Sözlü Tarih Derlemeciliği Üzerine - II
Kitapta görüşlerimle ilgili meselenin can alıcı noktasına gelelim. Kitabın 240. sayfasında benimle ilgili olarak şöyle deniliyor:
"Sahada yaptığımız görüşmelerde Eğil beyleriyle aynı kökenden gelen kişilerle de görüştük. Bu kişilerden biri olan Hayri, elinde Eğil Beylerine ait Arapça bir şecere olduğunu söylüyor. Eğil Beyliği'nin tarihine dair uzun bir değerlendirme yapıyor. 1750'li yıllarda beyliğin içinde ikilik çıktığını bundan faydalanmak isteyen Osmanlı Devletinin aradaki çelişkileri körüklediğini ve sonuçta beyliğin zayıf düştüğünü belirtiyor. Soykırım sırasında dört, beş yaşlarında olan babasının Eğil'den kafilelerin Ergani'ye doğru gidişine dair bir anısını aktarıyor. Kendisine 1915'te Eğil beylerinin nasıl tavır takındıklarını soruyoruz. Hayri, sorumuz karşısında savunmacı bir pozisyon alıyor. Beylerin 'kesinlikle tehcire katılmadığını, söyleyen görüşmecimiz, savunmasını iki temel üzerine inşa ediyor. İlk argümanı, 1915 yılında beyliğin sadece isim olarak var olduğu, bir yerel otorite, güç olarak beylerden bahsetmenin imkansız olduğunu, dolayısıyla rol oynamasının mümkün olmadığı yönündedir. Hayri'ye göre, tehcire ve soykırıma ortak olmadıklarının ikinci göstergesi ise kurtarılan Ermeni çocuklarıdır…" (s. 240)
Babamın bizzat Tehcir sırasında yaşadığı bir anısını onlarla paylaşmıştım. Ama kitapta sadece "babasından bir anısını bizimle paylaştı" şeklinde aktarılmış. Halbuki onlara anlattığım babamın anısı olaylarla direk ilintiliydi. Babam aynen şöyle anlatmıştı:
"Oğlum, 6-7 bilemedin 8 yaşlarındaydım. Zar zor hatırlıyorum. Askerler, Eğil'in batısında bizim evlerin aşağısında Ergani'ye doğru giden yolun üzerinde, sonradan Ermeni olduğunu öğrendiğim kadın, çoluk çocukları sıraya dizmişlerdi. Çoğu birbirine sarılıp ağlıyordu. Her nasıl olmuşsa ben de onların içine karışmışım. Olup biteni şaşkın, şaşkın izliyordum. O esnada bir 'askerê bejık' (günümüzdeki tabiriyle korucu) beni tanımış olmalı ki, gelip kolumdan tutup yamacın üstündeki kayalığa, evlerimize doğru yürüterek gurubun dışına çıkardı. Bana 'Sen bunların arasında ne arıyorsun? Bunların hepsini götürüp öldürecekler. Hemen çabuk eve git!' dediğini hatırlıyorum. Ben eve gitmedim, evlerimizin aşağısında 'Kozıka' adlı kayalığın üzerine çıkıp, son kafile olarak tabir edilen bu grubu asker eşliğinde, gözden kayboluncaya dek seyrettim."
Ben babamdan bunları duymuşum ve olduğu gibi kendilerine anlattım.
Söyleşi yaptığımızda Ermeni Katliamı ve Tehcirine objektif yaklaştıklarını düşündüğüm yazarlarımız, benimle röportaj yaparken meğerse benden neredeyse "Evet, Ermeni Katliamına Eğil Mîrleri de ortak olmuştur, hatta ön ayak olmuştur" dememin beklentisi içerisindeymişler, böylesi bir peşin hükümle bana gelmişler!
Ben bu satırları yazmadan önce kendisi de yazar olan sevgili Roşan Lezgin, anlatımları 'Hayri" mahlasıyla aktarılan kişinin kim olduğunu bilmeden, kitapta kullanılan bu çifte standardın farkına varmış ve eleştirisini "Yüz Yıllık Ah Hepimizin Ahıdır!" başlıklı makalesinde şöyle dile getiriyor:
"… bir kitap okuru olarak şunu da söyleyeyim, önceleri kitap okurken genelde olduğu gibi inanırdım anlatılanlara. Hatta edebi kitapları okurken, anlatılanların gerçek yaşanmış şeyler olduğunu kabul ederdim hep. Ama zamanla kitaplarda anlatılan her bilgiye ihtiyatlı yaklaşmam gerektiğini anladım. Hatta bir çok kitapta, makalede dipnotlarla belirtilen alıntıları bile imkan dahilinde orijinal kaynaklarla karşılaştırmaya çalışıyorum artık.
Elbette bu kitabı okurken de, ihtiyatlı ve sorgulayıcı bir şekilde anlatılanlara farklı açılardan bakmaya çalıştım. Kitapta aktarılan bilgilerin önemli bir kısmı sözlü tarih anlatılardan yorumlardan oluştuğu için, gerek yazarlar gerekse anlatıcıların ne kadar objektif kalabildikleri konusunda ister istemez soru işaretleri takıldı zihnime. Mesela kitabın 'Soykırım Toplumsal Örgütlenmesinde Aktörler-II, Diyarbakır Taşrasının ileri Gelenleri' başlıklı 10. bölümde, 1915 Ermeni Katliamında şehir merkezindeki eşraf dışında taşradaki elit tabakanın rolü irdelenirken kimi yerde sanki yazarlar önkabul ile hareket ediyorlar, şeklinde düşünmekten kendimi alamadım." (Roşan Lezgin, "Yüzyıllık Ah” Hepimizin Ahıdır!, www.zazaki.net, 04 Eylül 2015)
Devamında söyleşimizin tamamını aktardıktan sonra şöyle bir yorum getiriyor Roşan Lezgin:
"Kitapta yer alamamış ne tür diyalogların, yazarların edindiği intiba ve izlenimlerin olduğunu okur olarak bilemem, ama Eğil beyleriyle aynı kökenden gelen ve yazarlar tarafından kitapta adı değiştirilerek verilen Hayri'nin anlatımlarından yazarların sanki memnun kalmadığı anlaşılıyor. Çünkü yazarlara ait olan 'Hayri sorumuz karşısında savunmacı bir pozisyon alıyor.' ifadeleri, bir nevi suçlama içeriyor. Şahsen okur olarak Hayri'nin anlatımlarının 'savunmacı bir pozisyon'da olduğunu göremedim. Kendince düşüncesini temellendirmeye çalışarak anlatma çabasıdır Hayri'ninki. Ama yazarlar, ona karşı sanki belli bir pozisyonda konumlanmış durumdalar. Çünkü devam eden ifadelerde de 'Hayri'ye göre' veya 'ima ediyor' tarzı mimlemelerle, okuru, Hayri'in anlatımlarına inanmamasını istiyorlar. Hayri'nin doğruyu ikrar etmediğine okuru ikna etmek için 'Oysa kurtulma hikayelerini anlattığımız bölüme bakılacak olursa birçok örnekte görülecektir ki, aynı kişi hem cellat hem de kurtarıcı olabilmektedir. Doğrusal bir ilişki kurup, 'çocukları saklayanlar katliama ortak olmamıştır,' diyemeyiz' şeklinde yargılarda bulunuyor yazarlar."
Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç, yüzüme karşı değil de kitapta benden habersiz, keyfiyete dayalı bir şekilde kendilerince sözlerimi yorumlayarak "Hayri sorumuz karşısında savunmacı bir pozisyon almış" demeleri ahlaki değildir, çünkü öyle bir durum olmamıştır. Ben herhangi "savunmacı bir pozisyon almadım". Niye alayım? Kendileri Lahey Adalet Divanı mı ki önüme dedelerimin sabit, tartışılmaz, kuşku duyulmaz suç delilerini koymuşlar da ben "savunmacı bir pozisyon almış" olayım? Sonra, kalkıp "Hayri'ye göre…" demeleri, şunu veya bunu "ima ediyor" demeleri, ahlaki bir durumun da ötesinde tamamen haksızlıktır, kendini bilmezliktir. Böyle sözlü tarih derlemesi mi olur? O zaman her önüne gelen kalkıp birileriyle görüşsün, görüştükleri kişilerin adlarını gizlesin, canları istediği şekilde şunları şunları anlattı desin ve tarih yazsın, yeni bir tarih oluştursun.
Bu haksızlığı fark eden yazar Roşan Lezgin, kitaba yönelik yazdığı eleştirel makalesinin başka bir bölümünde benimle yani "Hayri" ile yapılan söyleşide bu yazarların ne kadar önyargılı davrandıklarını şu cümlelerle ifade etmektedir:
"Hayri kanaatini temellendirmek için iki önemli argüman öne sürmesine karşın, yazarlar, Hayri'yi doğruyu ikrar etmeyen biri olarak okura göstermeye çabalarken, Sabahattin'in (not: Sabahattin mahlasıyla röportaj yapılan kişi Eğil'den başka bir görüşmeci) anlatımlarının doğru olduğu noktasında destekleyerek ‘Fakat beyler hakkında söylediklerini Diyarbakır'ın farklı ilçelerinde de dinliyoruz’ diyebiliyorlar."
Yazarlar, Kürtlerin katliama karıştıklarını ima eden anlatımlara açık bir tarafgirlikle balıklama atlayarak, destekleyerek ve tasdik edip aktarırken, bilgisi olmayanları veya tersini söyleyenleri ise yermeye, doğruyu söylememekle itham etmeye çabalamaları belli bir önyargıyla meseleye yaklaştıklarının sabit göstergesidir.
Kürt kamuoyunun yalan yanlış bilgilerle yönlendirilmeye çalışılması, meseleye duygusal yaklaşımlar bu konuda ciddi çalışmaların yapılmasını da engellemektedir. Bazı Türk ve bilhassa diaspora Ermeni yazar ve çizerler, Kürtleri gerçekle bağdaşmayan bir pozisyona oturtmaya çalışıyorlar. Türk Solundan beslenen, düşünceleri Türk Solculuğu evreninde şekillenen bir kısım Kürt Solcusu yazar-çizer de kendi milletine aynı haksızlığı yaparak sözüm ona ne kadar "demokrat" veya "enternasyonalist" olduklarını göstermeye çalışmaktalar. Hâlbuki David Mc Dowall rakamlarla meseleyi gözler önüne sermektedir. David Mc Dowall ‘A Modern History of the Kurds’ adlı eserinde tüm savaşın yani I. Dünya Savaşının Ermenilere maliyetini Ermenilerin toplam nüfus kıyımının 1 milyon, Kürtlerin 800.000, Türklerin ise 600. 000 civarında olduğunu belirtmektedir. (David Mc Dowall, A Modern History of the Kurds, s.109.9)
Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç, benim için "Eğil'de Ermeniler'in arazi sahibi olup olmadığını bilmediğini ima ediyor. Ama ardından Ermeni mallarına el konulduğunu, Eğilli herhangi birinin el koymuş olabileceğini söylüyor. Lakin Eğil beylerinin mallara el koyup koymadığı konusunda bir şey söylemiyor." diyorlar. (s. 241) Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi yazarların Hayri'ye yani bana karşı gizli olarak besledikleri art niyetlerini açıkça dışa vurmaktalar. Mülâkat esnasında bütün iyi niyetimle yazarlarımızın sordukları soruları cevaplamaya çalışırken bir araştırmacıya ve tarihçiye yakışmayan görüşmeciyi yani Hayri'yi yani bu satırları yazan yazarı zan altında bırakmaya çalışıyorlar. Eğil'de Ermenilerin arazi sahibi olup olmadıklarını bilmediğimi ima ediyormuşum! Bunu yapmakla ben bir yanlışın içindeymişim havası yaratmaya çalışıyorlar yazarlarımız.
Araştırmacılarımız, sözde bu araştırmalarıyla mağdur olmuş bir milletin hak ve hukukunu ararken, adalet ararken, başka bir millete karşı, en azından şahsıma karşı adil olamadıkları ortadadır. Yazarlarımız açıkçası kafalarında şekillendirdikleri düşüncelerini benim tasdik etmemi benden bekliyorlarmış demek. Yürütülen projede Kürtlerin bir kesimini töhmet altında bırakmak için bu çalışmayı yürüttüklerini anlıyorum. Bir de bölge insanının gönlünde taht kurmuş bir ismi, İsmail Beşikçi Vakfı adına bu çalışmayı yürüttüklerini söylüyorlar.
Söz konusu kitabın yazarları Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç'in Eğil'de Sabahattin mahlasını kullanıp görüşüne yer verdikleri şahısın mülakatında söylediği "Mesela Şavelyan. Eğil'deki kilisenin aynısı şu anda Şavelyan'da mevcut. Oranın kime ait olduğu belli. Peki, bugün kimin elinde? Beylerin elinde. Musan kimin elinde? Talanbiyan kimin elinde? Eğil'in çevresindeki verimli toprağı beyler kendi aralarında paylaşmıştır.” iddiaları da doğru değildir. (s. 228)
Sabahattin'in bahsettiği Talanbiyan ve Musan köylerinin Ermenilerle bir alakası yoktur. Bahsedilen bu topraklar takriben 1750-1800'lerde Eğil Mirlerinden İsmail'in beş çocuğu arasında bölüşülmüştür. Yani bu topraklara 1915'ten sonra el konulmuştur sözleri tarihi gerçeklikle bağdaşmıyor. Sonu "-an / -yan" ile biten hemen hemen tüm yerleşim yerlerinin Ermeni yerleşim yerleri olduğu algısı mevcut. Bilindiği gibi Kürtçede "-an / -yan" eki, Türkçedeki "-ler / -lar" karşılığı olan çoğul ekidir. Kürdistan'ın her dört parçasında binlerce yerleşim yerinin adı bu ekle bitiyor. Örneğin "Mehmedîyan", “Çelbîran”, "Şahaban", "Bexşiyan", "Musan" gibi adlardaki "-an" takısı çoğul ekidir. Yani Türkçe olarak "Mehmediler", "Kırkkuyular", "Şahablar", "Bexşiler", "Musalar" anlamını vermektedir. Oysa Ermenilerde yerleşim yeri adları "-an /-yan" takısıyla bitmez, genelde soyadlarında görülen bu takı "-oğlu" veya "-gil" anlamına gelmektedir. Sözgelimi Nubar Terziyan adındaki "Terziyan" soyadı "Terzioğlu" veya "Terzigil" anlamını vermektedir.
Yazarlar Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç, benimle ilgili söyleşinin son cümlesini şöyle bitiriyorlar: "Lakin Eğil beylerinin mallara el koyup, koymadığı konusunda bir şey söylemiyor." (s. 241) Bu cümleden de yazarların bölge tarihinin cahili oldukları anlaşılmaktadır. Çünkü 1915 katliamından önce de zaten arazilerin çoğu Mirlerin tapulu malıydı. Öte yandan Mirlerin Eğil'de, Ermeni Katliamında rol aldıklarına dair ne bir emareye ne bir yazılı belgede rastladım ve ne de sözlü olarak kulak misafiri oldum. Duymadığımı söylemem nasıl "savunmacı pozisyon" oluyor?
Osmanlı Devleti benim ailemden dört kişiyi seferberliğe götürmüştür. Dedem yani babamın babası yaşlıdır. Babam da geriye kalan çocukların en büyüğü olmasına rağmen 7-8 yaşlarındadır. İttihat ve Terakkinin ilan ettiği seferberlik nedeniyle Kürdistan’da eli silah tutan Müslümanlar silah altına alınmış ve uzak cephelere götürülmüştü.
Öte yandan, Ermeni Katliamı ve Tehciri, sıradan üç beş vatandaşla gerçekleşen bir mesele değildir. Ermeni Katliamı planlı programlı ve zamana yayılmış bir devlet politikasıdır. İlk önce Osmanlı Padişahı II Abdülhamit döneminde başlamış, akabinde Jön Türkler öncülünde 1908 yılında iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi tarafından yürütülen planlı, programlı geniş çaplı bir devlet politikasına bürünmüştür. Ermenilere karşı uygulanan ve uzun yıllara yayılan bu siyasete Kürt Aşiretlerinden bazıları, yörede bazı ileri gelenler, siyasetçi ve sıradan insanların da rol aldıklarını tarihi kaynaklar belirtmektedir. Bu olaylar Kürdistan'da Osmanlı Devleti tarafından Kürt Mirliklerinin yönetimlerine birer birer son verdiği başıbozukluğun tavan yaptığı döneme denk düşmektedir.
1897 yılında Ermeni meselesini yerinde gözlemlemek için zamanın İngiliz Hükümeti tarafından bölgeye gönderilen İstanbul İngiliz Başkonsolosu Sir Telford Waugh'un yaptığı gözlemlerde örneğin "Lice'de Seyfettin Bey'in Ermenilere kol kanat gerdiğini, onları kollayıp koruduğunu" belirtiyor. (Nusret Aydın, Diyarbekir ve Mırdasiler Tarihi, Avesta Yayınları, İstanbul 2011, s. 424-25)
Ermeni meselesini araştırmak için Sir Telford Waugh'un Eğil ve Piran'a yolculuğu:
"7 Ağustos 1897: Sabahın üçünde valizleri hazırladım. Eğil için saat 5'te yola koyulduk. Yolculuğumuz sekiz saat sürdü. 8 Ağustos; sabahleyin nehir kenarını gezmekle geçirdim. Balpeteği şeklinde taştan oyulmuş mezarlar. Hepsi aynı şekilde cesetler için yapılmış üçer hücre mevcut. Ayrıca uçurumun kenarında taştan oyulmuş biber şeklinde mezarlar. Kayalığın üzerinde kurulmuş bir kale ve kalenin içinde tüneller var. Bu tüneller nehir kenarına kadar iniyor. Tabi tüneller taştan oyma. Nehir kenarında Argana su 500 fit (yaklaşık 150 metre) aşağıda. Bey tarafından ziyaret edildim ve misafir olmamda ısrar etti. Akşam serinliğinde kamp kurduktan sonra beyin evine gittik. Evi kasabanın üstünde bir yerdeydi. Akşam yemeğini iki beyle yedik ve biraz politikadan bahsettik. Açık havada yattım. Geceleyin püfür püfür rüzgar esintisi. Buranın Diyarbakır'dan ayrı bir havası var.
9 Ağustos: Argana su vadisinden bir saatlik yoldan sonra Eğil'in aşağısında Dıbnî Çayına vardık. İki suyun birleştiği yer çok güzel bir manzara. Ceviz ağaçları, incir ağaçları bol. Nehir balık dolu. Piran'ın (Dicle ilçesi) altında bir bahçede incir ağacının altında kamp kurduk. Piran'da yaklaşık 500 hane var, bol miktarda suya sahip. Tütün, pamuk ve kavun yetiştiriliyor. Ağa ve Hıristiyanlar tarafından ziyaret edildim.
10 Ağustos: Ağa ile beraber Tell Bağdad köyüne gittik. Yıkık Hıristiyan köyüdür. Şimdi buranın sakinleri diğer köylere dağılmışlar. Dilekçe ile yardım talebinde bulunup köyü tekrar inşa temek istiyorlar." (age. s. 427-8)
Sir Telfor Waugh'un gözlemlerinden 1897 yılında Lice'de Seyfettin Bey'in katliam sırasında Hıristiyan nüfusu koruyup kolladığını, Silvan'da Reşit Ağa'nın Ermeni düşmanlığı yaptığını, Diyarbakır’da Azimet Paşa'nın Hıristiyanlara karşı taraf tuttuğunu, Piran'da köyleri (Tıl Bağdad) yıktırılan Hırıstiyan köylülerin yardım talebinden bahisle tüm bu yerleşim birimlerinde Hıristiyanlar/Ermeni düşmanlığı rapor edilirken; Eğil'de bu sorunun varlığına neden değinmemektedir? Bu diplomat Eğil'e uğradığında sadece gezinti yapmış ve bey tarafından misafir edilmiş. Bu İngiliz diplomatın seyahatindeki notlarından hareketle o dönemde Eğil'de Ermeniler ile Müslümanlar arasında bir husumetin var olduğunu görmüyoruz.
Sonuç olarak İsmail Beşikçi gibi hem tarihe mal olmuş ve hem de halkımızın gönlünde taht kurmuş bir şahsiyetin öncülüğünde kurulan bir kurum olan ‘İsmail Beşikçi Vakfı’ adına bana gelindiği için söyleşiyi kabul ettim. Fakat söz konusu kitapta sözlerim çarpıtılarak, sözlerime yorum katılarak, hatta eksik, mahlas kullanılarak ve hassas olan bu konuya taraflı yaklaşıldı. Ben de bir yazar olarak gerçeklerin bilinmesi için bu makaleyi kaleme alma gereğini duydum. Ayrıca konunun hassasiyeti nedeniyle bu hususta bir kitap çalışması da yürütmekteyim. Ele aldığım kitapta ne bir sınıfı ne de bir topluluğu diğerine karşı övme veya yermeye niyetim var. Elimden geldiğince tarihi gerçeklerden hareketle okuyucuyu aydınlatmak, tarihi gerçekleri gün yüzüne çıkarmak ve bölgemizde toplumlar arası barışın tesisine katkı sunmak olacaktır.
Diyarbekir, 14.04.2016