zazaki.net
24 Teşrîne 2024 Yewşeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
15 Nîsane 2016 Îne 00:40

Sözlü Tarih Derlemeciliği Üzerine - I

Nusret Aydın

Adnan Çelik ile Namık Kemal Dinç, İsmail Beşikçi Vakfı adına, 1915 Ermeni Katliamı ve Tehciriyle ilgili Diyarbakır yöresini esas alan sözlü bir tarih derlemesi çalışmasını kitaplaştırıp "Yüz Yıllık Ah! Toplumsal Hafızanın İzinde, 1915 Diyarbakır" adıyla, yine İsmail Beşikçi Vakfı Yayınları tarafından Ocak 2015'te yayınladılar. Kitapta, ağırlıklı olarak 1915 Ermeni Katliamı ve Tehcirinde Diyarbakır ve yöresinde sözel tarih derlemsi yapılarak sözüm ona Kürtlerin katliamdaki rolleri ele alınıyor. Bu çerçevede merkez dahil Diyarbakır'ın ilçe ve köylerinde değişik kişilerle yaptıkları söyleşi ve mülakatları sözde kuşaktan-kuşağa aktarıla gelen bilgi, hikaye ve malumatları kendilerince tasnif ederek kitaplaştırmışlar.

Bir ara Diyarbakır'dayken bir gün Namık Kemal Dinç'ten bir telefon aldım. Kendisini tanıtıp kitap projesi hakkındaki bilgilendirmeden sonra,  benimle Ermeni Katliamı konusunda ‘Eğil yöresi’ çerçevesinde bir sohbet gerçekleştirmek istediklerini ve ismimin de iki kitabımı yayınlayan Avesta Yayınevi tarafından kendilerine önerildiğini belirtti. Ben de bir yazar olarak isteğini kabul ettim. Mülâkat, Diyarbakır'da Galeria İş Merkezi'nin arkasında bir derneğin bürosunda üç kişi ile gerçekleşti.

O zamana kadar Ermeni Katliamıyla ilgili gerek büyüklerimizden ve gerekse Eğil'de çevreden duyduklarımı Adnan Çelik, Namık Kemal Dinç ve ismini hatırlayamadığım  üçüncü  bir  kişi  ile  olduğu  gibi  paylaştım.

Yaptığımız söyleşiyi, kitapta, sayfa 239’dan 244’e kadarki bölümde eksik, taraflı ve yorumlanarak ‘Hayri’ mahlasını kullanarak yer verdiklerini gördüm. Halbuki benimle konuşulurken bana gerçek isim yerine ‘mahlas’ kullanılacağını söylemediler. Bilinen, tanınan bir yazar olarak ve bana danışılmadan kitapta gerçek ismim yerine ‘Hayri’ mahlasının kullanılması anlaşılır bir durum değildir. Sözlü şeffaf ve açık tarih yazımının bile ne derece gerçekleri dile getirdiği tartışma konusuyken, üstüne üstelik bir de gerçek isimler yerine kitapta mahlasın kullanılması her şeyi daha da bulandırmaktan  öte  bir  yararı  yoktur.

Benim dışımda olan anlatıcıların önemli bir kısmının da isimlerini gizlemelerinin nedenini bilmiyorum ama benim adımı gizlemelerini doğru bulmuyorum. "Gizli tanıklık" veya "itirafçılık" yapmıyorum, görüşlerini açıkça ifade edebilen bölgenin tarihiyle ilgili birden fazla kitap yayınlamış biri olarak anlatımlarımın mahlas ile yayınlanması beni açıkça rahatsız etmiştir. Örneğin tanınmış bir siyasetçi olan Tarık Ziya Ekinci ve yine tanınan bir yazar olarak Roşan Lezgin'in isimlerini olduğu gibi kullanırken neden benimkini mahlaslaştırarak kullandıklarını anlamakta güçlük çekiyorum.

İkinci ve çok önemli bir husus, söyleşimizle ilgili metin bana gösterilip söylediklerimin tarafımdan onaylanmandan kitapta yer alması da doğru değildir. Benimle ilgili yorumların ve en önemlisi, şahsıma isnat edilen anlatımların yayın öncesi mutlaka benimle paylaşıp teyit ettirilmesi gerekiyordu. Bundan dolayı, yöntem olarak yaptıklarını doğru ve etik bulmuyorum.

Öte yandan, sıradan bir okur bile kitabın ilk sayfalarından itibaren, yazarların daha kitap yazılmadan kafalarında oluşturdukları bir yargıyla hareket ettiklerini anlamakta zorlanmaz. Daha doğrusu sözü geçen kitapta Ermeni Katliamı ve Tehcirini işlerken, Kürtlere fatura kesilmeye çalışıldığı ayan beyan ortadadır. Yazarlarımız, klasik Kürt sol sosyalist kimliğiyle suçu zamanın Kürt toplumu ileri gelenlerine yüklemeye çalışarak ne kadar "demokrat" olduklarını göstererek kendilerini tatmin etmeye çalıştıkları belirgin olarak göze çarpıyor. Sözlü tarih çalışması yaparken Kürtleri ağa, bey, şeyh, efendi, şehir eşrafı ve diğerleri şeklinde kategorilere ayırmak sol hastalığın dışa vurumudur.

İşte bütün bu nedenlerden dolayı ben bu makaleyi yazma gereğini duydum.

Söz konusu kitabın 10. Bölümü olan "Soykırım Toplumsal Örgütlenmesinde Aktörler-II Diyarbekir Taşrasının İleri Gelenleri" başlıklı bölümde, Silvan'dan, yine gerçek adını gizleyerek "Harun" mahlasını verdikleri birisiyle yapılan görüşmeden alıntı yapılarak konuya şöyle giriş yapılıyor:

"Bu bölümde esas olarak Diyarbakır şehir merkezinin dışındaki bölgelerde soykırımın nasıl örgütlendiğine bakacak; hangi aktörlerin nasıl bir rolü aldığı ve neler yaptığının hatırlanma biçimlerini ele alacağız. Görüşmecilerin anlatılarına geçmeden önce Diyarbekir'in merkezi dışındaki yerleşim birimlerinde etkinliği olan aktörlere dair kısa bir değerlendirme yapacağız. Çünkü aşağıda anlatacağımız aktörler ya tanınmamakta ya da birbirine çok karıştırılmaktadır. Popüler tarih yazımı ve güncel siyasi tartışmalarda sanki hepsi aynı kategoridenmiş gibi total bir tanım yapılmaktadır...” (s. 233)

Şöyle devam ediyorlar:

"Bu karışıklığı gidermek ve anlatıdaki aktörleri yerli yerine oturtmak amacıyla Diyarbakır taşrasında yer alan aktörlere değineceğiz. Kürtlerin toplumsal yapısına dair tarihsel çalışmalar oldukça sınırlıdır. Araştırmanın ve bilginin sınırlı olmasına bağlı olarak genellemeler üzerinden fikir yürütmek adet olmuş. Kürtlerin toplumsal yapısına dair en yaygın genellemelerden biri aşiret yapısına dayandıkları, yarı göçebe bir hayat sürdükleri ve ağa denilen liderlerinin sultası altında feodal bir düzen içinde yaşadıklarıdır." (s. 234)

Yazarlarımız aynı konuyu şöyle sürdürüyorlar:

"Bu genellemeye göre, Kürtler gelişmiş bir toplumsal yapıya ve ekonomik ilişkilere sahip olmadıkları için de sınıfsal çeşitlilik ve yönetici elitler arasındaki farklılıklardan bahsetmek mümkün değil!

Bu genellemenin aksine, Diyarbakır'da yaptığımız görüşmelerde yönetici elitler arasında hayli çeşitlilik arz eden farklı kesimlerin bulunduğunu gözlemledik." (s. 234)

İşte burada yazarlarımız, Kürdistan Tarihinin cahili olduklarını açığa vurmuş oluyorlar. Kitaptan alıntıya devam ediyoruz:

"Diyarbekir'in taşrası olarak ifade edeceğimiz bu coğrafyada, yönetici elitler arasında sayabileceğimiz yerli unsurlardan, görüşmelerde ismi zikredilen kesimler şunlardır: Beyler, Ağalar, Şeyhler, Aşiret Reisleri, Efendiler." (s. 234) şeklinde devam ediliyor ve yeni bir başlık atılarak bu kavramların tarihsel süreç içerisindeki rollerine değiniliyor.

Kitapta ‘Taşra Elitleri ve Yönetici Tabaka: Beyler’ şeklinde başlık atılmış ve Kürtler arasında en uzun ömürlü elit olduğu ‘Bey’ unvanının aynı zamanda Osmanlı devletine bağlı kimi yöneticiler için de kullanıldığı belirtildikten sonra Kürtçede ‘Bey’ unvanına karşılık ‘Mîr’ ya da 'Beg'in kullanıldığı; Osmanlı yönetimi altındaki Kürt Beylerinin tarihsel gelişimi ve üslendikleri roller tarif ediliyor, sonra konu taşradaki Beyler  ve  Ağalar'ın  soykırımda  oynadıkları  role  getiriliyor.

Bu konuya geçmeden önce, daha önceki paragraflarda Diyarbekir taşrası için zikredilmiş  yönetici elitlerin  unvanlarının tarihsel  evrimini inceleyelim.

Pîr, Mîr, Bey (Beg), Şeyh ve Ağa Unvanların Tarihsel Evrimi

Kürt tarihini incelediğimizde bundan yaklaşık bin yıl önceki Kürt yöneticileri için 'Pîr' unvanının kullanıldığını görüyoruz. Bu unvan Kürt coğrafyasında Diyarbakır coğrafyası dahil yaklaşık Millattan Sonra 9. Yüzyıldan 1200'lere kadar kullanılmıştır. Bu unvanın günümüzde bile Kürdistan coğrafyasının bazı bölgelerinde bilhassa Kürdistan'ın güneyinde kullanıldığını görüyoruz. Gerek Kürtçede ve gerekse Farsçadaki anlamı dini ve siyasi otorite demektir. 'Pîr' unvanının günümüzde Kürtçenin Zazaca diyalektinde 'pîl' sözcüğüne evirildiği düşüncesindeyim. 'Pîl' unvanı 'Pîr' unvanına kıyasla daha dar anlamda ve nispeten kabile veya aile reisleri için kullanılan bir unvandır. 'Pîl' unvanın dini bir unvanla ilgisi yoktur. Örneğin Kirdkîde "Eke pîlê to çinî yo, şo bi yew kerraya pîle bimişêwrî!" meşhur öğüdü "Eğer büyüğün yoksa git büyük bir taşa danış!" anlamındadır.

M.S. 1200’lerden itibaren 'Pîr' unvanının yerini 'Mîr' unvanı almıştır. Günümüze kadar gelen 'Mîr' unvanı, Arapça 'Emir' kelimesinden türemiş olup, tamamen Kürtler'e has bir unvan olarak Kürt tarihine yerleşmiştir. Farslar da zaman zaman Mir unvanını kullanır. Ama yine de ‘Pîr’ ve ‘Mîr’ unvanları, öz olarak Kürtçeleşmiş unvanlardır diyebiliriz. Günümüzde 'Mîr' unvanı eskisi kadar olmasa bile genelde Kürdistan aristokrasisi  için  kullanılırdı.

Pîr'in Arapça karşılığı ise ‘Şeyhtir’. Şeyhliğin dini ve siyasi manada Kürtler'in tarihinde  bir  unvan  olarak 1800'lerden  itibaren  tarih sahnesine çıktığını görüyoruz.

Gerek ‘Beg’ gerekse ‘Bey’ unvanları Türkçe ve Türkmence (Türki) unvanlar olup 1300-50’lerden itibaren gerek Akkoyunlu ve gerekse Karakoyunlu Tükmen aşiretlerinin Kürdistan coğrafyasında boy göstermesi ve bölgedeki Kürt yöneticileriyle siyasi, askeri ve sosyal ilişkileri neticesinde zamanın Kürt yöneticileri tarafından kabul görmüş bir unvandır. Türkçede tarihsel süreç içerisinde siyasi ve askeri otorite anlamında kullanılmıştır. 1514 Çaldıran Savaşından sonra Osmanlı Devletinin Kürdistan ile direk münasebetleri neticesinde, Kürdistan yöneticileri tarafından ‘Bey’ veya 'Beg' unvanları da daha sık kullanılmaya başlanmıştır.

Günümüzde kullanılan Bey/Beg unvanları ise, tarihsel süreç içindeki anlamını yitirip erkekler için karşı tarafa saygı bağlamında kullanılmaktadır. Yine günümüzde gerek Türkler ve gerekse Kürtler arasında para, pul ve mevki sahibi olan herkese ‘Beg' veya 'Bey’ diye hitap edilir.

Bernard Lewis, What Went Wrong adlı eserinde ‘Ağa’ unvanı için şöyle diyor: "Ağa unvanı Türkçe olup birinci derecedeki anlamı ‘Büyük ağabey’ bazı Türki lisanlarda; baba, amca hatta büyük kız kardeş anlamına gelir. Örneğin Timur'un kızının isimi Ağabegi idi." Yine, Bernard Lewis’e göre Osmanlı'daki resmi anlamı ise "Askeri veya sivil bir şeye komuta eden otorite" demektir. Mesela, Yeniçeri Ağası, Kızlar Ağası, Harem Ağası, Tütüncü Ağa, Silahtar Ağa, Hazinedar Ağa gibi." Kürtlerde ise belli miktarda bir araziye sahip olan veya işletene veya bir aşiret liderine verilen bir unvandır.

Yazarlarımız, kitapta ‘Soykırımın Taşradaki Aktörleri’ başlıklı bölümde Beyler ve Ağaların rolünü irdelerken, yine kendi anlatımlarıyla çeliştiklerini görüyoruz. Önce bu hususta kendi görüşlerini aktaralım:

"Sahada yaptığımız 60 civarında görüşmede görüşmecilerimiz Diyarbekir taşrasının ileri gelen kişilerinin 1915'teki rollerine dair çok fazla hikaye anlattılar… çoğunlukla tartışma konusu olan kişilerle akrabalık ilişkisi, aynı aşiret veya aileden olmak, aynı yerleşim biriminde ikamet etmek, 1915'te bir grupla husumet içinde olmak ya da uzaktan tanışıklık gibi durumlar hafızanın farklı şekilde dile gelmesini sağladı..." (s. 238)

Günümüzde 30-40 yıldan beri bir savaş travmasını yaşayan Kürt toplumu kadar polarize, politize olmuş başka bir toplumdan bahsedilemezken, bu şartlar altında sözlü tarih yazımının objektif olabilirliğini yazarlarımız soru işaretiyle karşılarken, kendilerinin de meseleye objektif yaklaşmadıklarının farkında değiller herhalde. Kürt toplumunu sınıflara bölüp Ermeni Katliamı ve Tehcirinde olmuşsa bir rolleri, suçluyu açığa çıkaracaklarına, vurun abalıya misali meseleye hastalıklı sol yelpazeden yaklaşıp kendilerince önceden belirledikleri belli bir Kürt kesimini yargısız infaz etmek istediklerini görüyoruz.

Soykırımın Taşradaki Aktörleri: Beyler ve Ağalar' başlıklı bölümde yine şöyle deniliyor:

"Bu gün Diyarbakır'ın bir ilçesi olan Dicle (Kürtçe ismiyle Piran), 1915'te Eğil'e bağlı büyükçe bir köydür. Eğil (Kürtçe adıyla Gêl) ise bir dönem Osmanlı devletinde çok büyük ayrıcalıklara sahip Mîrlik sisteminin uygulandığı bir merkezdir." (s. 239)

Burada bir ara not olarak şu bilgiyi eklemek istiyorum. Günümüzde Diyarbakır'a bağlı olan Dicle ilçesi Kürtçe ismiyle Pîran, M.S. 950-1000 yıllarında Eğil Mîrler'inin ataları tarafından yani Pîr Mansur ve oğulları tarafından kurulmuş bir Kürt (Kırd/Zaza) yerleşim yeridir ve ismini de bu Pîrlerden almıştır. Pîran yani "Pirler" demektir.    

Bu konu ile ilgili olarak söz konusu kitabın 239. sayfasının 8 nolu dipnotun ufkumuzu daha da genişleteceğini düşündüğüm için olduğu gibi buraya alıyorum:

"Bir dönem Eğil Beyliği 'Hükümet' statüsündedir. Hükümet statüsündeki mirliklerin iç işlerine devlet karışamaz, buralarda hiç bir devlet görevlisi bulunmaz (Buna Osmanlı diplomatikasında 'Mahfuzul Kalem Maktu ül Kadem' kuralı denir.) Yöneticilik babadan oğula irsiyet usulüyle geçer, vergi dahi vermeyen hükümetlerden devletin tek istediği savaş zamanında bey'in askerleri ile birlikte orduya katılmasıdır. Osmanlı yazışmalarında mirliğin başındaki kişiye hakim denir. Eğil, zaman içerisinde bu ayrıcalıklarını kaybetmiş, 1849 yılında ise mirlik-beylik sistemi Osmanlı devletinin merkezileşme politikalarıyla birlikte lağvedilmiş.

Osmanlı Devletinin son dönemlerinde yani 1750’lerden sonra Eğil yöneticilerine Hakim deniliyordu. Daha önceki dönemlerde ise Cenab, Cem Cenab unvanları kullanılmıştır.

Kitaptan alıntıya devam ediyoruz:

"Dicleli, 55 yaşında emekli öğretmen Cemal, Dicle'nin ileri gelen şahsiyetlerinin kimler olduğunu ve 1915'te bu kişilerin nasıl rol oynadıklarını anlatırken, bize beyler ile Osmanlı devleti arasındaki ilişkiden bahsediyor ve bu kişilerin devlet tarafından atandığını söylüyor. Meşruiyetini ve yetkilerini Osmanlı devletinden alan beylerin, sınırsız yetkiye sahip olduğunu, söyledikleri sözün emir, kanun anlamına geldiğini belirtiyor. Emri altında bulunan adamlar vasıtasıyla insanlara kötü davranabildiklerini, kendileri bizzat yapmasa da yaptırdıklarını anlatıyor. Eğil beylerinin devlet tarafından verilen emri yerine getirmek zorunda olduklarından, görev tanımı içerisinde gerçekleştirdiklerini dile getiriyor." (s. 239)

Yazarlar, bu yorumlarından sonra direk Cemal'in sözlerine yer veriyorlar:

"Beyler, Eğil'de Osmanlılar döneminde bey olarak, derebeyi olarak atanmışlar. Derebeylerinin güçleri sınırsız kabul edilirdi, her söyledikleri emir ve kanundu. Böyle olunca istedikleri kişilere hükmetmişlerdir. Eğil'in beyleri devlet tarafından verilen görevleri yerine getirmek zorunda olan insanlardı. Böyle olunca da, Ermeni katliamında onların da rolü olmuştur." (s. 239)

Aynı sayfanın altına aldıkları dipnot Cemal'in söylediklerinin zaten yanlış olduğunu göstermektedir. O zaman ya o dipnotu okumadan oraya almışlar; ya da Cemal'in anlattıklarını anlamadan almışlar. Örneğin benim anlatımlarımda "Hayri'ye göre" ibaresini kullanırken, Cemal'in açık bir şekilde yanlış anlattığı, kendilerin dipnotta verdiği bilgiyle Cemal'in anlatımlarının yalan ve yanlış olduğu açık iken, "Cemal'e göre" demiyorlar.

Bin yıllık Gêl Mîrliğinin tarihini derebeyliğe indirgeyebilen Dicleli Cemal mahlaslı bu şahıs, 55 yaşına gelmiş bir de öğretmenmiş! Böylece Ermeni Katliamında rol alan cellatları araştırmaya çalışan yazarlarımıza sağlam bir bilgi kaynağı olmuş ve söyledikleri bundan böyle tarihe mal edilmeye çalışılacak! Cemal, "Beyler Eğil'de Osmanlılar döneminde bey olarak, derebeyi olarak atanmışlar" diyor. Böylece zavallı Cemal ve yukarıda sözü geçen yazarlarımızın Eğil Mîrliğinin Osmanlı Devletinin kuruluşundan 300-400 yıl önce de var olduğundan bihaberler. Peki Cemal mahlaslı öğretmene, Osmanlıdan önce bu Mîrleri kim atıyordu diye sormazlar mı? Seninle röportaj yapan yazarlarımız bile kitaplarının 239. sayfasına aldıkları dipnotu sana hatırlatmadılar mı? İşte sap ile samanın birbirine karıştırılması buna derler. Geçmiş tarih bilincine sahip olmadan tarih yazmak veya yorumda bulunmak buymuş tam olarak herhalde!

Makalenin devamını okumak için tıkla>>>

Na xebere 4844 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.