SORGUDA - VI
Yaptıkları ciddi tehditten dolayı, en çok da benim yüzümden Sedat Bey’e herhangi bir zarar gelmesin diye, işkence ve kötü muameleden dolayı bir haftalık süre içinde yapmam gereken suç duyurusu hakkımı kullanmadım. Ama Diyarbekır İHD şubesine başvurdum, başımdan geçenleri kayıt altına aldılar.
Gözaltı sürecinden yirmi gün kadar sonra, olanları unutmaya çalışıyorken, işyerimde oturmuş kitap okuyordum. Bir ara kafamı kaldırdığımda baktım işkencecim, kapının ortasında durmuş bana bakıyor. Onu görür görmez adrenalinim tavan yaptı, kan beynime sıçradı, kitabı hiddetle bıraktım, öfkeyle “Ne yüzle geldin? Ne işin var burada?” diye bağırdım. Adam ürktü, “Sakin ol” dedi. “Özür dilemeye de mi izin vermiyorsun?” deyince durdum öylece. “Özür” sözcüğünü duyunca ne diyeceğimi bilemedim. Yerim dar olduğundan içerde oturduğum sandalyem ve birkaç tane küçük Diyarbekır tipi kürsüm vardı. İçeri geldi. Bir kürsüye oturdu, efendice ayaklarını birleştirdi. İşkenceci bir subay olduğuna bin şahit gerekti. Ben de sandalyeme kuruldum. Ama sinirden titriyordum. Nasıl yaptıysam bilmiyorum, okuduğum masamın üzerindeki Hesenê Metê’nin öykü kitabını göstererek “Bak, görüyor musun? Kürtçe kitap okuyorum işte! Beni terbiye edeceğinizi mi sandınız?” diyerek öfkemi dökmeye çalıştım. Oldukça sakin karşıladı “Sen bizi terbiye ettin” gibi şeyler söyledi.
Neticede biraz sakinleştim. Suç duyurusunda bulunmadığımdan dolayı memnuniyetini ifade etti. Gözaltı sürecindeki duruşumu değerlendirdi biraz. On yıldan fazla bir zamandır Kürt şehirlerinde görev yaptığını, şimdiye kadar binlerce kişiyi sorguladığını anlattı. Kendi aralarında benle diğerlerini karşılaştırdıklarını söyledi. Garnizonda çay içme davetlerini kabul edersem, tutanağa geçmeyen kitap, gazete ve dergilerimi iade edebileceğini ama tutanağa geçmiş olanlar için bir şey yapamayacağını söyledi. Oraya asla gelmeyeceğimi söyledim. “Eğer gerçekten iade etmek istiyorsan, işte buradayım, getir ver” dedim. İki saate yakın çok şey konuştuk, epeyce tartıştık. Birçok noktada onu dinlemeye çalışırken aynı zamanda derinlemesine ruhsal yönünü anlamaya çabaladım. Anlattığı birçok şey doğru olabilirdi ama genel olarak kendisini samimi bulmadım.
Kalkıp giderken, vurgulu bir şekilde “Evim şu arka taraflarda” deyince hayretle baktım. Böylesine önemli bir görevde olan birisinin, sorgucu, işkenceci bir subayın evi oralarda olamazdı. Bu ev vurgusu bir tuzaktı, anladım. İşkencedeyken bir ara “Sokakta karşılaşırsak falan” demiştim, bunu tehdit olarak yorumlamışlardı. Hele onu takip ediyor muyum diye bu arada yem atıyordu kendince. Belki de “özür” falan bahaneydi sırf bunun için gelmiş olabilirdi.
Birkaç gün sonra, sabah erken dükkânı açtım. Üşümeyeyim diye başımdaki kaşkolu kulaklarıma kadar çekmiş, dut ağaçlarından dökülmüş çevremdeki kuru yaprakları fırçayla süpürürken, birinin bana seslendiğini fark ettim. Döndüm, yine aynı işkencecimdi. “Kolay gelsin! Günaydın. Nasılsın?” dedi. Başımı sallayarak “Sağol” dedim. “Eve gidiyorum. Evimin şu arka tarafta olduğunu söylemiştim” dedi. Bu kez gözlerinin içine anlamlı bakarak Yeşil’in tabiriyle beni ‘ahmak asker’ mi sanıyorsun der gibi alaycı bir şekilde gülümsedim ve umursamaz bir tavırla başımı sallayarak yaprakları süpürmeye devam ettim.
Daha önce de şimdi de mutlaka adamlarını etrafa yerleştirmiş, onu takip etme gibi bir aptallık yapıp yapmayacağımı kendince test ediyordu. Eğer öyle bir şey yapsaydım beni çok kolay bir şekilde alıp infaz edeceklerini biliyordum. Bundan sonra bir daha da adamı görmedim. Ama bir gün farklı şartlarda onunla ve diğerleriyle karşılaşmak isterim.
Gözaltı sürecinin üzerinden epey zaman sonra, hani nerdeyse olanları unutmuşken, beni mahkemeye çağırdılar. Daha önceleri de DGM’de bir kaç kez yargılandığımdan, tek başıma gittim.
Dört kişiden oluşan gerçek bir DGM heyetiyle karşılaştım. Baş hâkim çok sert ve dinamikti. Hâkimlerden çok genç olan savcı sol tarafında, daha düşük bir platformdaydı. Baş hâkimin sağ tarafında oturan iki hâkim taş kesilmiş halde kıpırtısız bekliyordu. Hatta baş hâkimin yanında oturan yaşlı olanı ölü gibi uyuyordu sanki. Sonradan anladım, bu, askeri hâkimdi. O zamanlar DGM hâkimlerinin bir üyesi askerdi. Genelde paraya doymayan emekli eski kurt askerlerden oluşurdu bu hâkimler. Hâkim, kimlik bilgilerimi sorarken kafasını kaldırmadan çok hızlı bir şekilde elindeki klasörden boyuna sayfaları karıştırıyordu. Birden şair edasıyla “Sarışın, mavi gözlü / İnce, uzun boylu / Ah şu şehvetli Rus kızları!” şeklinde bir şiir okudu. Ben masum masum şiire dalmışken aniden keskin bakışlarıyla gözlerimin içine ok gibi daldı “Bunu sen mi yazdın?” diye sordu. Afalladım açıkçası. Zaten tavrından, bakışlarından ürkmüştüm ama şiirden dolayı çok şaşırdım. Elbette öyle bir şiirim yoktu. Öte yandan hani şiirde yasaklı bir şey de yoktu, netice erotik bir aşk şiiriydi. Yani içeriğinden dolayı soruşturmalık bir durumum olamayacaktı. Ama adam benimle dalga mı geçiyordu, şaşırtmak mı istiyordu, neydi amacı? Anlayamadım. Aval aval bakarken aslında düşünmeye çalışıyordum.
Şöyle bir şey düşündüm. Soruşturma konusu olmuş Kürtçe metinleri çevirenler öyle bildiğimiz profesyonel tercümanlar değildir. Türk devleti “Kürtçe”yi adıyla birlikte yasakladığından, kurumları, Kürtçe metinleri prosedüre uygun bir şekilde profesyonel çevirmenlere ücretli olarak tercüme ettirmiyor. Genelde mübaşir, hizmetli gibi Kürt çalışanlarına, Kürt imamlara, asker veya emniyetteki Kürtlere, Kürtlerin arasında yaşadıklarından dolayı Kürtçe bilen Türkmen veya Arap kökenli memurlarına bu işi ek bir ücretle yaptırıyor. Tabi bunlar dile, tercümanlık bilgisine vakıf olmadıklarından çoğu zaman saçmalık derecesinde çeviriler ortaya çıkıyor. İşin içinde para döndüğünden bir de sahtekârlığa başvuruyorlar; gerçek metinde yazılmış olanları anlayamadıklarından ya da dili kullanma konusuna beceriksiz olduklarından veya kurnazlık yaptıklarından, hiç zahmet çekmeden, tercüme diye kendi kafalarına göre bir şeyler karalıyorlar. Son yıllarda ise, internetten rast gele hazır metinler indirip tercüme diye yutturuyorlar. Daha önce polis göz altılarındaki tecrübelerimden ve daha farklı durumlardan bunları biliyordum. Eğer metinlerimi çevirirlerken böyle bir şey olmuşsa, bu şekildeki bir şiir, DGM gibi bir yerde işimi kolaylaştırır diye düşündüğümden pek cevap veremedim.
Hâkim, yazarlığımdan ve yazdıklarımdan çok Azadiya Welat gazetesinde yazdığıma kafayı takmıştı. “PKK terör örgütünü övücü ve propaganda içerikli yazılar yazarak bunları Türkiye’de basımı yasak olan Azadiya Welat dergisinde şu ve şu kod adlarla yayınladığı…” diye başlayıp “TCK 169’dan da cezalandırılmasına” şeklinde devam ederken “Evet, yazdım” dedim. “Ama bunlar edebi şeylerdir” diye ekledim. “Sonra, Azadiya Welat gazetesinin Türkiye’de basımı yasak falan değil, İstanbul’da yayınlanıyor ve Türkiye’nin her yerinde dağıtılıyor” derken askeri hâkim şaşırtıcı bir canlılıkla “Parayla mı yazıyordun?” diye sordu. Sorusundan çok canlanmasına hayret ettim. “Hayır!” dedim. “Onlar beni tanımıyor. Ben de onları tanımıyorum. Yazılarımı mektupla gönderirdim, adresimi de vermedim hiç” dedim.
Daha sonra askeri hâkimle aramızda karşılıklı çok ilginç bir muhabbet gelişti. Nereli olduğumu sordu önce, “Liceliyim” dedim. Sonra “Hangi köyünden?” derken “Dingilhawa” dedim. Kızmış bir ses tonuyla “Türkçe adı nedir, Türkçe?” dedi. “Türkçe adı yok!” dedim. Sonra hatırladı yerini. Filanca yerde, filanca köyün mezrası diyerek “Öyle mi?” dedi. “Evet” dedim. “O köy Zazaca konuşuyor ama” dedi. “Sen Zazasın, ne diye Kürtlerin gazetesine yazıyorsun?” diye devam ederken, “Biz kendimize Zaza demiyoruz, Kırd diyoruz. Siz bize Zaza diyorsunuz” dedim. “Biz de Kürdüz, Kurmanclar da Kürttür” dedim. “Yok!” dedi, “Yanlış biliyorsun” dedi ve bir sürü demagoji yaptı.
Savcı ve diğer hâkimler, daha çok gözlerini üzerime dikmiş konuşmaları izliyordu. Askeri hâkim, Kürt olmadığım konusunda beni ikna etmeye çalışıyordu. Uzatınca, sözünü bitirmesini beklemeden “Anlattığınız şeyler, öyle değildir. Tıpkı Azeri ve Özbek Türkçesi ile sizin Türkçe gibi, biz de bir dilin iki farklı kolunu konuşuyoruz” deyince, baş hâkim “Tamam, kes!” dedi.
Hâkim, kararı yazdırırken “Kod şu ve şu” şeklinde anlattı. Hemen itiraz ettim. “Kod değil onlar, mahlas!” dedim. Dikkatlice bana baktı, biraz durdu “mahhıllaas” dedi. Benimle alay mı etti yoksa sekreterin sözcüğü düzgün anlaması için mi böyle telaffuz etti, anlayamadım. Oldum olası “kod” adları sevmem. Haklı davaları yürüten ama illegal mücadele etmek zorunda kalan örgütlerde “kod” adın kullanılması davayı gayrı meşru, kaçak bir duruma düşürdüğüne inanırım nedense. Bir de, devlet gerçek adlarını çok iyi biliyor zaten!
Birkaç mahlasımın olması da şu şekildeydi. Daha önceleri, kimi arkadaşlar müsveddelerini getirmiş, bilgisayarımda yazmıştık. Bu arada yazılarını redakte de ediyordum ancak ne yapalım, bilgisayarımda ele geçtiler işte. Bunlar, çalışan memur arkadaşlardı. Onların yazıları da zaten benimki gibi edebi şeylerdi. Ama yazılarında isimleri yazılıydı. Onlara herhangi bir zarar gelmesin diye gözaltında çok sıkıştırılmama rağmen, kendi yazılarım olduklarını, adları da benim farklı mahlaslarım olduğunda ısrar etmiştim. Sözünü ettiğim arkadaşlar, bu durumu iyi biliyor.
Hâkim, “Sanığın dava konusu yazıların tercümesinde, içeriğinde PKK terör örgütünü övücü veya bölücülük propagandası yapan herhangi bir ibare bulunmadığı anlaşılmaktadır (…) Sanığın üzerine atılı suçtan cezalandırılmasına yeterli her türlü kuşkudan uzak, kesin ve inandırıcı delil elde edilemediği gibi yazılan yazıların tercümeleri incelendiğinde, atılı suçun unsurlarının mevcut olmadığı anlaşılmakla, sanığın BERAATİNe, DGM Emanetin 2001/494 sırasında kayıtlı bilgisayar disketlerinin DOSYADA DELİL OLARAK SAKLANMASINA, Dair sanığın yüzüne karşı iddia makamında C. Savcısı Ramazan Çetin hazır olduğu halde talebe uygun ve yasa yolları açık olmak üzere, oybirliğiyle verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı” dedikten sonra “Gidebilirsin” dedi.
O zamanlar devletin “Zazacılık” faaliyetlerinden haberim yoktu daha. Yaşlı askeri hâkimin Zaza olmama kafayı takmış olması, beni ayartmaya çalışması bana çok ilginç gelmişti. Beraat etme rahatlığıyla kapıya doğru giderken aynı zamanda ilginç bir tip olan ve yine aramızda geçen garip tartışmadan dolayı gözüm yaşlı askeri hâkime takıldı. Hele bir şey diyor mu bana diye yavaş adımlarla yürüdüm. Baş hâkim bunu fark edince beni döver gibi “Çabuk çabuk!” diye bağırdı üzerime. Artık arkama bakmadan kapıyı açan mübaşirin önünden sıyrılıp dışarı çıktım.
Bir ara, aldıkları birçok elyazması müsveddelerimi, bilgisayar çıktısı yazılarımı, kitap, gazete ve dergilerimi almak için yine DGM binasına gittim. Sekreterliğe gittim, durumumu anlattım. “Onlar gitti, zor alırsın” dediler. Yılmadım, bir süre sonra Sedat Bey’in yazdığı bir dilekçeyle, 06.03.2003 günü öğleden sonra DGM Başsavcılığına çıktım. Kapısında bekleyen korumasına durumu anlattım, tam kapıyı çalacakken, kendisi hışımla dışarı çıktı, kapıda yüz yüze geldik. Başsavcı bir general kadar sert bir adamdı. “Ne istiyorsun?” dedi. Dilekçemi uzatırken durumu kısaca anlattım. Elimden aldığı dilekçeyi tekrar üzerime attı ve hiçbir şey demeden gitti.
Ama ben gitmedim. Akşam saat beşe kadar onu bekledim. Gelirken beni kapısının önünde oturuyor görünce şaşırdı herhalde. Kızgın bir şekilde “Hala bekliyor musun?” dedi. “Ben resmi bir şekilde dilekçeyle size başvurdum. Yazılarımı, kitaplarımı istiyorum. Vermiyorsanız bile dilekçeme resmi muamele istiyorum” deyince dilekçeyi elimden aldı, içeriye gidip masasına oturdu, bilgisayara baktı ve dilekçemin üzerine kırmızı kalemle “DGM Emanetinin 01/494 265 sırasında kayıtlı bilgisayar disketlerinin dosyada delil olarak saklanmasına karar verilmiş ve karar kesinleşmiştir. Bu nedenle bu konuda başka karar verilemez” şeklinde yazdı, imzaladı ve “Gel al!” dedi. Aldım, çıktım. Böylece bunca elyazmalarım, dokuz disket dolusu yazılarım ayrıca kitap, gazete ve dergilerim gitti gitti.
Yazılarıma, kitap, gazete ve dergilerime, yine ağır işkenceden dolayı iki yıl boyunca psikiyatrik tedavi gördüğüm için yazınsal çalışmalarımın ağır sekteye uğradığından 17.04.2003 tarihinde İdare Mahkemesi’nde tazminat davası açtık. Ama “Dava dilekçesinde geçen iddiaların tamamen asılsız ve dayanaktan yoksun bulunduğu, Devletten haksız kazanç elde etmek amacı ile Türk Silahlı Kuvvetlerinin manevi şahsiyetini zedelemeye ve Devletimiz aleyhine uluslar arası kamuoyu yaratmaya yönelik olduğu kanaatindeyiz” denilerek davamın reddi istendi. Görüldüğü gibi, bana bunca işkenceleri yapan silahlı bir ordu olan “Türk Silahlı Kuvvetlerinin manevi şahsiyeti” vardı ama benim ona dava açma hakkım bile yoktu.
Üç yıl sonra “Türk Milleti Adına” başlayıp “Hüküm veren Diyarbakır 1. İdare Mahkemesi’nce, dava dosyası incelenerek gereği düşünüldü” diyen “(…) Açıklanan nedenlerle davanın reddine, aşağıda dökümü yapılan yargılama giderinin davacı üzerinde bırakılmasına” şeklinde devam eden karar çıktı.
Bu kez Danıştay’a başvurduk. Netice, üç yıl sonra, “Temyizen incelenen karar, usul ve hukuka uygun olup, dilekçede ileri sürülen temyiz nedenleri kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmediğinden temyiz isteminin reddi ile Diyarbakır 1. İdare Mahkemesi’nin 31.03.2005 tarih ve E:2003/1303, K:2005/609 sayılı kararının onanmasına 20.11.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi” denilerek yerel mahkemenin kararına uyuldu.
İç hukuk yolları tükenince AİHM’ye başvurma hakkı doğdu. Biz de başvurduk ve kabul edildi. Aramızda epey yazışmalar oldu. AİHM’nin belki adil davranacağını ümit ettik. Ama üç yıl sonra, “AİHM, 20 Ocak 2011 günü yaptığı tek yargıçlı (Sayın K. Pardalos), 26 Mart 2008 tarihinde yapmış olduğunuz ve yukarıda belirtilen numara altında (14969/08) kaydedilmiş olan başvurunuz hakkında kabul edilmezlik kararı vermiştir. Mahkeme, Sözleşme’de aranan koşulların yerine getirilmemiş olduğu kanaatine varmıştır” diyerek bir şekilde Türk Mahkemesinin verdiği kararı uygun buldu. Böylece mahkeme sürecinde verdiğim bunca mücadele de bir şekilde sonuçsuz kaldı.
Mahkeme sürecinde, baştan sona bana destek olan arkadaşım Sedat Yurtdaş’a tekrar çok teşekkür ediyorum. Tedavi bölümünü de anlattıktan sonra değerlendirmeyi gerçek mahkeme olan halkın vicdanı ve tarihe bırakacağım.