iş tutan askerleri başka yerlere dağıtıma göndermek istemediğini, bölükte bırakmak istediğini duymuştum. Kalacakların arasında adımın da geçtiğini duyduğumda, dağıtım sürecinde, Kıbrıs’a gitmek isteyenlerin arasında adımı ısrarla, hatta torpille yazdırdım.
Yüzbaşı, adımı Kıbrıs’a gideceklerin arasında görünce beni odasına çağırttı. Gittim. Selam verdim. “Sen burada kal, gitme!” dedi. İşte o öfkesinden, Kürtlere nefretinden dolayı “Gitmek istiyorum. Burada kalırsam intihar ederim” dedim.
Bir süre öylece göz göze baktık. Bakışlarımda ne gördüyse artık, hiçbir şey diyemedi.