Latife Fegan’ın Anıları
‘Yazmasaydım Olmazdı’ Latife Fegan’ın Anıları kitabını büyük bir zevkle okudum.
‘Yazmasaydım Olmazdı’ Latife Fegan, Belge Yayınları, Ekim 2020, 298 s. Kitabın arka kapağında, Ragıp Zarakolu’nun, Latife Fegan hakkında söylenmiş, Latife Fegan’ın mücadelesini anlatan, çok önemli, çok değerli sözleri var.
Latife Fegan’ın (d. 1941, Gresun, Görele) Anıları 1940’lardan başlıyor. Beş kardeşli bir ailenin ilk çocuğu. Baba, Osmanlı döneminde Rüştiye’den (bugünkü Ortaokul gibi) mezun. Görele’de bakkal dükkanı işletiyor. Malları peşin parayla alıyor, veresiye satıyor. Kısa zamanda iflas ediyor.
Aile, Pontus’un Türkleştirilmesi sürecinde, Horasan’dan göçle gelmesi teşvik edilen bir Türkmen aşiretinden geliyor. Ana tarafına Dandikoğulları, baba tarafına Pirgaipoğulları deniyor. Evde daha çok ananın sözü, geçiyor. [*]
Köylerden şehirlere nüfus akınının, kentleşmenin başladığı ve giderek güçlendiği yıllar. Aile, 1950’lerin başlarında, Latife on yaşlarındayken, dört küçük kız çocukla birlikte, İstanbul’a göç ediyor. Baba, Üsküdar-Kabataş arabalı vapurlarda küçük bir iş buluyor. Rüştiye mezunu olması iş bulmasını kolaylaştırıyor. Yoksul bir aile. İstanbul’da, ilk olarak Eyüp taraflarında, henüz yapım halinde olan ve çok olumsuz koşullarda bulunan bir binada kalıyorlar. (s. 13-24)
Latife, lise yıllarında okumaya başlar. Dostoyesky’yi, İbsen’i, Balcac’ı … Tolstoy’u, Flaubert’i, Stendhal’i, Dickens’ı, john Steinbeck’i, Puşkin’i, Maksim Gorki’yi … klasik yazarları ilgiyle okur. (s. 27). Latife Fegan’ın, 14 yaşlarında bir genç kız olarak, 6-7 Eylül (1955) olaylarıyla ilgili gözlemleri dikkat çekicidir. 27 Mayıs (1960) döneminde Liseden mezun olur. Liseden sonra iş hayatına katılır (s. 31 vd.)
1965’de Fuad Fegan’la tanışır. Fuad Fegan Kıbrıslı bir öğrencidir. Fuad Fegan (d. 1937) Edebiyat Fakültesi’nde Sosyoloji tahsil etmektedir. Kısa zamanda birbirlerine aşık olurlar. 1966’da evlenirler. Fuad Fegan, Kıbrıs’ta Komünist AKEL Partisi çevresinde ( Emekçi Halkın İlerici Partisi) yetişmiş bir sosyalisttir. Latife de, sosyalizme doğru bir eğilim içindedir ve bu süreç gittikçe güçlenmektedir.
Fuad Fegan, 1967’de bir gün, İsmet Demir’le tanışır. İsmet Demir (1925-1979) o zaman Yapı İşçileri Sendikası Başkanı bir işçi önderiydi. Demir Küçükaydın, İsmet Demir’i şöyle anlatıyor: “1968-1971 yılları arasında, Dev-Genç’in hiçbir önde gelen militanı yoktur ki, İsmet Demirle birlikte çalışmış olmasın. Bunların fizikçe ölmüş bulunanların birkaçının adını anmak bile yeter. Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, Sinan Cemgil, Hüseyin Cevahir, Sabahattin Kurt, Ertan Saruhan” (s. 49) Latife Fegan, Demir Küçükaydın’ın da bu kişilerden biri olduğunu belirtiyor.
İsmet Demir, Hikmet Kıvılcımı’nın (1902-1971) görüşlerine yakın bir sosyalisttir. Hikmet Kıvılcımlı’nın bürosu da Yapı İş Sendikası’nın olduğu binadadır. Bu bina aslında Yapı İş Sendikası’na ait bir binadır. Türk Solu Dergisi’nin bürosu da bu binadadır. İsmet Demir, yine aynı yılda 1967’de bir gün Fuad Fegan’ı Hikmet Kıvılcımlı’ya götürür, tanıştırır. Daha sonra Fuad Fegan Latife Fegan’ı da Hikmet Kıvılcımlı ile tanıştırır. Hikmet Kıvılcımlı’ya gidip gelmeler sıklaşır, gelişir. Giderek Fuad Fegan ve Latife Fegan, Hikmet Kıvılcımlı’nın yazı işlerine, arşiv düzenlemesine vs. yardımcı olurlar. Giderek Kıvılcımlı ailesinin çocukları olurlar. (s. 49-54)
Fuad Fegan’ın ve Latife Fegan’ın Hikmet Kıvılcımlı ile, Kıvılcımlı hareketi ile ilişkileri sıkılaşır. Sık sık beraber olurlar. Latife Fegan, 1968’de Kıvılcımlı Haraketi’nin kitle örgütü olarak kurulan İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin başkanlığına getirilir. Bu süreçte Latife Fegan, artık İstanbul’da gecekondu semtlerinde çalışmaktadır.(s. 61 vd.)
‘Yazmasaydım Olmazdı’ kitabında, dikkatimi çeken en önemli konu, Hikmet Kıvılcımlı’nın iki çuval el yazıları ve arşiv belgeleridir. Bu konuda Latife Fegan şunları yazıyor:
“12 Mart’tan sonra ama, sıkıyönetim ilanından birkaç hafta önce, Fuad’la bir gece eve döndüğümüzde, içinde doktorun el yazmaları ve yazarken kullandığı notlarla ve kitaplarla dolu iki çuval bulduk. Şaşırıp kalmıştık. Hemen doktoru aradık. Emine Hanım evde olmadığını söyledi. Ertesi gün, Kıvılcımlı’nın evini terkettiğini öğrendik. Doktor’la ilk görüşmemizde çuvalları ne yapacağımızı sorduk. ‘Koruyacaksınız’ dedi. İşte bu iki çuval, Kıvılcımlı’dan sonra, hayatımızın en önemli amacı, kaygısı ve işi olmuştur. Hayatımız bu çuvalları korumak üzerine kurulmuştu, adeta yıllarca. Onları çok sayıda sıkıyönetim baskınından, bin bir çareyle korumak bana düşmüştü. Yurt dışına çıkarıp, yıllar sonra Hollanda’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’ne teslim etmek de. “ (s. 95)
12 Mart dönemi. Kitabın silahtan çok daha tehlikeli olarak algılandığı yıllar. Bir sıkıyönetim baskınında, evindeki kitapları gören binbaşı Latife’ye sorar: ‘Bu kadar kitabı ne yapıyorsunuz?’ Latife, ‘Kitap okumak içindir, ben de okuyorum’ der. Binbaşı, ‘ O kadar kitap yakıldı, sizinkiler duruyor’ der. (s. 109-110)
Evet, o dönemde herkes kitaplarını yakıyordu. Profesörler bile kitaplarını yakıyordu. Günlerce banyo kazanlarında, küvetlerde kitaplar yakıldı. Üniversitelere sık sık baskın yapılırdı. Fakültelerde hocaların odalarında bulunan kütüphanelerdeki kitaplar tek tek aranırdı, kurcalanırdı. Bazı hocalar, bazı kitapları gizlemek için özel gayretler gösterirlerdi.
Böyle bir dönemde, iki çuval el yazmalarının, kitapların sorumluluğunu yüklenmek, onları, baskınlara karşı korumak, onları en uygun yer olan Hollanda’daki Uluslararası Tarih Enstitüsü’ne teslim etmek çok büyük bir başarıdır.
Latife Fegan, ‘Yazmasaydım Olmazdı!’ kitabında, bu iki çuvalı nasıl koruduklarını, yurt dışına nasıl çıkardıklarını ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. 17-18 Ocak 2013 günlerinde, İstanbul’da, Mimar Sinan Üniversitesi’nde düzenlenen Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’nda bu süreci dile getiriyor. Bu konuşma, ‘Kıvılcımlı’nın Yurtdışı Arşivinin Hikayesi’ başlığı altında Ek olarak kitabın sonunda da verilmiş. (s. 255-267)
* * *
Sarı Defter…
Burada, benzer bir sorumluluktan kısaca söz etmek istiyorum: 1938 Çankırı Cezaevi. Piraye Hanım Nazım Hikmet’i (1902-1963) ziyaret ediyor. Ziyaret yerinde Hikmet Kıvılcımlı da var. Açık ziyaret.
Hikmet Kıvılcımlı’nın elinde sarı yapraklı bir defter var. Kalınca bir defter… Her sahifesi yazı dolu. Bu defteri, ‘Piraye bu defteri saklar mısın’ diyerek Piraye Hanım’a veriyor. Piraye Hanım defteri alıyor, çantasına yerleştiriyor.
Aradan uzun yıllar geçiyor. 14 Temmuz 1950 ’de gerçeklesen genel af ile Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı da tahliye edildi. Daha sonra 1951’de Nazım Hikmet Sovyetler Birliği’ne iltica ediyor.
Hikmet Kıvılcımlı, 1950’deki tahliyeden hemen sonra, Emine Hanımla evleniyor. 22 Ekim 1954’de, Hikmet Kıvılcımlı ve arkadaşları tarafından Vatan Partisi kuruluyor. 1952-1953 yılları olmalı. Hikmet Kıvılcımlı, eşiyle Altunizade’de dolaşırken Piraye Hanım aklına geliyor. ‘Piraye de çok zorluklar yaşadı. Kendi derdimizden kendi sorunlarımızdan Piraye ile ilgilenemedik. Piraye’yi ziyaret etsek nasıl olur, acaba bizi nasıl karşılar… şeklinde iç sorgulama yaparken kendilerini Piraye’nin evinin kapısında buluyorlar.
Kıvılcımlı, iç sorgulaması şürerken kapı zili düğmesine basıyor. Kısa zaman sonrakapı açılıyor. Karşılarında Piraye Hanım. Piraye, Kıvılcımlı’yı ve eşini çok sıcak karşılıyor. Bu arada Hikmet Kıvılcımlı iç sorgulaması devam ederken, utanarak, sıkılarak 1938 de verdiği defteri soruyor. Piraye Hanım, ‘ hemen getireyim’ diyor. İki üç dakika içinde defteri Kıvılcımlı’ya veriyor. Sarı yapraklı defter 1938’de bıraktığı gibi… Hikmet Kıvılcımlı defteri bulunca çok büyük bir mutluluk duyuyor. Piraye Hanım’a sevgilerini, saygısını, minnetini ifade etmeye çalışıyor. Sarı yapraklı bu defter, Piraye Hanım’ın sandığında, katlanmış elbiseleri arasında saklanmış.
Piraye Hanım da büyük baskılar altında yaşadı. Kendisi, çocuklar, ev, her zaman takibat altındaydı. Sık sık bir semtten başka bir semte, bir evden başka bir eve taşınıyordu. Böyle bir süreç içinde bu defterin korunması çok yüksek bir bilinci gerektirir.
Bu hikayeyi, Memet Fuad’ın Gölgede Kalan Yıllar, 1997 (Yapı Kredi Yayınları) kitabında veya, Hikmet Kıvılcımlı’nın kendi günlüklerinde okumuştum.
Latife’nin veya Fuad Fegan’ın, iki çuval arşiv arasında bu sarı defteri gördükleri kanısındayım. Acaba bu sarı defterde yazılanlar, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) kitabında yazılanlarla ilgili midir? [**]
Sarı defter dönemini 1940’ların ortalarında, İlkokula giderken ben de yaşamıştım. Sarı defterin de iki çeşidi vardı. Saman kağıdı gibi olanlar çok ucuzdu. Bu deftere mürekkeple yazılamazdı. Bir de parlak, ince kağıtlı sarı defter vardı. Bu biraz pahalıydı. En pahalı olanlar beyaz kağıtlı defterlerdi.
Hikmet Kıvılcımlı Tıp Fakültesi’ne Devam Ediyor
Hikmet Kıvılcımlı’yla ilgili olarak bir anımı daha dile getirmek istiyorum, 1998’de Bursa’da Özel Tip Çezaevi’ndeydim. Bir gün gazete’de, Prof. Dr. Hüsrev Hatemi’nin (d. 1938) bir yazısını okumuştum. Hüsrev Hoca’ya yazısıyla ilgili olarak, cezaevi postası aracılığıyla eleştirel bir mektup göndermiştim. Hüsrev Hoca Çapa Tıp Fakültesi İç Hastalıkları hocasıydı. Hüsrev Hoca’nın, hukukçu Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin (d. 1938) ikiz kardeşi olduğu biliniyor.
Çok kısa bir süre sonra Hüsrev Hoca bana cevap gönderdi. Cezaevlerinden, profesörlere, basın mensuplarına, yazarlara pek çok eleştirel mektuplar göndermiştim. Hiçbirinden bir dönüş olmamıştı. Hüsrev Hoca’nın cevabı bu bakımdan dikkatimi çekmişti.
Hüsrev Hoca mektubunda, Dr. Sait Kırmızıtoprak’la, Çapa Tıp Fakültesi’nde sınıf arkadaşı olduğunu anlatıyordu. Sait Kırmızıtoprak’ın yetenekli bir öğrenci olduğunu da vurguluyordu. Sait Kırmızıtoprak’ın, sınavlar için Harbiye zindanından getirildiğinden söz diyordu. Hüsrev Hoca mektubunda çok ilgi çekici bir bilgi daha vermişti.
Şöyle diyordu: 1961-1962 yıllarında, sınıfa bizlerden çok yaşlı olan bir kişi daha geliyordu. Hiç kimseyle konuşmadan, hiç kimseye selam vermeden, gelip sınıfın en arkasındaki sırada oturur, dersleri dinler sonra yine hiç kimseyle konuşmadan, hiç kimseye selam vermeden çekip giderdi. İlk günlerde bu kişi kim, diye çok merak etmiştik. Polis mi, istihbaratçı mı diye kuşkulanmıştık. Kısa bir süre sonra, hocalarımızdan bu kişinin Hikmet Kıvılcımlı olduğunu öğrendik. Hocalarımız, Hikmet Kıvılcımlı’nın mücadelesi hakkında bilgi de vermişti. Bazı hocalar, ta 1920’lerde Hikmet Kıvılcımlıyla sınıf arkadaşı olduğunu da söylemişti.
Hikmet Kıvılcımlı ta 1920’lerin başlarında Tıp Fakültesi’ni sınavla kazanıyor. Uzun yıllar soruşturmalar, cezaevleri… yaşamış bir devrimci. Öğrenci aflarından da yararlanarak 1950’lerin sonlarında Tıp Fakültesi’ne yeniden kayıt yaptırmış. Hüsrev Hoca 1962 de beraber mezun olduk.’ diye yazıyordu.
Bu anımı, 17-18 Ocak 2013 günlerinde, İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi’nde düzenlenen, yukarıda sözü edilen ‘Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’nda Demir Küçükaydın’a da anlatmıştım.
Hikmet Kıvılcımlı da, Sait Kırmızıtoprak da ‘doktor’ olarak anılıyor. Sait Kırmızıtoprak, bir dönem, düzenli olarak doktorluk yapmıştı. Örneğin 1968’de, Isparta Devlet Hastanesi’nde doktor olarak çalışmıştı. Hikmet Kıvılcımlı’nın, Latife Fegan, muayenehanesinden, hastalarından söz etse de düzenli olarak doktorluk yaptığı kanısında değilim.
Hikmet Kıvılcımlı ile ilgili olarak küçük bir anımdan daha bahsetmek istiyorum. 1969 yılında, Ankara Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Hikmet Kıvılcımlı’yı bir konferansa davet eder. Konferans gerçekleşir. Konferans salonu çok büyük. Her tarafı tıklım tıklım dolu. Belki, binin üzerinde izleyici var. Salonda, öğrencilerin dışında, Hikmet Kıvılcımlı Hareketi’nin kitle örgütü olarak kurulan, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin yöneticileri, üyeleri de var.
Konferanstan sonra, soru-cevap bölümünde, bir öğrenci, Kürdlerden söz eder. ‘Kürd sorunu nasıl çözülecek? diye bir soru sorar. 1950’lerde, 60’larda daha çok ‘Doğu’dan, ‘Doğu Sorunu’ndan söz edilirdi. 1960’ların sonlarında tek-tük, Kürd sorunu’ kavramı da kullanılmaya başlanmıştı.
Hikmet Kıvılcımlı bu soruya, ‘bu konuyu konuşmak yürek ister, cesaret ister’ şeklinde cevap veriyor. Hikmet Kıvılcımlı, çok cesur, yürekli, dürüst bir sosyalistdi. Ama bu soruya karşı cevabı bu kadardı.
* * *
Kitapda, Asya Tipi Üretim Tarzı’ndan bahsediliyor. Hikmet Kıvılcımlı ile ilişkileri çerçevesinde, Kemal Tahir (1910-1973), İdris Küçükömer (1926-1987), Mahir Kaynak (1934-2015) İsmet Sungurbey (1928-2006), Vedat Türkali (1919-2016) gibi hocalardan, yazarlardan söz ediliyor. (s, 62, s. 66) Asya Tipi Üretim tarzı konusunda önemli bir isim de Sencer Divitçioğlu’ydu. (1927-2014) Latife, Sencer Hoca’dan söz etmemiş.
Latife Fegan’ın anılar kitabında, Oya Baydar, Yalçın Yusufoğlu, Çağatay Anadol, gibi sosyalist yazarlardan, aktivistlerden de söz ediliyor. (s.134, s. 263) Cemil Gündoğan’ın, anılar kitabının yazılmasına yaptığı yardımlara da vurgulama yapılıyor. (s. 253)
Hikmet Kıvılcımlı’nın Yurt Dışına Çıkışı
Hikmet Kıvılcımlı’nın, 12 Mart’tan hemen sonra Nisan ayı ortalarında yurt dışına çıkması için her türlü olanak kullanılıyor. Kıbrıs, Suriye, Sofya, Doğu Almanya, Arnavutluk, Yugoslavya… Hikmet Kıvılcımlı’nın bütün hesabı, Sovyetler Birliği’ne ulaşıp, Türkiye Komünist Partisi’ni konuşmaktır. Türkiye Komünist Partisi’ni canlandırmak için bunu gerekli görmektedir. Fakat, İstanbul’da Fuad Fegan’la ince ince yaptığı planlar yaşama geçmez. Kıbrıs’ta birbirlerini aramalarına rağmen buluşamazlar. Birbirlerinde haberdar olamazlar.
Yurt Dışına Kaçış Olumlu Bir Tutum Değil
Kişi olarak sosyalist parti liderlerinin, olağanüstü durumlarda yurt dışına çıkmalarına taraftar değilim. Buna sadece Hikmet Kıvılcımlı değil, Behice Boran (1910-1987), Mihri Belli (1915-201 Kemal Burkay, (d. 1937), Ahmet Kaçmaz ( 1938- 2021), Yalçın Yusufoğlu (1942-2019) gibi liderler de dahildir. Buna, sadece sosyalist parti liderleri değil, kitaplarından, yazılarından, düşüncelerinden, parti üyeliğinden vs. dolayı, soruşturmalarla karşılaşması muhtemel olan kişiler, aydınlar da dahildir.
Olağanüstü dönemlerde, sıkıyönetim dönemlerinde, Türkiye’de kaldıklarında, gözaltına alınacakları, tutuklanacakları, cezaevine konacakları … işkence görecekleri, vs. söylenebilir. Bunların hepsi de olabilir. Ama yine de Türkiye’de kalmaları, yurtdışına kaçmamaları gerekir kanısındayım. Hesaplaşma, ilgili kurumların önünde, özellikle mahkemelerde olmalıdır.
Eğer Türkiye’de cezaevlerinde kalırsanız, herkes, sizin nerede olduğunuzu bilir . Yukarıda, Hikmet Kıvılcımlı’nın, Sovyetler Birliği’ne ulaşmak için hangi yolları kullanmaya çalıştığını belirtmeye çalıştım. Bu yollarda kimse sizden haberdar olamaz. Üstelik, Kıvılcımlı hasta bir kişidir. Hastalıkla da mücadele etmektedir. Bu sürecde, karşılaşılan haksızlıklar, baskılar, cezaevlerinde yaşananlardan hiç de az değildir. Eğer cezaevinde kalmış olsaydı, cezaevinde bile hastalığıyla çok daha yakından ilgilenen yönetimlerle, doktorlarla karşılaşabilirdi. Öte yandan Türkiye Komünist Partisi yöneticisi Laz İsmail’in, Sovyetler Birliği’ne ulaşmasını engellemek için, Hikmet Kıvılcımlı hakkında ‘ajandır, Sovyetler Birliği’ne sokmayınız’ diye bir not göndermesi hiç düşünülmemiş, hesaba katılmamış bir durumdur. Bu notun, sadece Sovyetler Birliği için değil, Bulgaristan, Doğu Almanya, Arnavutluk sınır kapılarında da etkili olduğu açıktır. TKP yöneticisi Laz İsmail’in, Türkiye’deki koşullar hakkında, Hikmet Kıvılcımlı hakkında sağlıklı bilgilere sahip olmaması ise çok şaşırtıcıdır.
Olağanüstü dönemlerde yurt dışına kaçış, kanımca, devletin, hükümetin işini kolaylaştıran bir süreçtir. İlgili kişiler yurtta kalsalar, davalarla karşılaşsalar, mahkemelerde yapacakları savunmalarla, devleti, hükümeti güç durumlara düşürebilirlerdi. Yurt dışına kaçış devleti, hükümeti bu durumlara düşmekten kurtarmış olmaktadır.
* * *
Hikmet Kıvılcımlı’nın vefat etmesinden sonra, Feganlar da yurt dışına çıkar. Feganlar için, artık mültecilik hayatı başlamıştır. Avrupa’da bir süre birçok ülkede kaldıktan sonra mülteci olarak İsveç’e yerleşirler. 1975 yılında Latife -Fuad Fegan’ın bir oğlu dünyaya gelir. Ali. Fuad Fegan, 1983’de, evliliklerinin 17. yılında, Ali sekiz yaşındayken, birdenbire ortalıktan kaybolur. (s. 205 vd.) Fuad Fegan hiçbir not bırakmamıştır. Bir daha kendisinden haber alınamaz.
Fuad Fegan çok değerli bir kişidir. Güvenilir, fedakar, davaya bağlı bir sosyalisttir. Eşini, sekiz yaşındaki oğlunu, bir not bırakmadan, hiç kimseye haber vermeden kaybolması şaşırtıcıdır. (s. 205 vd.)
Fuad Fegan’ın kaybolması, insan zihninin, ruhsal yapısının karmaşıklığını, kolay kolay anlaşılamaz olduğunu göstermektedir
Buna rağmen, insanlarda, hiç kimseyle paylaşmadığı sırları, duyguları, düşünceleri olabilir. Bu herkeste vardır. Kitapda Fuad Fegan’ın kayboluşu ile ilgili bölümü okurken, Göleli Berfo Ana’nın anlattıklarını anımsadım. O, ‘oğlum belki bir yerlerden çıkar gelir, diyerek, geceleri bile kapıyı açık bırakarak yatıyorum.’ diye anlatırdı. Bende de, ilgili bölümü okurken, Fuad Fegan bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibi duygular oluşmuştu.
Fuad Fegan kaybolduğunda 46 yaşındadır. Kaybolmayı, insanlık hallerinden biri olarak anlamak gerekir.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Aşkı
1968 yılı başlarında bir gün, Hikmet Kıvılcımlı, Latife Fegan’a ‘seni seviyorum çocuğum. Nihayet içimde biriktirdiğim duygularımı açıkladım…’ diyerek aşkını ilan ediyor. Latife Fegan çok şaşırıyor. Ne diyeceğini bilmiyor. Hikmet Kıvılcımlı ısrar edince, bunun mümkün olmadığını, evli olduğunu, kendisine çok saygı duyduğunu, ilişkilerinin, baba-kız ilişkisi gibi devam etmesi gerektiğini söylüyor. Latife Fegan, akşam bu durumu hemen Fuad Fegan’a anlatıyor. Feganlar, bundan sonra da, Hikmet Kıvılcımlı’yla ilişkilerini sürdürüyorlar. Baba-kız, baba oğul gibi, ilişkiler Kıvılcımlı vefat edene kadar sürüyor. Aşk olayını da insanlık hallerinden biri olarak anlamak gerekir.
Bu olay, Hikmet Kıvılcımlı gibi yaşı oldukça ilerlemiş, hayatı hep mücadele içinde geçmiş, hayatının her dakikasını devrimci mücadele için harcamış, zindanlarda ömür geçirmiş, üstelik evli bir kişinin de, aşık olabileceğini, aşkını ilan edebileceğini göstermesi bakımından dikkate değer. Bu olayda Fuad Fegan’ın tepkisi, genel olarak Türk erkeğinin göstereceği bir tepki değildir. Gün Zileli’nin de belirttiği gibi, Türk erkeğinin, bu konulardaki tepkisi daha agresiftir. Fuad Fegan’ın, Kıbrıs’daki AKEL saflarında (Emekçi Halkın İlerici Partisi) yetişmiş, sosyalist düşünceyi ve eylemi bu süreçte benimsemiş bir kişi olması, olgun davranışında, baba-oğul ilişkilerinin sürdürüyor olmasında etkili olmuş görülebilir.
Latife Fegan’ın bu olayı açıklaması da dikkate değer bir gelişmedir. Bu gelişme, kanımca, Türk kadınlarının, bu tür olaylarla ilgili davranışlarına uygun bir tutum değildir. Türk kadınları, bu tür gelişmeleri genel olarak gizli tutmaya çalışırlar. Latife Fegan’ın davranışının açık yürekli, cesur bir tutum olduğu açıktır. Bu da, kanımca demokratik değerleri hazmetmekle yakından ilişkilidir.
* * *
‘Yazmasaydım Olmazdı!’ kitabında kaybolma olayları dikkat çekiyor. s. 190’da da şöyle bir bilgi var: “Ahmet Camuşoğlu’da 1980’li yılların sonlarında Pendik’deki evinde, nüfus kağıtları da bırakarak ‘kayboldu’. Akıbeti hala bilinmiyor.”
Kitapda, ‘Nurettin Öztürk de kayboluyor’ şeklinde bir bölüm de var. (s. 217-218) Nurettin Öztürk’ün 1983’de Suriye’den kaçak yollarla, Türkiye’ye girerken yakalandığı, sorgu sırasında kaybedildiği şeklinde bir anlatım da var.
Latife Fegan kitabında Sarp Kuray’ı, eşi Ayşe Emel Mesci’yi, Partizan Yolu hareketini şiddetle eleştiriyor. (s. 189-204), (s. 225-230)
Ayşe Emel Mesci adı, zihnimi 1971 İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’ne, yargılamalara götürdü. O dönem, Mahir Çayan ve arkadaşlarının THKP-C dava dosyasında üç kadın tutuklu hatırlıyorum: Kadriye Deniz Özen, İlkay Alptekin, Ayşe Emel Mesci.
Kadriye Deniz Özen’i Mülkiyeli ağabeyi Hayri dolayısıyla tanıyorum. 1960’ların sonunda bir kış günü Erzurum’a, ağabeyini ziyarete geldiğinde Kadriye Deniz ile ben de görüşmüştüm. Kadriye Deniz Özen, bana, ‘sana, Mahir Çayan’dan, öbür arkadaşlardan selamlar getirdim…’ demişti. Mimarlık, grafikerlik tahsili yapıyordu. Ankara da Kurtuluş semtindeki evlerini de biliyorum. Kendilerini devrime adamış bir aileydi. 1960’ların sonlarında Hayri Özenle, Atatürk Üniversitesi’nde beraberdik. Hayri’yle birlikte yine Mülkiyeli Cemal Özgüven’i ve Azize’yi de hatırlıyorum.
O dönemde, Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’ndeki duruşmalar basına yansımazdı. Ama, Ankara, İstanbul, İzmir, Çukurova … Sıkıyönetim Mahkemelerinde ki duruşmalar zaman zaman basına yansırdı. Bir gün, İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi’nde görülen THKP-C davası’nda, İlkay Alptekin’in bir fotoğrafını görmüştüm. Dik duruşu, bakışı, yüzü, insana gurur veriyordu, insanın duygularını yükseltiyordu.
O dönemde, Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nde, Ankara’da, Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nde görülen Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) davalarını, İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nde görülen Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) davalarını ilgiyle izlerdik. Şüphesiz, basına yansıdığı kadarıyla izlerdik.
* * *
1990’ların başında, İstanbul’da, bir kış günü Günay Aslan’ın evinde Necmi Demirle ve İlkay Alptekin Demirle karşılaşmıştım. Günay Aslan o zaman Alman gazeteci bir kadınla evliydi. O dönemler, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde davalarım vardı. Devlet Güvenlik Mahkemesi o zaman, Cağaloğlu’nda , Gülhane Parkı’nın ana giriş kapısının karşısındaki binadaydı.
Bu fotoğraftan, o akşam, İlkay’a ve Necmi’ye de söz etmiştim. İlkay Alptekin
12 Mart Rejimi’nde tutuklandığında Tıp Fakültesi’nde öğrenciydi. 1974 genel affından sonra Belçika’ya gitmiş, tıp tahsilini tamamlamış, doktor olmuş.
Ayşe Emel Mesci tiyatro sanatçısıydı. Antigone yorumları dikkate değer.
Ayşe Emel Mesci bugün Cumhuriyet Gazetesi yazarları arasında. Gazetede köşesi var. Latife Fegan, Ayşe Emel’i çok eleştiriyor. Ama onun, 12 Mart sürecinde THKP-C Dava dosyasında yargılanması, bugün, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşe yazarlığı hakkında bir düşünce belirtmemiş.
Kitapda dikkatimi çeken bir isim de Gülay Ünüvar (Özdeş) oldu. (s. 238) Tuncer Sumer’in, Erikler Çiçek Açınca, Nurhak’ı Hatırlamak, (Enis Rıza & Ebru Şeremetli) kitabında, Gülay Ünüvar’ın adı çok geçiyordu. (Ayrıntı Yayınları, 2014, İstanbul)
Ayrıntı Yayınları, kitapda, Tuncer Sumer’i şöyle belirtiyor:
Bu kitap Tuncer Sümer'in tanıklığı… Hayatından bir kesit, aklında kalanlar. Bizi ona yaklaştıran, ortak hafızamız bir yana, onun yaşananlara ve arkadaşlarına dair vefası, içtenliği, yalınlığı ve çıkarsızlığı oldu.
Burada ‘çıkarsızlık’ çok önemli bir kavramdır. ‘Çıkarsızlık’ vurgulaması Gülay Ünüvar (Özdeş) için de yapılabilir.
Tuncer Sumer’i çok yakından tanıyorum. 1960’ların sonlarında, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciydi. Tuncer Sumerle birlikte Kadir Manga’yı, Cengiz Baltacı’yı, da hatırlıyorum. Bu arkadaşlar, Filistin’e de gitmişler, Filistin’den dönerken, Diyarbakır’da yakalanmışlar, bir süre Diyarbakır Sur’daki Cezaevi’nde kalmışlardı.
Tuncer Sumer’in ağabeyi Mülkiyeliydi. Benden önceki bir dönemde mezun olmuş. Kazgan dergilerinin eski sayılarına bakarak ve sekiz ciltlik Mülkiye Tarihi kitaplarını inceleyerek kendisi hakkında bilgi sahibi olmuştum.
* * *
Latife Fegan’ın ‘Yazmasaydım Olmazdı’ kitabında Ali’nin akıbeti beni çok düşündürmüştü. Kitabın sonlarında belirtiliyor. (s. 236) Ali, İsveçli eşiyle birlikte gazeteci. İsveç’de eşi ve çocuklarıyla mutlu bir yaşantısı var. Bu durumdan çok sevindim. Pirgaip ailesinin beşinci çocuğu İrfan’ın talihiz yaşamı insana hüzün veriyor. Umarım, eşi çocukları sağlıklıdır, mutludur.
___________
(*) Latife Fegan’ın Anıları konusunda Gün Zileli’nin de bir değerlendirmesi olduğunu belirtelim. (Latife Fegan'ın anıları: Yaşanan geçip gider, hatırat kalır… (artıGerçek, 31 Ocak 2022)
(**) İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), Hikmet Kıvılcımlı’nın, 1932-1933 yıllarında Elazığ Cezaevi’nde hazırladığı bir çalışmadır. Bu çalışmada Kürdistan sömürge olarak değerlendirilir. Kürdistan Afrika sömürgeleriyle karşılaştırılır. Kürdistan’ın sadece, Kuzeyi, Bakur ele alınıp incelenmiş. Bu çalışmada çok dikkate değer bir anlatıya rastlamıştım. Cezaevinde kuyu tuvaletler var. Tuvaletler, kanalizasyona bağlanmamış. Zaman zaman kuyu tuvaletlerin boşaltılması gerekiyor:
Aklımda kaldığı kadarıyla Hikmet Kıvılcımlı’nın şöyle bir anlatısı vardı : Bir gün havalandırmada volta atarken, avludaki bir gardiyanın, bir-iki kat yukarıdaki gardiyana bağırmasına şahit oldum. Avludaki gardiyan yukarıdaki gardiyana şöyle bağırıyordu. X, üç-dört Kürd gönder, bok taşınacak. Avludaki gardiyan yukarıdakine birkaç defa böyle bağırmıştı: X, üç-dört Kürd gönder bok taşınacak. Bu ifadeden dolayı okuyucudan özür diliyorum. Ama konunun bu şekilde anlatılması gerekir kanısındayım. Okuduğum metinde de böyle anlatılmıştı.
Daha sonra, Hikmet Kıvılcımlı, analizinde, bütün kirli işlerin Kürdlere yaptırıldığını da anlatıyordu.
İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) kitabı Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra yayımlandı. Kitap yayımlanmadan önce, sarı defterden alınan bazı bölümleri yayımlanmıştı. Bu anlatıya o metinlerde rastlamıştım.