SORGUDA-II
Tazyikli suyun etkisiyle kendime geldiğimde fark ettim: Çırılçıplak beton zeminde sırt üstü boylu boyunca uzanmıştım. Su çok soğuktu, jilet gibiydi. Şöyle küçük parmak kalınlığında, değdiği yeri bıçak gibi parçalıyor, sanki kurşun gibi vücudumu delip geçiyordu. Adam, bir-iki metre ötemde, tek ayağının üzerine yarım çömelmiş, her tarafıma su tabancasıyla boyuna sıkıyordu tazyikli suyu. Başıma sıktığında, ellerimle kulaklarımı, gözlerimi korumaya çalışıyordum. Bacak aralarıma sıktığında, elimi suyun önüne koyuyordum ama elimin derisi sanki soyuluyordu, elimi arkalı önlü kullanıyordum. Avuç içi, elin sırtından daha dayanıklıydı, o hengamede keşfettiğim bir ayrıntıydı bu da.
Şaka gibi gelecek ama o arada faydasını bile gördüm tazyikli suyun! Başımdan, yüzümden aşağı dudaklarıma doğru süzülen suyu dilimle yalıyordum, böylece kuruyan ağzım, boğazım az bir ıslanıverdi. Hatta bir ara idrarımı bile ettim, bilerek ettim. Bazen spor yaparken, eğer hayalarımıza sert bir top veya tekme falan değerse hemen idrar yapmamız söyleniyordu. O aklıma geldi. İşte, belki faydası olur diye, belki vücudum daha fazla zarar görmesin diye, kendimi zorlayarak, o haldeyken ufak su döktüm. İşkenceci bunu fark etti tabii. Daha bir acımasızca bacaklarımın arasına suyu tutuverdi.
Şu aziz suyun bu kadar acı verebileceğine hala inanamıyorum. Dayanılmazdı. Tazyikli sudan dolayı suyun içinde tenim yanıyordu. Belki bayılırım diye kaç kez kafamı duvarlara vurdum ama nafile. Kafam şişti, kırılacak gibi oldu fakat bayılmadım gitti. Beton zemin üzerinde kendimi sudan korumak için bir bu yana bir o yana dönüp durdum. O kadar kıvrandım ki sonunda takatten kesildim. Dizlerimde derman kalmadı. Kendimi koruyacak gücü kendimde bulamaz duruma geldim. Hani bazen insanın dudakları acıdan veya başka bir şeyden kamaşır ya, işte o şekilde, vücudum da yandı ve uyuştu zaten artık.
Beni sürükleyerek koridorun sonuna kadar götürdüler. Ellerimdeki kelepçeyi bir hücre kapısının koluna geçirdiler. Hemen hücre kapısının karşısında bir motor gürültüsü duymamla fırtına kopmuş gibi rüzgara kapılmam bir oldu. O kadar soğuk ve sert bir rüzgardı ki ıslak vücudum bir anda buz kesti, içim ürperdi. Kara kışta Akdağ tepesinde rüzgar nasıl esiyorsa, öyleydi büyük klimanın rüzgarı. Kısa sürede titremeye başladı vücudum ve dişlerim de kontrolüm dışında zangır zangır birbirine çarpmaya başladı. Nasıl kırılmadılar bilemiyorum hala. Tüm vücudum mosmor kesilene kadar, kurumuş kanım donana kadar makine çalıştı…
Günlerce böyle devam etti sorgular, işkenceler, su ve koridordaki kapıya bağlanmalar. Bana bir şey sormuyorlardı. Sürekli tekrarladıkları cümle şuydu: “Adam olacak mısın?” Aslında onların Türkçesiyle “Adam olcan mı la!” şeklindeydi. Bunu defalarca dinledim. İçimden “Sizden bin kat daha adam değilsek namert olayım” diyordum. Ama açıktan sakin bir sesle “Suçsuz yere beni getirmişsiniz.”, “Ne istiyorsunuz benden?” diyordum.
Koridorun sonundaki karanlıkta bağlıyken çok şey gördüm. Kim bilir kimin boynundan aldıkları, kimden kalmış gözümü bağladıkları siyah şeffaf fulardan kimi getirdiklerini kimi götürdüklerini, olup biten birçok şeyi görebiliyor, duyabiliyordum. Trafik çok yoğundu orada.
Bir ara bir doktor getirmişlerdi. Orda adını bile duydum: Şeyhmus Turşak. Doktor onlarla tartışıyordu; Türklerin, Türk devletinin Kürtlere çektirdiği mezalimi anlatmaya çalışıyordu, örgüt bu zulmün eseridir diyordu. Seri konuşuyordu, hatta çok konuşuyordu. Kürttü ama düzgün bir Türkçeyle konuşuyordu. Kendince onları ikna etmeye çalışıyordu herhalde. Onlar ne yaptıklarını bilmiyor muydu sanki? Çok iyi biliyorlardı! İçimden “kendini boşuna yoruyorsun doktorcuğum” diyordum. Doktorun sesini, söylediklerinin çoğunu duyuyordum ama sorgucuların ne söylediğini, ona ne cevap verdiklerini pek anlayamıyordum, yavaş konuşuyorlardı çünkü.
Ağır işkence yapılırken, sesler duyulmasın diye, koridorda müziğin sesi sonuna kadar açılıyordu. İşkence olmadığı zamanlarda ise tam tersine her taraf sessizliğe bürünüyordu. İşte o anlarda, dünya sakinleştiğinde dayanılmaz bir uyku sarıyordu beni. Allah’ım ne uykuydu o öyle. Ayakta kestiriyordum. Çoğu zaman uyuşuyordu kanı kurumuş bedenim, kaykılınca da elimdeki kelepçeye asılıp kalıyordum. Bileklerim kollarım dayanılmaz acılarla sızlıyordu. Bazen de kelepçenin dişleri sıkışıyordu, bileğim kopacak gibi oluyordu. Sessizlik zamanlarında uyku halinde bile koridorun en başındaki masanın arkasında nöbet tutan polisin hareketlerini, nefes alışını hissedebiliyordum.
Bir gün, sanırım Diyarbekır Lisesi’nde okuyan bir kız çocuğunu getirmişlerdi. Sorgudan sonra onu da getirip şöyle benden üç hücre kapısı ileride, kelepçesinden hücre kapısı koluna bağladılar. Çelimsiz, vitaminsiz kalmış fakir bir ailenin şöyle zayıfcık bir kız çocuğu olmalıydı. İçerde, yine her taraf sesiz sakindi. Koridorun başındaki masanın başında, sandalyede oturan polis, yavaşça kıza doğru geldi. İnceledi, sağına soluna baktı. Kız, kıpırtısız duruyordu. Ben de nefesimi tutmuştum öylece. Polis, kızın kulağına bir şeyler fısıldadı sanki. Anlayamadım. Kızdan mırıltılı bir ses çıktı. Onu da anlayamadım. Daha sonra kızın küçücük acınası göğüslerini avuçladı. Kız huylandı. Ama hani gidecek bir yeri mi vardı? Yok! Ellerinden kapının koluna bağlanmış, gözleri kapalı. Polis “Niye şeylerin o kadar ufacık?” diye sordu. Kız ağladı. Burun kemiğim sızladı, gözlerim doldu. Elimde olmadan burnumu çekince, polis bana yöneldi. Hızla ama sessizce bana doğru yürüdü, yumruğunu kaldırdı, suratımın ortasına doğru kuvvetlice yüzüme savururken salise kadar bir düşünme zamanında bunun bir taktik olabileceğini, görüp görmediğimi denemek istediğini düşündüm ve öylece kıpırtısız durdum. Gerçekten öyleydi. Hızla savurduğu yumruğunu yüzüme bir santim kadar kala durdurdu. Çok artistik bir hareketti. Daha önce defalarca denemiş olmalıydı. Öylece taş kesilmiş halde durduğumu görünce bir şey görmediğime kanaat etti. Kısık bir sesle “İyi misin?” diye sordu. Ben de uykudan uyanmışım gibi ürktüm. Vücudumdan tutup beni çevirdi, sırtımı koridora döndürdükten sonra gitti. Kızın yanına vardığında, tatlı bir ses tonuyla “Banyoda sıcak su var, istersen duş alabilirsin” dedi. Kız hıçkırıkla cevap verdi, “yok” dedi.
Bir gece, altmış belki yetmiş yaşlarında bir amcayı getirdiler. Anladığım kadarıyla, bu amcanın oğlu ile kardeşinin oğlu yardım yatakçılık, milislikle uğraşıyorlarmış. Tabi polis bunları yakalayamayınca amcayı alıp sorguya getirmiş. Türkçesi çok kötüydü ama yine de polislerle anlaşabiliyordu. Daha doğrusu polisler onun anlayacağı tarzda konuşuyordu. Birisi boyuna amcayı korkutuyor ama diğeri iyi polis rolü oynuyor; sigara ikram ediyor, sigarasını yakıyordu. Kürt köylüsünün “namus” düşkünlüğünü bildiğinden amcaya “namus”u üzerine boyuna yemin ediyor. Amcayı tuzağa düşürmek için, konuşturmak için şaklabanlık yapıyordu. “Biz senin oğlunu da kardeşinin oğlunu da iyi tanıyoruz. Aslında senin oğlun çok efendi çok temiz çocuktur. Ne varsa hepsi senin kardeşinin oğlunun başından çıkıyor” diyordu. Adam allem etti kulem etti, Kürt damarına göre bol bol “namus” sözü verdi amcaya. Sonunda amcayı konuşturdu. Koridorun en arka tarafından, bağlı olduğum yerden kaç kez bağıracak gibi oldum, “amca konuşma, bunlar yalancı” diyecek oldum ama son anda ağzımı kapatıverdim, dudaklarımı ısırdım. Amca anlattı da anlattı; ne görmüşse hepsini anlattı. Adamların sormadığı şeyleri bile anlattı durdu. Çok şaşırdım, hayret ettim. Hala da hatırladıkça kanım donuyor. İnsanlarımız neden o kadar çabuk kanıyor, neden her şeyini böyle samimiyetle ortaya döküyor?
Netice, bir gün sorgudan sonra artık ayakta duramadığımdan beni alıp bir hücreye attılar. Orada iki kişi daha vardı. Tek kişilik minderi bana verdiler. İşkencelerde bayıldığım zaman saçlarımdan ya da kollarımdan tutup beni sırtüstü uzun koridorda sürüklediklerinden sırtım, baldırlarımın derisi soyulmuş, kanamış, daha sonra da kabuk bağlamıştı. Ondan dolayı sırtüstü uzanamadım. Öylece yüzüstü ölü gibi mindere yumuldum. Tuvalette su içme dışında bu süre zarfında hiçbir şey yememiştim. Hücreye alındıktan sonra, 24 saatte bir, sanırım sabahları, içine koydukları üç-beş zeytinle yarım somun veriyorlardı. Suyu ise, yine tuvaletten içebiliyorduk.
Sonunda bir gece sabaha doğru beni alıp bir odaya götürdüler. Giyiniktim bu kez. Zayıfladığımdan kemersiz pantolonum kayıyordu. Bir banka oturttular beni. Adamın biri sandalyesini yanıma çekti. Dizlerini iki bacağımın arasına yerleştirdi. Gözbağımın altından görebiliyordum. Spor ayakkabıları tertemizdi, hatta tabanındaki beyaz çizgide bile toz yoktu. Dışarı çıkmadığı, operasyonlara katılmadığı, daha çok içerde çalıştığı, üst düzey olduğu belliydi. Epey konuştu, makam sahibi bir ses tonuyla çok şey anlattı. Ben genelde sakin bir şekilde adamı dinlemeye, anlamaya, çözmeye çalışıyordum. Bir ara “Sence bu örgüt asıl ne istiyor, amacı nedir” diye sordu. “Bu konuda bir fikrin var mı?” diye ekledi. Nedense bir cevap vermek istedim ben de. “Kürtleri sizlerin zulmünden kurtarmak istiyor. Bağımsız Kürdistan devleti kuracak. Kürtler, devlet sahibi olmayana kadar, hep böyle elinizde ezilirler” dedim. “Nah kurar!” dedi. “Bak, adam geçenlerde ‘federasyonu da tartışabiliriz’ dedi. Birkaç yıl sonra, federasyon değil, otonomi yeter bize diyecek. Alıştıra alıştıra gidecek böyle. En üstten alıp sıfıra getirecek.” dedi.
Tam o günlerde hakikaten Birleşik Bağımsız Sosyalist Kürdistan iddiası ötelenerek “Biz federasyonu tartışabiliriz” söyleminin ortaya atıldığını, bunu okuduğumu, dinlediğimi hatırladım. Daha yeniydi bunlar ama ben öteden beri gündemi senkronik bir şekilde takip etmeye çalışırım. Olup bitenlerden haberdardım. Adam “Sonra, bize demokrasi yeter diyecek. En sonunda ise, biz hiçbir şey istemiyoruz, bu devletin vatandaşlığı bize şereftir diyecek, sınırlarının nöbetçisi biziz diyecek.” dedi. Ve iddialı bir ses tonuyla “Göreceksin!” dedi bana. Bir şey söyleyecek durumda değildim. Ama sözlerini yazdım belleğimin bir yerine.
Önümü köşede duran masaya döndürdü usulca. Gözbağımı arkadan açtı, elime tutuşturduğu kalemle bir çok kağıda arka arkaya imza attırdı. Kağıtların hepsi yazılarla doluydu ama hiç birisini hatta tek bir sözcüğünü bile okuyamadım. İmza işi bittikten sonra beni hücreye aldılar fakat kısa bir süre sonra tekrar çıkardılar.
Çıktığımda koridorda başkaları da vardı. Benimle birisinin kolunu aynı kelepçeyle bağladılar. Bu, sorguya alınan o doktordu, Şeyhmus Turşak. Onu çok merak etmiştim. Gözaltı durumumuz birbirinden farklıydı, herhangi bir “ilişki”miz yoktu. Ama onunla Emniyet Sarayı’na, oradan da DGM’ye götürürlerken aynı kelepçeyi paylaştık. Artık şimdi neredeyse, kulakları çınlasın kelepçedaşımın.
DGM binası, o ara Fiskaya’nın hemen üstündeki, bir zamanlar Sağlık Bakanı olan Dr. Yusuf Azizoğlu tarafından yaptırılan eski Numune Hastanesi binasıydı. Şimdi Diş Hastanesi’dir.
Polisler beni savcı odasına bıraktılar, evrakları falan imzalayıp dışarı çıktılar. Odada savcı ve güzel sayılabilecek genç bir bayan sekreter oturuyordu. Her ikisi de hiç yüzüme, gözlerime bakmadan künyemi, adresimi yeniden yazdılar. Savcı sert bir ses tonuyla güya yaptıklarımı elindeki kağıtlardan okurken arada bir duraksayıp kimi yerlerin üstünü veya altını çiziyordu. Ben de öylece hayretler içerisinde dinliyordum onu. Meğersem örgütün bölge teorisyeni benmişim. Bütün planlamalar sunduğum perspektiflerle oluşturuluyormuş vs…
Sonunda “Ne diyorsun, bunları sen mi yapıyorsun” diye sordu bana, yine yüzüme bakmadan. Hiç uzatmadan “Bunlardan haberim yok. İşkence gördüm” derken aynı anda sırtımı döndüm ve gömleğimi yukarıya çektim. Külotumu zaten yırtmışlardı. Atletimle ise bir polisin çamurlu ayakkabılarını sildiğini görmüştüm, herhalde daha sonra çöpe atmıştı. Gözlerime, yüzüme hiç bakamayan sekreter kızın ve savcının, kabuk bağlamış kanlı sırtıma baktıklarından eminim. Çünkü epeyce durdum öyle. Ve kasvetli bir sessizlik odaya çöktü.
Artık bana bir şey sormadı. Savcı, hızla ve düzgün bir şekilde benim adıma söyledi, sekreter kız daktiloyla şıkır şıkır yazıverdi. İşte “kolluk ifademi kabul etmiyorum, suçsuzum, falan fistan…” Sekreter kız arasına karbon kağıtları konulmuş kağıtları maharetli ellerle çıkardı daktilonun rulosundan. “İmzala” dedi savcı bana. Şöyle kabaca okumaya çalıştım. Sinirlendi. “Haydi, imzala!” dedi. Aleyhime bir durumun pek olmadığına emin olduktan sonra imzaladım. Böylece hakime çıkmadan salıverildim ama daha sonra mahkeme devam etti.
Savcıdan çıkarken, polis sordu. “Serbestim” dedim. DGM kapısından çıkarken, etrafta başka polislerin olup olmadığına baktım. Çünkü mahkeme salıverince hemen orada, mahkeme bahçesinde, çoğu kişi tekrar kaçırılıp götürülüyordu o ara. Bahçeden çıkınca, hemen on metre ileride, eski Doğum Hastanesi’nin arka tarafındaki duraktan bir taksiye atladım. Eve geldiğimde ikindi ezanı okunuyordu. Kendimi cehennemden çıkmış gibi hissediyordum.
Daha sonraları, defalarca evim baskına uğradı. Arşivime, kitaplarıma, dergi ve gazetelerime, göz nuru elyazmalarıma, müsveddelerime, öykülerime, şiirlerime el konuldu. Evimde karakol kuruldu. Çok daha ağır, acımasız, vahşi ve çirkin işkence süreçlerini yaşadım. DGM’de davalar sürüp gitti. Ağır fiziksel ve ruhsal travmalar, fiziki ve psikiyatrik tedaviler yıllarca sürdü. Vücudumda kalıcı hasarlar oluştu. Ama bugünlere alnı açık başı dik olarak ulaştık işte. Arkama dönüp baktığımda zerre kadar bir leke yoktur.
Anlatacağım. Fırsatım olunca, birkaç bölümlük daha anlatmalıyım. Kim nasıl değerlendiriyorsa öyle yapsın. Ama beni en çok üzen şey, kimi ahlaktan nasip alamayan basit kişilerin sırf işkence sonrası travmalardan dolayı psikiyatrik tedaviler gördüğüm konusunda şahsıma yönelik saçmalıklarıdır.
Bi Xwedê, dema ku min ev xwend ez xemgîn bûm. Xemgînî bo her lêdana wan wehşan û xemgînî bo hemû gelê me yê ku bi sedan sal e mezlûm.
Li gorî min, divê tu hemû serboriyên xwe yên şkenceyê binivîsî da ku ev bîra me ya ku ne tu bîr e, ji bîr neke ku ji xortekî xama heta rewşenbîr û nivîskarên me, me çi zilm ji vê dewletê dîtiye/dibînin. Loma ji me re hafizeyek lazim e, hafizeyeke hetahetayî. Heta ku ev zilm û zordariya romiyan derkeve roja axretê, heşir û mîzanê.
Em dê keda te ya li ser "ziwanê ma" ji bîr nekin. Silav li te be. Silav li malbata te be nivîskarê me yê birûmet.
Ne yazık ki Kürtler olarak halen birçok şeyi anlamış değiliz. Ne zaman uyanırız onu da bilmiyorum. Zaten acı veren de bu tür dönemlerden sonra bile halen birçok şeyi elde edemiyor olmayışımızdır.
Son sözüm; Cehennem sırf böyle zalimler için de olsa var olacaktır. Çünkü bu dünyadan mazlum zilletinde, zalim de zulmünde gitmektedir.
Homa to ma ser ra kemî mekero, keko Roşan.