SORGUDA-I
Havalar henüz ısınmamıştı; yünlü oduncu gömleğim vardı üzerimde ve bir kaç gündür takip edildiğimi hissediyordum. Çok ciddiye almamıştım. Ne de olsa Diyarbekir o dönemlerde ağır OHAL koşullarında yaşam savaşı vermekteydi. Herkesin takip edilme ihtimali vardı yani.
Şehrin her köşesi polis, özel tim, JİTEM elemanı kaynıyor, günde onlarca kişi sokaklarda ensesine sıkılan kahpe kurşunlarla, işkencede veyahut JİTEM tezgahlarında vahşice katlediliyordu.
Akşam güneş batar batmaz ölü şehre dönüyordu Diyarbekir. Uykuları olmasa bile evin tüm ışıklarını akşamdan kapatıyordu herkes. Sokaklar sadece metalik sesler, telsiz sesleriyle çınlıyordu sabaha kadar.
Kırmızı bir bisikletim vardı, onunla işime gider gelirdim.
O akşam bisikletle eve dönerken, Şahin marka kırmızı bir arabanın beni takip ettiğini fark ettim. Çalışanlarının akşam temizliği yaptığı, eski Diyarbekır terminalinin karşısındaki kamyoncu lokantasının kapısında, yol kenarında duraksadım. Amacım lokantacıdan bir şey istiyormuş gibi yapıp izleyenleri şaşırtmaktı. Amacıma ulaştım ve araba mecburen beni geçmek zorunda kaldı. Geçerken göz ucuyla bakıverdim şöyle, evet, dört iri kıyım zebellah vardı içinde. Kimisinin birbirine karışmış saç sakalları, kimisinin Türkçü-ırkçı fare kuyruğu bıyığı ilişti gözüme. Beni geçip elli metre kadar ileride, şehir merkezine giden sağdaki yolun kenarında, petrol ofisinin köşesinde durdular. Evime gitmem için yanlarından geçmem gerekiyordu. Ama ani bir hareketle refüjün ortasından karşı yola geçtim ve ters yoldan hızla bisikletimi sürdüm. Beni fark edince çabucak arabadan indiler, silahlarını çektiler. Fakat karşıdan gelen arabanın aniden aramıza girmesini fırsat bilip, Seyrantepe tarafında ilk sokağın karanlığına daldım. Tanıdığım bir sokaktı. Köşeyi dönerken arkama baktım. Üçü yolun bu tarafına geçmişti ama sokağın karanlığına girmeye cesaret edemediler herhalde. Bir tanesinin elleri böğründe, öylece donup kaldıklarını gördüm. Çünkü kuş olup avuçlarından uçuvermiştim akşam tenhalığında. Şaşırmışlardı.
O gece evde yalnızdım. Ne yapmam gerektiği konusunda uzun uzun düşündüm. Önümde iki yol vardı; ya gizlice Diyarbekır’den çıkmalıydım ya da sabahleyin kalkıp hiçbir şey olmamış gibi işime gitmeliydim. Eğer aranıyorsam zaten gelip beni alacaklardı. Artık ne olacaksa katlanmalıydım.
Dışarıya gitmek için birkaç seçenek vardı; dağa gidebilirdim, herhangi bir Türk metropolüne gidebilirdim, bir de Avrupa’ya çıkmak için yollar arayabilirdim. Ama eğer kalıp yakalanacaksam asla yalnız kalmamalıydım. Çünkü o dönemde şahitsiz ispatsız gözaltına alınanların bir daha geri geldiği yoktu Diyarbekır’de! Gerçi şahidi ispatı olanlar da işkencede öldürülüyordu. Sonra cesedi üçüncü kattan atıp “işte kaçmak istedi, camdan atladı” falan diye rapor yazıp sahiplerinin eline tutuşturuyorlardı. Kimi kime şikâyet edeceklerdi ki? Giden gittiğiyle kalıyordu. Fakat her şeye rağmen eğer bir şahidin varsa, basına falan da haber verilmişse, sağ kalmak için umut vardı her zaman.
Sabahleyin kardeşimi çağırdım, birlikte işyerime gittik. Aslında annem de geldi, biraz oturdu. Ama daha sonra zorbela onu kandırıp eve gönderdim. Sanki annemin gitmesini beklemişler gibi, annem uzaklaşır uzaklaşmaz iki araba dolusu adam geldi. Aralarından birisini tanıdım. İşyerimin arka tarafındaki binalardan birinde oturuyordu. Yağışlı günlerde ekip arabası kendisini alana kadar saçağımın altında beklerdi. Birkaç kez konuşmuşluğumuz da olmuştu. Bir keresinde evde eski gazetelerin olduğunu, kiloyla satın alıp almayacağımı sordu. Getirdiğinde hepsinin Zaman gazetesi olduğunu görmüştüm.
İşyerimi kapattım. Beni bir arabaya kardeşimi diğerine bindirdiler yola çıktık. Hastaneye götürürken gözlerimi bağlamadılar ama sağımda solumda oturanlar beni iki büklüm katlayıp kafamı ön koltuğun arasına ittiler, beni ezerek bir birlerine dayanmışlardı. Dışarıdan bakınca kimse göremezdi. Belim kırılacak gibi oldu, nefes alamıyordum, göğüs kafesimin içindekiler sıkışmış göğsüme sığmıyordu. Amansız bir işkence haliydi. Tabi bu arada konuşuyorlardı benimle, işte beni takip ettiklerini, dün gece ellerinden nasıl uçup gittiğimi falan anlatıyorlarken, arada pis pis şakalar yapmayı da ihmal etmiyorlardı... Örneğin, hapishanede şişlenmelerden söz ederken parmaklarını da şiş gibi yapıp böğrüme, böbreklerime vahşice batırıyorlardı. Ama iki büklüm katlanmam ve ikisinin birden sırtıma yaptıkları baskı dayanılır gibi değildi. Duyduğum acı bir yana nefes almakta bile zorlanıyordum.
Beni Devlet Hastanesi’nin yakınındaki Dağkapı Sağlık Ocağı’na götürdüler. Kardeşimi göremedim. Daha sonra öğrendim, onu doğruca Emniyet Sarayı’na götürmüşler, ertesi sabah hiçbir şey demeden sormadan bırakana dek bir nezarethaneye koymuşlar.
Hastaneden sağlam raporu alındıktan sonra yine aynı iki büklüm ama bu kez gözlerimi de bağlayarak Bağlar semtindeki Çevik Kuvvet Polis Okulu’na götürdüler. Şehrimi tanıdığımdan hangi kavşaktan döndüklerini, tren rayını geçtiklerini, hangi caddeden devam ettiklerini çok iyi hissediyordum. Polis Okulu’nda hangi binaya götürdüklerini bile anladım. Üstü sac ile kapalı garajın bulunduğu yerden, arka taraftan basık bir kapıdan içeri aldılar, ikinci kata çıkardılar.
Gider gitmez kemerim ve ayakkabı bağım da dahil üzerimde ne varsa hepsini alıp bir poşete koydular ve hemen bir odaya aldılar. Etrafımda kalabalık olduklarını hissediyordum. Hatta gözümü bağladıkları siyah ince tülbent gibi fulardan bağın alt kısmından yerleri rahat görebiliyordum. İçeri girer girmez panik yaparak “Çabuk soyun! Çabuk çabuk…” diye bağırıp çağırdılar. Kendimi son derece sakin tutmaya, seslerinden etkilenmemeye çalışarak gömleğimin düğmelerini yavaşça açtım. Ama adamlar o kadar bağırıyorlar ki avını parçalayan vahşi hayvanlar gibi üzerime geliyorlar. Bunun bir taktik olduğunu anladım. Ondan dolayı daha bir ağır ve sakin hareket ettim. Kendimi onların sesinden soyutlayarak bütün konsantrasyonumu içime verdim. Aslında polislere, sorguculara karşı nasıl davranılması gerektiği konusunda daha önceleri Vietnam savaşından, Nazi döneminde Yahudilerin, Fransızların yazdığı birçok kitabı okumuştum. Örneğin, Tran Dinh Van’ın “O Bir Militandı” kitabını ta 1979’da okumuştum. Kürtler neden bu tür kitaplar yazmadı hala aklım almıyor. Oysa Kürtler çok muazzam bir tecrübeden geçtiler. Bir çok Kürt gördüm, polisteki sorgucuyla mahkemedeki savcı ve hakimi birbirinden ayırt edemiyorlar, sorgucuyla konuştukları gibi savcı ve hakimle konuşuyorlardı. İllegal mücadeleye giren Kürtlerin bu konuda herhangi bir tartışma yaptıklarına, eğitime tabi tutulduklarına inanmıyorum. Kürtlerin bu konudaki durumu bana İspanyol arenalarındaki boğaların durumunu hatırlatır hep. Hiçbir boğa kendinden önceki boğanın başına gelenlerden haberdar değildir. Hepsi aynı acemilikle, bakir bir hafızayla arenaya çıkar. Ama elinde mızrağıyla kırmızı şalı olan matador her şeye hakimdir, yılların tecrübesine sahiptir çünkü. Oysa arenaya salıverilen boğa eğer bir önceki boğanın başına gelenlerden haberdar olsaydı, matador öyle rahat kırmızı şalla boğayı kandırıp boynuna mızrağı saplayabilir miydi?
Polis taktikleriyle ilgili tesadüfen başka tecrübelerim de olmuştu. 1992 yılında Ofis semtinde bir lokantada çalışıyordum. Türkler gibi Türkçe konuşan bir adam, her akşam bir sürü bozuk parayı getirip bizim lokantacıya kağıt paraya çevirtiyordu. Bir gün onu sakat rolünde Ulu Cami’nin orada dilenirken gördüm. Bir keresinde de kıvırcık saçı ve hafif uzattığı sakalıyla dinci bir grubun içinde gördüm onu. Ara sıra lokantada patronla sohbet ederken konuşmalarını duyardım. Bir gün, Kürtleri çok iyi tanıdığını, ne anlatırsa anlatsınlar fark etmez yeter ki bir Kürt iki cümle konuşsun, hemen onun ne mal olduğunu anlarım, diyordu. İşte, kullandığı sözcüklerden, cümleyi kurma biçiminden, örneğin “ilişki”, “çözümleme”, “peyeke” (yani pkk) gibi sözcüklerden, telaffuz şeklinden siyasetle ilişkili olup olmadığını çözeceğini iddia ediyordu. Hatta insanın yürüyüşünden bile kırsalda mı yoksa şehirde mi yaşadığını hemen anlarmış. İşte, eğer ayaklarını kaldırıp indiriyorsa kırsalda veya dağda ama eğer ayaklarını fazla yukarı çekmeyip yere paralel sürüyorsa şehirde yaşıyor demekti ona göre. Bu tür ayrıntıları bilmenin faydası çoktur.
Bağırtı, haykırış eşliğinde sakince atletimi, en son pantolonumu da çıkardım ama külotumu çıkarmadım. Yırtınırcasına hiddetle bağırdılar, “çıkar” dediler ama çıkarmadım. Birisi ani bir hareketle külotumu sıyırıp bir kenara attı. Ellerimle arkamı önümü tutarken yerde muşambadan bir minder vardı, görmüştüm, aniden o mindere yatırdılar beni. Birisi her iki kolumdan tutup koparırcasına arkaya çekti, iki kişi ayaklarımdan tutup açtılar, her birisi bir ayağımın üzerinde oturdu. Çok ağır birisi de hınk deyip kocaman ağır kıçıyla tam alnıma oturdu. O an sanki kafam karpuz gibi yarılacak sandım.
İşte böylesine çırılçıplak mengeneye alınmışken sormaya başladılar. Bir adamı soruyorlardı, önce kod adını söylediler. Kürtçe bir adı Türklerin boğazıyla telaffuz ettiklerinden dolayı anlayamadım. Yani “Xebat” diyeceklerine “Habat” diyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, anlayamadığımdan nedir bu diye ben de merak ettim. Ama sakin bir şekilde anlamaya da çalışmadan “Bilmiyorum!” dedim, “Neyi sorduğunuzu anlamıyorum.” dedim. Bana soru soran adamın kadife bir bezi cinsel organlarımın üstüne attığını hissettim. Bütün iyi niyetimle, hatta saflığımla diyeyim, herhalde mahrem yerlerim görünmesin diye örtüyor sandım önce. Ama baktım ki adam kadınmış gibi eliyle organlarımla hafif hafif oynuyor, ovalıyor. O arada sormayı bırakıp iç gıcıklayıcı cinsel içerikli şeyler de anlatmaya başladı. Tabi bir tuzak olduğu çok açıktı ama ben bu duruma yabacıydım, hiç beklemediğim bir şeydi. Adam bir eliyle bacak aramı okşarken diğer eliyle göğsüme zeytinyağı kıvamında bir sıvı döktü. Şöyle geniş bir avuç büyüklüğünde, içi sıvıyla dolu plastik veya meşin bir kese koydu. Kendimi çok sıktığım halde, kahretsin! Kontrolüm dışında organlarım bayağı canlandı. Aniden bir kabloyu içine soktuğunu hissetmemle elektrik şokunu vermeleri bir oldu. Bütün vücudumda sanki 10 üstü Richter ölçeğinde deprem oldu sandım, sarsıntıdan kemiklerim kırılıyordu nerdeyse. Elimde olmadan öyle bir bağırdım ki kendi sesimden korktum. Öylesine boğuk ve garip bir sesti ki bir başkasının sesiymiş gibi geldi bana. Adamların beni daha bir sıkı tuttuklarını, kocaman kıçını kafamın üzerine koyan adamın kıçını oynatıp daha bir ağırlaştırdığını duyumsadım. Şokun etkisinden, acıdan geçtim, bir tutamcık nefes alma derdindeydim. Var gücümle nefes almaya odaklandım çünkü boğuluyordum. Ağzım kupkuru oldu, birazcık ıslaklık için canımı verirdim, dilim tahtaya döndü. Ama her şeye rağmen “Tamam, anlatacağım!” diyebildim.
Elektriği kesti. Arkadaki ellerimi gevşetti, diğeri kıçını kaldırdı. Bacaklarımın üzerinde oturanlar öylece kaldılar. Oturur vaziyette doğruldum. Nefes aldım. Boyuna nefes alıp verdim.
Allah’ım nefes almak, nefes vermek ne kadar değerliymiş. Ne yemek, ne içmek, ne diğer envai çeşit zevkler, hiçbir şey tek bir nefese bile değmez. Hayır! Kesin söylüyorum, hiçbir şey tek bir nefese değmez. Nefes alıp vermek canlılara bahşedilen en kutsal, en değerli şeydir.
Adamlar nefes almama, rahatlamama, düşünmeme fırsat vermiyorlar, “Anlat, haydi anlat” diyorlardı aralıksız. Ama taktikleri beni kesmiyordu, çok dikkatliydim. Rahatlamaya çalışıyor, ikinci seansa enerji depoluyordum kendimce. Onlar da bunu iyi biliyor, ondan dolayı öyle bir sıkıştırıyorlar ki sanki ocakta kazanları tutuşmuş. “Bilmiyorum!” dedim, “Neyi sorduğunuzu, beni niye buraya getirdiğinizi, benden ne istediğinizi bilmiyorum” dedim. “İlişki” sözcüğünden özenle sakınarak, sıradan bir esnaf ağzıyla “Hiçbir şeyle alakam yok benim. İçinizden birisini tanıyorum” dedim. “Sorun ona, bana eski gazete getirmişti” dedim. Çok sinirlendiler. Hızla aynı pozisyona aldılar. Arkamdaki kollarımı öyle bir çekti ki koltukaltı damarlarımın hepsi koptu sandım. Ama artık kendimi acıya tam konsantre etmiştim, korkum nefesten yanaydı. Nefesle başa çıkamıyordum, elimde değildi.
Hayalarımı vahşice burdular. Defalarca elektrik şoku verdiler, defalarca depremler oldu tüm vücudumda; Ağzım, dilim, damağım... tahta, taş kesildiler. Boğazım... Bir damla ıslaklık için canımı verebilirdim. Vücudumun tamamen kuruduğunu, hatta kemiklerimin içindeki iliğin kuruyup yok olduğunu, kemiklerimin içinin boşalıp boruya döndüklerini hissettim. En son bağırdığımı ama sesimi duymadığımı ya da bağırdığımı ama sesimin çıkmadığını hissettim.
Ve her şey karardı…
Ve susuldu. Susuldukça sıra başkalarına geldi...