Lord Kinross’un 1951 Bitlis Ziyareti
“Lord Kinross – Kutsal Anadolu Toprakları” adı ile 2003 yılında Türkçe’ye çevrilmiş bir kitabı okurken, hem dili hem tanımları içime bir şüphe düşürünce, kitabın orijinli olan İngilizce’sini bulup karşılaştırmaya karar verdim.
Önce Türkçe’ye çevirilen kitabın asıl isminin o olmadığını, İngilizcede "Within the Taurus – A Journey In Asiatic Turkey" olduğunu anladıktan sonra, İngilizce metni hangi kütüphanede bulabilirim diye aramaya başladım. Tek bir kütüphanede, Stokholm’daki Kürd Kütüphanesi’nde buldum. Bitlis kısmı başlığının Türkçeye "Güneydoğu Anadolu’da Kürdler ve Araplar" şeklinde çevrilmişken, orijinalinde "Kurdistan and Arabistan" olduğunu gördüm. Bunun üzerine kitabın bu Bitlis kısmını, 1954’de yayımlanmış olan İngilizce aslından Türkçe’ye çevirmeye karar verdim.
Türkçe okurların kendisini 1966 yılında yayımladığı "Atatürk – Bir milletin yeniden doğuşu" adlı kitabı ile İngiliz olarak tanıdığı yazar Lord Kinross’un asıl adı, John Patrick Douglas Balfour, III. Baron Kinross’dur ve aslen İskoçdur (1904 – 1976).
1951 yazında Türkiye'nin çeşitli yerlerini gezerek izlenimlerini "Within the Taurus" adlı kitabında toplayan Kinross, Bitlis’e gelmeden önce Van’a, Akdamar adasına, Tatvan’a ve Ahlat’a uğruyor. Van’ın Kürd, Türk ve Ermeni tarihine dair detaylarını da yazan Kinross, ona refakat eden Türk gazetecinin Gevaş’taki eski bir Ermeni şapelini nasıl "Selçuklu Kümbeti" diye aktardığını ve Akdamar adasındaki Ermeni kilisesinin de bir "Yunan kilisesi" olduğunu kendisine söylediğini belirtiyor. Deniz (göl) yolu ile Tuğ’a (Tatvan) gelen yazar, orada Denizcilik İşletmesine ait otelde konaklıyor.
Tatvan’da yazarı Nemrut Krater Gölü ve Dağı’na, oradan da Ahlat’a götürebilecek bir dişçinin olduğunu ona haber veriyorlar. Yazar, bu dişçinin sepetli bir motosikletinin olduğunu, Bitlis’teki evinde bir çift evcil ayı beslediğini, annesi Alman babası Türk olan ve Almanlara benzeyen biri olduğunu yazıyor. Dişçinin motosikleti ile Ahlat’a gittiklerini ve orada kaymakam (vali diye geçiyor) tarafından karşılandıklarını da aktaran Kinross, kaymakama Ahlat’ı ziyaret eden Lynch (1890’lar) adındaki bir seyyahın anlattığı Kürd mezarlarını sorduğunda, kaymakamın, hışım ile "Burada hiç bir Kürd hiç bir zaman yaşayıp ölmemiştir. Ahlat çok eskiden beri, 1071 ve o dönemlerden beri hep Türklere ait olmuştur" dediğini aktarıyor. Kinross şöyle devam ediyor: "Türklerin burayı fethetmesinden önce, bir Ermeni şehri olan ve ismi Klath olan Ahlat, Arap akınlarına maruz kalmış. Selçuklular Manzikert (Malazgirt) Savaşı sırasında burayı da işgal etmiş ancak, uzun süre sahip olmamışlar ve çok geçmeden burayı Merwanî Kürd hanedanına bırakmışlar. O zamandan sonra da Ahlat sürekli Kürdler, Türkler, Moğollar ve Türkmenler (Akkoyunlular) arasında el değiştirmiş. Ancak kimi zaman otonom kimi zaman Türk hükümdarlığına tabi olan bir Kürd beyliği olarak hep varolmuştur." Kinross, ayrıca Ahlat için Orta Çağ’da çok önemli bir şehir olduğunu, Şam ile kıyaslandığını ve kısmen Müslüman kısmen Hristiyan olan şehirde Farsça, Ermenice, Kürdçe ve Türkçe dillerinin özgürce konuşulduğu ve balıkçılığın revaçta olduğunu da belirtiyor. Şehrin 1951’deki halini de aktaran yazar, "Ermeni – Selçuklu mimarisine sahip üç işlemeli kümbet’den de bahsediyor.
Onları motosikleti ile Ahlat’a götüren dişçinin hastaları için Bitlis’e dönmesi gerektiğinden, Nemrut’a çıkamayacaklarını anlayan yazar, fahiş bir ücret karşılığında kendilerini Tatvan limanı girişine kadar bir kamyonun getirdiğini, orada bir kahvehanede bekledikten sonra da, başka bir kamyon ile otellerine döndüklerini anlatıyor.
Aşağıdaki çeviri, Lord Kinross’un 1951 yazında ziyaret ettiği Bitlis’e dair anlatımlarını topladığı "Within the Taurus – A Journey in Asiatic Turkey" adlı İngilizce kitabının, onuncu bölümünün 136–140 sayfalarını kapsamaktadır. Çeviri eserin aslına sadık kalınarak yapılmıştır.
* * *
Onuncu Bölüm
KÜRDİSTAN ve ARABİSTAN
Körpe Dicle – Ovalara İniş – Bitlis’in Delisi – Diyarbakır ve Surları – Kavunlar ve Diğer Sarhoş Edici İçkiler – Mimari Bir Acayiplik – Mardin’in Hristiyanları – Tenha Bir Seyahat – Urfa ve Balık Havuzları – Akdeniz’e
Her ikisi de tarihçi ve filozof olan Pliny ve Strabo da, "ok" anlamına gelen Tigrisyani Dicle nehrinin kaynağının Van’ın doğu taraflarındaki dağlardan başlayıp, gölden geçerek – yada o zamanlarda var olan iki başka gölden geçerek aktığına inanıyorlardı. Torosların dağ engeline takılarak bir mağaraya yönelen kaynağın, yer altından akarak daha sonra dağın diğer tarafından çıktığını söyler Pliny. Claudius Caesar’dan alıntı yaparak, bu bölgede suların yükseldiği zaman Dicle ve Fırat nehirlerinin (yada onların kollarından biri olan Murat Nehri) birbirlerine karışmadan beraber aktıklarını ve sonrasında da ayrıldıklarını yazar. Dicle nehri elbette Van Gölü’ne dökülmüyor, gölün güneybatısından akarak geçmektedir. Ancak Claudiıus’un anlatımı tamamıyla kurgu değildir. Fırat ne Dicle’nin kolları olan Kara Su ve Bitlis Suyu, Nemrut’un altındaki Muş Platosu’nda bulunan bataklıklardan belirli mevsimlerde aynı seviyeye yükselerek, değişik istikametlere doğru akarken aynı kaynaktan da besleniyor olabilirler.
Tatvan’dan Bitlis’e doğru deniz seviyesinden aşağıya doğru ilerlerken, Dicle’nin küçük bir kolu da bizimle birlikte kıvrılarak akıyordu. Torosların dahilindeki bir vadiden, Mezopotamya’nın kızgın ovalarına doğru bir inişti bu. Benim bir ay veya daha öncesi Pontus dağ engelleri boyunca yaptığım dönemeçli tırmanıştan, daha ani ve hızlı bir iniş. Bu küçük su akıntısı Bitlis’e doğru ilerledikçe hızlanarak, derin bir boğazda diğer üç başka akıntı ile birleşiyordu. Tam bu stratejik noktada bulunan mağrur bir duruşa sahip olan kale gözlerden kaçmıyordu. Burası aynı zamanda Mezopotamya’yı Anadolu’dan ayıran Doğu Torosların dağ engellerinin olduğu bazı geçişlere de sahip. Kalenin dağa bakan cephesine, Türkler tarafından oraya gelip gören ve fetheden dört Titanın isimleri kazınmış: Mete, Atilla, Ergenekon, Cengiz.
Diğer Türk kahramanlarının Bitlis ile alakası olmadığı gibi, asıl kale ile alakası olduğu düşünülen ise özellikle Büyük İskender’dir. Rivayete göre İskender Bitlis vadisinden ordusu ile birlikte geçerken, kaleden çok etkilendiğinden komutanlarından ismi Lais veya Lis olanını, kaleyi güçlendirmek için bırakır. Seferinin dönüşünde Bitlis’ten geçen İskender, karşısında güzergahını engelleyen ve zapt edilemeyen bir kale bulur. Kaledeki generali olan Lis en sonunda yakalanarak İskender’in huzuruna çıkartılır. Lis durumu şöyle izah eder: "Efendim, bana sağlam bir kale inşa etmemi emir etti. Şimdiye kadar inşa edilmemiş en sağlam kaleyi. Hizmetkarının itaatkar olduğunu, zamanının bu en büyük savaşçısı olan efendime göstermek için, kalede direnmekten başka ne gibi bir yol izleyebilirdim ki?" İskender, komutanının savunmasını haklı bularak onu kutsayıp vaftiz eder ve ona Farsça’da kötü adam anlamına gelen ‘Bed Lis’ adını verir, ki bu da şehrin şimdiki adıdır. Bu rivayetin Doğu Masalları açısından iyi bir örnek olduğuna dikkat çeker Lynch. Her ne kadar İskender dönemine ait bir sikkeyi buranın çarşısında bulup satın almış olsam da, İskender’in buraya uğradığına dair herhangi tarihi bir kanıt bulunmamaktadır.
Bu rivayet, vadinin bu geçiş noktasına asırlardır hükmeden Kürd beyleri tarafından da aynı şekilde büyük olasılıkla anlatılmıştır. Bu Kürd beyleri ki en asgari vergiden fazlasını kimseye ödemeyen ve Sultan’a karşı Şah ve Çar ile müzakere edebilenlerdir. Seyyah Tavernier zamanında (1660’lar), Bitlis’in hükümdarı olan Kürd beyi, İstanbul’un dahi gözardı edemeyeceği rakamlarda olan, yirmi beş bin kişiden oluşan bir orduya sahipti. Bu durum, Kürd beylerinin en sonuncusu olan Şerif Bey’in 1849’da Türkler tarafından devrilmesine kadar da devam etmişti. İlginç ve karizmatik biri olan Şerif Bey’i yazar Willbraham şöyle tarif etmiştir: "Şaşalı giyinen, uzun boylu ve yapılı, otuz yaşlarında, oturup kalkmasını bilen, melankolik takılan yakışıklı bir kişi." Daha da ilginç olanı, Şerif Bey’in sülalesinin yeni kurulan hükumet dönemine kadar da gelmiş olmalarıdır. Demokratların adayı olan ve bize şehri gezdiren Bitlis’in şimdiki belediye başkanı, zevk ve kalite sahibi olduğu belli olan biriydi. Üstelik şehrin tarihine dair, özellikle de Şeriflerin (Şerefhanlar) mezarlarına karşı büyük ilgisi vardı, ki bunun nedeni de kendisinin onların torunu olduğunu söyleyip, kartvizitini bize uzatması ile anlaşılmıştı: "Adil Şerefhanoğlu" – yani ‘Şerefhanların Oğlu’ demekti bu. Atalarını utandırmayacak siyasi bir kıvraklığa sahip olan bu bey, Bitlis’te yakında gerçekleşecek bir ara seçim öncesi, bölgede büyük ağırlığı olan ve bu seçimin baş adayı olan Şeyh’i, Halk Partisi’nden Demokrat Parti’ye geçmesine ikna etmiş.
Bitlis şehri, sahip olduğu zor ve sarp coğrafik şartların etkisi ile biçimlenerek, iki boğaz arasındaki dik yamaçlara kurulmuş. Küçük Dicle ve diğer akarsu olan Kosor (Kevser), ilk kez su seviyelerinin yükselmesi ile bir nehir seviyesine çıkma şerefine nail olmuşlar. Bu suların üzerinde ise otuz altı taneden az olmayan, bazısı tepeli bazısı düz, bazısı sivri bazısı kemerli olmak üzere Fars mimarisinden Roma mimarisine kadar değişik mimari tarzlara sahip köprüler mevcut. Bu iki akarsuyun hızlı akan akıntıları ise, harabe kalenin dibindeki kayaların önünde birleşiyorlar. Binalar ve arazideki yapılar, sarı-pembemsi volkanik taşlardan yapılmış ve şehrin bu sert görünümü her yerde var olan kavak ve dut ağaçları ile dindirilmiş. Her ne kadar şehrin Türk doktoru hijyen ve temizlik konusunda çaresizliğini dile getirse de, kabaca kaldırım taşları ile döşenmiş olan şehrin dolambaçlı sokakları, 1897’de Bitlis’ten geçen peder Hepworth’un tarif ettiği "düşünülebilecek en ilginç ve kirli şehir" ile alakası yok.
Şehir, değişik yerlerine serpilmiş kubbeler, koni yapılar ve minareleri ile, halen o İslami feodal beylik gururunu muhafaza ediyor, her ne kadar biraz o ihtişamını yitirmiş olsa da. Büyük olasılıkla on yedinci yüzyıldan kalma olan kale duvarları halen ayakta kalabilmişler. Kalenin içi, gün boyu oradaki mazgallı siperlerden şehrin sokaklarını memnun bir şekilde izleyen mahkumları tutabilecek büyüklükte bir hapishane olarak kullanılıyor. Selçuklu mimarisini andıran ve barakaya benzeyen bir büyük cami, irili ufaklı düz damlı ve dikdörtgen şeklinde, içleri Kürd evlerinde dokunan tüvit yünlü seccade ve kilimlerle kaplı camiler mevcut. Bolca türbe bulunmakta. Üzerinde bir Osmanlı aslanı kabartması olduğu söylenen, ancak belki Ruslar belki de Kürdler tarafından bu kabartma tahrip edilmiş, tonozlu bir han var. Ayrıca epeyce şatafatlı görünen üç tane de medrese mevcut. Bunlardan bir tanesi, ki Gök Meydan’da bulunmakta, mimarisi ile konumlandırıldığı tepenin üzerinde büyük bir asalet ve ihtişam ile duruyor. Köşelerinde bulunan kuleler askeri amaçla inşa edilmişler. Cephe yüzeyindeki birbiriyle kesişen geometrik ve çizgisel ögelerden oluşan süslemeler göze çarpıyor. Ancak günümüzde buranın askeri bir depo olarak kullanılmasından kaçınılamamış. Diğer ikinci medresenin ise, bizim burada otel olarak kullandığımız Şerefiye Oteli olduğunu öğrendik, ki biz Van’da iken otelin sahibi büyük bir içtenlikle bize burada konaklamamız için tavsiyede bulunmuştu. Otelin sahibi yaklaşan ara seçimlerle meşgul olduğundan, bize konaklayabileceğimiz kubbeli bir oda verdirmişti otelinde. Odanın tek penceresinden aşağıda güçlü bir akıntı ile akan çayı görebiliyorduk. Odadan çıkılınca büyük bir avluya varıyorduk ki belediye başkanı bizler için orada Bitlisli folklorcuların sahne aldığı bir folklor gösterisi düzenletti. Geniş pantolonları ve kuşakları içerisinde, dağ kültürüne has davul ve zurna ritimleri eşliğinde hopluyor zıplıyor, el çırpıyor ve disiplinli bir şekilde oynuyorlardı.
Ancak Bitlis sadece İslamiyet’ten ibaret değil. Yüzyıllar boyunca içinde barındırdığı Hristiyan nüfusunun ortaya çıkardığı ticari zenginliği ile, bir Ermeni şehri olarak da var olmuştur. Ama Ermeni başkaldırı hareketinin merkezi haline gelerek, 1900’lerin ilk kıyımlarından birisini yaşamıştır. Seyyah Lynch 1897’de burada büyük bir korku ve kıyımın hüküm sürdüğünü belirtmiş ve 1915’te "Kasaplar Taburu" ile Cevdet Paşa da geri kalan işi tamamlamış. Bu nedenlerden dolayı Bitlis’in bir Ermeni şehri olma safhası kapanmış. Bugün (1951) var olan Ermeni nüfusu I. Dünya Savaşı sırasındaki nüfusunun % 15’i kadardır. Şehirdeki büyük tonozlu Ermeni çarşısı harabe halinde görülebiliyorken, o çarşının artık olmayan tüccarlarının boş ve sahipsiz evleri de bir yara gibi yamaçlarda bulunuyor. Bir Hristiyan şapelinin harabeleri dumanla kararmış durumda ve üzerindeki haç kabartmaları da ciddi şekilde tahrip edilmiş. Büyük bir Ermeni kilisesi olan yapı, tekrardan içi düzenlenerek depo haline getirilmiş. Yeni ve güzel bir Türk hapishanesi, Ermeni mezarlığı üzerine inşa edilmekte.
Bitlis’teki Ordu Evi’nde çok iyi misafir edilerek ağırlandık. Bizi eğlendiren ise alayın maskotu olan şehrin delisiydi. Asimetrik bir yüze sahip, kemerli bir burnu olan, kel, kaygısız ve özürlü biriydi Mito adındaki bu maskot. Kırışık bir üniforma giymiş Mito’nun omuzlarında gösterişli apoletler, göğsünde de subayların verdiği madalyalar asılıydı. Belinde kızıl bir kuşak, omuzlarında Amerikan generallerinin taşıdığı üç yıldız vardı. Subaylar onunla eğlenerek boğazından aşağıya rakıyı boşaltıyorlar, arkasından da biber ve mısır (koçanı) tıkıyorlardı. Onu tekme tokat ile tartaklıyor, kulaklarını çekiyor, yanaklarını ve burnunu sıkıyor, onun da hoşuna giden köpek muamelesi yapıyorlardı Mito’ya. Tam oturacakken altından sandalyesini çekiyor, sonra da oturmasına yardım ederek bir konuşma yapmasını istiyorlardı. Mito da askeri bir eda ile:
"Ben bir Türküm. Cesurum. Polis Ali evli. Ben sporcuyum. Yaşasın!" diyordu.
Anlaşılan evlilik konusu Mito’yu düşündürüyordu, ki kendi dünyasında evli olduğunu, Kore’de savaşan iki oğlunun bulunduğunu ve kızının da bir teğmen ile evli olarak İstanbul’da ikamet ettiğini kurgulamıştı. Bunun yanında Ordu Ev’inde çalışan Nemediye adında yerli bir bayan ile de bir ilişkisinin olduğu meselesinden çok haz duyuyordu. Öyle ki subaylar her "Bu gece Nemediye ile kim birlikte olacak?" diye sorduklarında, o göğsüne vurarak "Mito" diye bağırıyordu. Daha da sarhoş olan Mito, subayların milliyetçi sözlerini, subayları, gramofondaki plakları ve benim İngilizce konuşmamı taklit ederek, bu konudaki yeteneğini de gösteriyordu. Sonunda yanaklarına allık sürüp beline de bir masa örtüsü dolayarak bir dansöz gibi oynamaya başladı, ancak ayakta duramayarak yere düşmesine rağmen, yine de ortalık alkışlara boğuldu.
"Geçenlerde yalandan kendisini muayene ederek Kore’de savaşmaya uygun olduğunu söyleyince, çok mutlu oldu Mito" diye ekledi doktor.
"Fiziksel olarak nasıl?"
"Tamamıyla yetişkin biri. Ancak zihinsel olarak üç yaşındaki bir çocuk seviyesinde."
Bütün bu açıklamalar bana dehşet verici göründü. Ertesi gün şehrin girişinden otobüse bindik ve Kurtalan’daki tren istasyonuna doğru yola çıktık. Yol boyunca Dicle’nin bu genç kolu bizimle birlikte tipik bir dağ suyu olarak akıyor ve civardaki ceviz ve kavak ağaçlarının suyunu temin ediyordu. Yolda üzeri kamış ve çalı çırpı ile örtülmüş bir açık hava restoranında öğlen yemeği molası için durduk. Suyu tertemiz fışkıran bir kaynağın yanında olan bu restorandaki yemekler, odun ateşinde yapılıyordu. Bu mıntıkada artık Torosların toprakları daha da yumuşayarak kireç taşına dönüşüyor, mavi grimsi gün ışığı içerisinde seyrek yeşillikler görünüyordu. Dağları ve Dicle’nin kolunu ardımızda bırakarak uçsuz bucaksız gibi görünen ve sadece ılgın bitkilerin yetiştiği düzlüklere vardık. Kızgın güneşin altında yanmış yarı çıplak köylü erkekleri, öküzlerini o yavaş akan sularda yıkıyorlardı. Kurtalan sanki güneşte kuruyarak kararmış kulübelerin oluşturduğu bir yığın gibiydi. Burada bizi batı istikametindeki bir sonraki durağımız olan Diyarbakır’a götürecek treni beklerken zaman geçmek bilmiyordu.
________
Kaynak: http://www.bitlisname.com, 13.11.2018