zazaki.net
24 Teşrîne 2024 Yewşeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
02 Teşrîne 2014 Yewşeme 15:47

SORGUDA - III

Roşan Lezgîn

İnsanın başına kötü bir şey gelmeden önce bir sıkıntı basar. Bende de öyle oldu. Garip bir şekilde düşüncem uğultulu bir hal aldı. Parmak uçlarımdan saç tellerime kadar vücudum gerildi, göğsüm sıkıştı, nefesim daraldı. Aynaya baktım, yüz hatlarım yay gibi gerilmişti. Dışarı çıkıyorum, olmuyor, içeri giriyorum, yok! Kör bir kuyuya düşmüşüm ya da hiç tanımadığım bir gezegendeyim gibime geliyor.

O kadar gerildim ki uyuştum, yorgunluktan başımı iki elimin arasına aldım ve öylece çöktüm. Aradan ne kadar zaman geçti, herhangi bir müşteri gelip bir şey istedi mi, kimseyle konuştum mu, bir şey yaptım mı, bilmiyorum. Ama işyerimi beş asker, bir astsubay ile üç sivilin sardığını görünce birden bütün gerginliğim, sıkıntım yere akıverdi. Kasım’ın biri, yıl 2001, akşam saat 19:00 sularıydı.

Kimliğimi isteyeni tanıdım, daha önce benden alışveriş yaptığını hatta konuştuğumuzu hatırladım. Saçları ortadan ayrık, orta boylu yakışıklı biriydi. Daha sonra anladım, sivillerden biri polis, diğer ikisi subaydı. Askerin şehir merkezinde operasyon yapma yetkisi olmadığından beraberlerinde siyasi şubeden bir polis getirmişlerdi. Evde tutulan düzmece tutanağa bu polis imza attı. Yani sanki polisler beni almış ama daha sonra askere teslim etmişler gibi oluyordu.

Askerler etrafı tuttu, astsubay içerde karton kutuları, sağı solu ararken eline geçen tüm kitap ve gazeteleri topladı. Aralarında birçok Farsça gazete de vardı. O zamanlar İran’dan her gün onlarca otobüs dolusu İranlı Şii, Doğubayazıt veya Esendere’den giriş yapıp Bitlis, Diyarbekır, Urfa, Antep güzergâhını izleyerek Kilis kapısından Halep ve Şam’a gider, Hz. Ali’nin kızı Zeyneb’in mezarını ziyaret ederdi. Aslında yaptıkları hem ziyaret hem ticaretti. Diyarbekır’den geçerken yanımdaki camide mola verir, namaz kılar, yemek yerlerdi. Benden alışveriş yaparken, bu arada epeyce Farsça öğrendim. Yanlarında getirdikleri gazete ve dergileri alır okur, Farsçamı geliştirirdim. Astsubay çömelmiş halde, yere attığı gazete ve dergi tomarlarını istiflemeye çalışırken “Ne yapacaksın onları?” diye sorunca kafasını kaldırdı bana baktı. Diğerleri de dönüp bir ona bir bana baktı. “Kardeşim, onlar Farsça eski gazete ve dergidir. Buradan geçen İranlılar atıyor. Ben de kışın kapının önüne sermek veya bir şey sarmak için oraya koydum. Bulduğunuz her şeyi suç delili mi sanıyorsunuz?” dedim. Bu çıkışım onları şaşırttı ama bana da üstünlük duygusu verdi, kendime güven duydum açıkçası. İşte o zaman, daha önce benden alışveriş yapan, konuştuğumuz yakışıklı olanın komutanları olduğunu öğrendim. Çünkü dönüp ona baktılar. O da biraz düşündü ve “Onlar kalsın” dedi.

Komutanları, kimliğimi inceledikten sonra para kasasının çekmecelerini karıştırdı. İki tane küçük telefon rehberim vardı, alıp inceledi ve cebine koydu. Sonra çekmecelerde bir sürü elyazması müsveddelerim vardı; bunlar tamamlanmış veya daha üzerinde çalıştığım öykü, şiir ve makale taslaklarıydı. Ayrıca Farsçadan, Türkçeden veya Soranî Kürtçesinden Kurmancî ve Zazakî Kürtçesine çevirilerim vardı. Yine epeyce derlediğim Kürt halk müziği parçaları, deyimler, atasözleri, masallar, meseller, bilmeceler, saymacalar vs. daha birçok folklorik eser vardı. Ajanda gibi bir deftere de günlük tutmuştum. Hepsini aldılar.

Bunlar olup biterken ben de bir köşeye yaslanmış izliyordum. Bu arada gözlerim kapıda bekleyen diğer iki sivile de kayıyordu. Sonradan polis olduğunu öğrendiğim ben yaşlardaki kişi sinsi bir gülümsemeyle bakışlarını üzerime dikmişti. Fakat subay olan ötekinin korkunç bir tipi vardı. Uzun boylu, irikıyım biriydi ama ilk bakışta dikkat çeken tarafı kafasının büyüklüğüydü. Elbette vücuduna göre kafası da büyük olmalıydı fakat hani orantı olarak kafası çok daha büyüktü. Bana bakıyordu. Ben de gözlerimi gözlerinden kaçırmadan, gözlerinin derinliğine diktim bakışlarımı; iç dünyası korkunçtu, aptal ama zalimin tekiydi adam.

İşleri bitince “Haydi kapat, eve gidiyoruz” dedi komutanları. “Bir telefon açayım hele, evdeler mi? Evin anahtarı bende yok da” dedim. Ama adam “Önemli değil, kapıyı açan olmazsa geri döneriz” dedi. Hep beraber sivil plakalı yepyeni beyaz renkli Transit minibüse bindik ve evime doğru gittik.

Birlikte kapıyı çaldık, birlikte içeri girdik. Evde eşim, çocuklarım ve bir de akrabamız olan genç bir bayan misafir vardı. Paldır küldür içeriye dalan askerlerin, silahlı sivillerin arasında beni görünce ödleri koptu, dilleri tutuldu evdekilerin. Onlara “Lütfen çocukları korkutmayın!” derken eşime döndüm, “Bir şeyim yok, benden ne istediklerini de bilmiyorum” dedim. Bana hiçbir açıklama yapmadıkları gibi ev halkına da herhangi bir açıklamada bulunmadan sert bir şekilde onları bir odaya kapattılar. Şoka uğradıklarından fal taşı gibi açılmış, kızarmış gözlerle ağlamaklı olmuştu hepsi. Onları o durumda görünce duygulandım, kötü oldum. Ama ne yapabilirdim ki?

Adamlar, üzerinde seccadesiz namaz kıldığımız tertemiz halılara ayakkabılarıyla basarak odalara daldılar, her tarafı aramaya başladılar. “Tek başınıza odalara giremezsiniz” dedim. Bunun üzerine, arama yaptıkları odaya beni de çağırdılar. Önce ev halkını kapattıkları oturma odasına kabaca göz attılar, ardından çocuk odasını aradılar. Sonra benim kullandığım büyük odada kitaplığımı, çalışma masamı, üzerindeki bilgisayarı görünce çok şaşırdılar. “Vay be! Sen neymişsin be falan…” dediler. O zamanlar öyle herkeste bilgisayar bulunmazdı, internet ise daha yeniydi. Evde genel arama bittikten sonra komutanları bilgisayarı açtı ve oturdu başına.

İşyerimde elle yazdığım müsveddeleri, genelde pazar günleri ya da fırsat buldukça bilgisayara aktarırdım. Herkeste bilgisayar bulunmadığından bazen başka arkadaşlar da müsveddelerini getirip bilgisayarımda yeniden yazıp disketlere kaydederdi. Arama yaptıklarında benimkilerin dışında üç arkadaşın daha dosyaları vardı bilgisayarımda. Adam, bütün dosyaları dokuz adet diskete yükledikten sonra bilgisayarımı defalarca sildi.

Polis olanı, kısacık düzmece bir tutanak yazdı. İşte “Evde ve işyerinde arama yapılmış, dokuz adet disket, elyazması müsveddeler, defterlere ve ajandaya el konulmuş, herhangi bir zarar verilmemiş falan filan…” Okudum, imzaladım. Tam gidiyoruz sandım, eşimi görmek için seslendim, baktım komutanları askerlere “Kitap ve dergileri alın” dedi. Bunu beklemiyordum. Yaptığı ahlaksızlıktan da öteydi. “Yaptığınız iş mi?” dedim. “Tutanak tuttunuz, imzalattırdınız bana. Ondan sonra kalkıp kitap ve dergilerimi alıyorsunuz” dedim. Eşim kucağında kaç aylık küçük bebeğimizle kapatıldığı odadan dışarı fırladı, ağlayarak “Nedir, ne oluyor? Bizi evimizde esir gibi odaya tıkmışsınız, ne yapmışız, ne istiyorsunuz bizden?” diye bağırdı. Eşime “Tutanak tuttular, imzaladım. Ondan sonra haksız yere kitaplarımı, dergilerimi alıyorlar” dedim. Biz söylenirken adamlar kitap ve dergilerimi beyaz çuvala, poşetlere doldurdular. Dışarı taşırken eşim bir eliyle çuvalı çekiştirdi ama başaramadı tabi. Komutanları, “Kitaplara şöyle bir bakıp geri vereceğiz, merak etmeyin” dedi. Ama acımasız zalimlerin eline düşmüş esirdik, bir şey yapamıyorduk. Salonda, eşimin kucağında bebeğimizi öptüm ve çıktık. Akşam eve gelirken salondaki duvar saatine bakmıştım, sekizdi, yani 20:00. Çıkarken saat on bir buçuktu. Yani tam üç buçuk saat evde kalmıştık. Zamanın büyük çoğunluğu bilgisayarla geçmişti.

Tam avludan dışarı çıkıyorduk ki birden annem çıkageldi. Bir şeyden haberi yoktu aslında. Yakın komşuyduk, galiba evde hareketliliği hissedince çıkıp gelmişti. Beni avluda öyle asker ve silahlı sivillerin arasında görünce afalladı. Sokak kapısından çıkarken “Anne bir şeyim yok” dedim. Ardımızdan sokağa geldi o da. Önce hepsine şöyle bir göz gezdirdi. Sonra şaşırtıcı bir şekilde komutanları olanın yüzünü şefkatle avuçlarının arasına aldı, Kürtçe olarak “Kurban olayım, yavrum. Oğlumun başına bir şey getirmeyesin” diye yalvardı. Adamın Kürtçe bildiğini sanmıyorum ama annemin ne dediğini anladı. “Merak etme sen” dedi. Annem adamın başını eğdi ve saçlarına bir öpücük kondurdu. Annemin adamı başımdan öpmesi bütün o aramaları, konuşmalarımızı, her şeyi unutturdu bana ve uzun süre gözlerime asılı kaldı o sahne.

Tekrar minibüse binmeyene dek gözaltına alınacağımı sanmıyordum aslında. Sadece Kürtçe yazıyorum diye gözaltına alınacağıma inanmıyordum çünkü. Elbette ifade özgürlüğü yoktu, yazdıklarının içeriğinden dolayı birçok aydın ve yazar gözaltına alınıyor, tutuklanıyordu. Ama yazdıklarım, genelde edebi ve folklorik şeylerdi. Kaldı ki İstanbul’da Kürtçe kitaplar basılıyor, dergiler çıkıyor ve yine Kürtçe gazete vardı. Gözaltına alınıp sorgulanmamı gerektirecek herhangi bir durumum yoktu. İnsan kendini bilmez mi? Türkiye siyasi sınırları içinde kalan Kürt coğrafyasında, acımasız Kürt düşmanı özel bir yönetim hala vardı. En çok da Diyarbekır’de olağanüstü bir idareyle yönetiliyorduk ama hani Tansu Çiller hükümetlerinden sonra kurulan Mesut Yılmaz hükümeti döneminden başlayarak daha sonra Bülent Ecevit’in başbakan olduğu koalisyon hükümeti döneminde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım niyetinden dolayı hissedilir bir yumuşama da vardı. Ama bu gelgitleri olan hafif yumuşamanın pamuk ipliğine bağlı olduğunu bilmiyor değildim elbette. Örneğin, kendi bölgesinde cinayet işleyen kimi JİTEM elemanlarını gözaltına alıp sorgulayan o zamanın Diyarbekır Emniyet Müdürü, bir süre önce organize bir operasyonla öldürülmüştü. Yani devlet baskısı tüm ihtişamıyla ayaktaydı henüz. Kaldı ki baskı dursa bile, hani nasıl ki bir konserden çıktığımızda, konser bitmiş, sazlar susmuş ama uğultusu uzun süre kafamızda yankılanıyorsa, aynen öyle vahşet yönetimi bitse de, hem vahşetin uygulayıcıları hem vahşete uğrayanlar açısından, etkisi uzun yıllar sürer.

Polis tarafından gözaltına alınmalardan farklı olarak gözlerimi bağlamadılar, kelepçe de takmadılar. Bunu, beni infaz edeceklerine yorumladım. Minibüste iki kişilik orta koltuklardan birine tek başıma oturdum. Komutan ön koltukta, kafası büyük olan hemen önümde, rütbeli astsubay ile polis olanı kapının yanında, askerler de arkamda oturdular. Beraberinde getirdikleri polisi, aynı zamanda polis işkence merkezi de olan Bağlar semtindeki Polis Okulu’na bıraktılar önce. Minibüs, Seyrantepe kavşağından Ergani yoluna doğru dönünce, endişem çoğaldı. 12 Eylül vahşetinde işkence merkezlerinden biri olan Devegeçidi Kışlası’na mı gidiyorduk? Neler olup bittiğine anlam veremediğimden açıkçası şaşkındım. Beş saate yakındır beraberiz; işyerimi, evimi basmışlar, arama yapmışlar; yazılarımı, kitap ve dergilerimi almışlar, beni alıp götürüyorlar ama hiçbir açıklamada bulunmamışlar.

Kavşağı dönüp Ergani yoluna açılırken hemen önümde oturan büyük kafalı olanı dönüp böğürtü gibi çirkin bir sesle “Aliii!” diye bağırdı bana. Bu “Ali” diye adlandırmama daha çok şaşırdım ve elimde olmadan sertçe “Ali de kim? Ne Alisi?” dedim. “Kod adın Ali değil mi la?” diye üsteleyince, bir garipliğin döndüğüne inandım bu kez. Ama suçun olsun veya olmasın o zamanlar benim gibi birçok sivil insan çatışma süsü verilerek evinin içinde infaz ediliyor veya başına bir kurşun sıkılıp yolun kenarına atılıyordu. Doğrusu uzun vadeye yayılmış bir soykırım yürütülüyordu adeta. Dile kolay ama on yılda bu şekilde işlenmiş on binlerce infaz ve cinayet vardı. Memlekette aydınların soyunu kuruttular. Askere, polise karşı çıkmak, kafa tutmak öyle kolay değildi, ihtiyatlı olmak zorundaydım. Öte yandan, daha önceki göz altılarındaki gibi sıradan bir kişi veya bir esnaf rolü de oynayamazdım artık. Kütüphanesinde yüzlerce kitap ve dergileri, bilgisayarı, birçok yazılmış dosyası olan bir yazar olduğum çok açıktı. Bundan dolayı tüm bilgi ve birikimimle onlarla mücadele etmek zorunda olduğumu hissediyordum, hiç çekinmeden gerektiği yerde konuşmalıydım. Hatta mümkünse, tıpkı Farsça gazeteleri aldıklarında yaptığım gibi, onları ezmeli ve üstünlük sağlamalıydım. “Galiba yanılıyorsunuz, bir yanlışlık var ortada” derken kafası büyük olanla birlikte öndeki komutan da dönüp bana baktı. Komutanları “Gidince anlarız” derken sesi ikircikli gibiydi, emin değildi sanki kendinden. Bunu hissetmek bana iyi geldi.

Çok gitmeden hemen eski Diyarbekır Otogarının arkasındaki Sanayi Sitesi’nin karşısında, Ergani yolu üzerinde Karayolları ile YSE Kompleksleri duvarları arasında dar bir yoldan girilen daha önce bilmediğim, sanki gizliymiş gibi duran askeri bir kışla var. Oraya götürdüler beni.

SORGUDA - I

SORGUDA - II

SORGUDA - IV

SORGUDA - V

SORGUDA - VI

SORGUDA-VII

Na xebere 3775 rey wanîyaya
ŞÎROVEYÎ
Hesê
Hesê Belê
İşkenceden dolayı çözülen ve çörüyenler var, bir de zihnen bilenen ve uyanık kalanlar var. Roşan bey, siz çok şerefli bir iş yaparak, işkenceci devletin hedefine, meramına set çekmeye devam ediyorsunuz. İnanın, sadece işkence mağdurları bir olsa bu inkarcı rejim çözülür. Maalesef hala dostunu ve düşmanını tanımayanlar var. Gördüğü işkencenin acısını öz kardeşlerinden çıkarmaya çalışanlar olduğu gibi, düşmanı unutanlar da vardır. Roşan bey, siz bu konuda iyi bir örneksiniz; siz o işkencecileri yendiniz, buna inanın. Ah saflık, biz Kürtler safız. Rahat günlerde, zor günler için sermaye biriktirmeyiz. Maddi ve manevi sermayemiz olsa, dünyada dostlar kazanmayı bilsek. Bize işkence yapanların yazdığı senaryoyu oynuyoruz maalesef. Bir kısım kişi ve çevreler hariç; siz de onlardansınız Roşan bey.
04 Teşrîne 2014 Sêşeme 21:36