Yadigar Ejder: Yufka yürekli fedai
Platonik aşkı Alev Altın'a şiirler yazar, Zaralı Halil Söyler'den türküler söylerdi... "Tek ilacı sinemaydı. Ayağı şişerdi, sinemayla tedavi ederdi" diyor tanıyanlar, "Kimse onun durumuna düşmedi, çünkü kimse sinemayı onun kadar sevmedi..."
5 Ekim 1947’de Sivas’ta doğar. Orta halli bir ailenin sürekli evden kaçan en büyük çocuğudur. İlkokul üçüncü sınıftayken okulu terk eder. Eve de pek uğramaz o günden sonra. Yaşı küçük olsa da iri cüsselidir. Odun kırar, kömür taşır, sebze halinde kamyon yıkar, hamallık, boyacılık yapar.
Sonra sinemalarda simit, gazoz, su satmaya başlar. Oyunculuk ateşi de o günlerde düşer içine.
İstanbul’a gidip artist olmaya karar verir. Ailesi engel olur. Babası Mahmut Köylüoğlu da yıllar önce İstanbul’a gitmiştir. Çöpçü olarak işe başlar. Sonra Sivaslı hemşerileriyle Beyoğlu’nda bitirimlik, gazinolarda fedailik yapar. ‘Kürt Mahmut’tur lakabı. Hemşerilerinin dediğine göre namı yürümeye başladığında Almanya kağıdı gelir. 1959 senesinde Almanya’da bir gurbetçidir.
Oğlunun artist olmak için İstanbul’a gideceğini öğrenince Sivas’a döner. Yanına alır onu. Almanya’da bir tersanede iş bulur. İyi de para kazanmaktadır. Ama durmaz, yine kaçar ve İstanbul’un yolunu tutar.
KABADAYILAR, PAVYONLAR KUMARHANELER
İstanbul’daki ilk günleri de babasınınki gibi olur. Oyuncu ve yapımcı Ekrem Gökkaya şunları anlatıyor: “Sinemaya girmeden evvela, İstanbul’daki Sivaslı kabadayılar, pavyoncular ve kumarhane sahiplerinin yanlarına takılırdı. Zannederim sabıkalıydı. Bir cinayet hikâyesi anlatmıştı. Askerde komutanını vurduğunu uzun süre hapiste yattığını söylüyordu. Kendini kurnaz zanneden, aslında 10 yaşını geçmemiş, saf bir çocuk gibiydi. İri cüssesine göre ben çok tarttım, çok korkak adamdı.”
Artist olmak umuduyla Anadolu kentlerinden İstanbul’a gelen bir çok genç gibi umduğunu bulamaz Yeşilçam’da. Gazinolarda fedailik yapmaya başlar. Ama bu işi yakıştıramaz kendine. Bir kaç kez atlar Sivas’a gider. Çocukluk arkadaşı İbrahim Erdoğan bu ziyaretlerinin tanığıdır:
“Lakabı ‘Deli Gözel’di. Çocuk gibiydi. Aklını pek kullanamazdı ya da bize öyle görünürdü. Sürekli kandırırdık. İstanbul’a gittikten sonra 4-5 defa Sivas’a geldi. Bana sinema çevresi ile tanışmadan önce basketbol ve güreşle ilgili çabalar gösterdiğinden ama istenilen düzeyde başarı sağlayamadığı için sinemada bir şeyler yapmaya çalıştığından bahsederdi. Ama biz onu ciddiye almaz, dalga geçip gırgıra alırdık. Çocukluk işte…”
Çok az konuşan birisi olduğunu söylüyor bütün tanıyanlar. Geçmişinden, ailesinden, pek bahsetmez. Israr ettiklerindeyse hepsine başka bir hikaye uydurur. Kimine, “Kan davası nedeniyle cinayet işledim, kaçtım geldim” der. Kimine annesi öldükten sonra kardeşleri miras kavgası çıkardığı için memleketi terk ettiğini anlatır.
‘GİRME BU İŞLERE PARANI HARCAMA’
İstanbul’daki ilk günlerine tanık olanlar ‘sinemaya sevdalı bir genç’ olduğunu anlatıyor: “Başta uyardık onu, girme bu işlere, paranı harcama diye ama dinlemedi.”
Dinlemez, oyuncu olmayı kafasına takmıştır. Beyoğlu sokaklarında, Yeşilçam kahvelerinde sabahlar. Karşılaştığı yönetmenlere, yapımcılara, oyunculara kendisine rol vermeleri için yalvarır.
1966 yılında Yılmaz Güney sayesinde ulaşır hedefine. Yılmaz Güney’in Erdoğan Tokatlı ile senaryosunu yazıp, Nebahat Çehre ve Hayati Hamzaoğlu ile birlikte oynadığı Eşrefpaşalı’da kameraların karşısındadır. Jenerikte adını yazmaya değmeyecek kadar küçük bir roldür bu.
Heveslenir, ama arkası gelmez. Pes etmediğini anlatıyorlar, gecesini gündüzünü Yeşilçam’da geçirdiğini.
Osman Fahir Seden’in 1972 tarihli Aslanların Ölümü’ndeki fedai rolünden sonra ise bahtı açılır. Tam 20 yıl boyunca, Yeşilçam’ın bütün jönlerinden, dayağın her türlüsünü yiyeceği günler başlar.
Rol ayırt edebilecek durumu hiç olmamıştır. Ne denirse yapar. Bir çok Yeşilçam figüranı gibi sadece oynamaz. Setlerde ışık taşır, oyunculara çay kahve, yemek servisi yapar, posta alınacaksa postaneye geder, kamyonet bozulursa diğer figüranlarla birlikte iter. Tüm bunların karşılığında yapımcılar eline ne tutuşturursa onunla idare etmeye çalışır.
O SOKAKTA KAZANIR O SOKAKTA HARCARDI
Yapımcı ve kameraman Ahmet Servidal o günlerini şöyle anlatıyor: “Günde 2-3 işe giderdi diğer arkadaşları gibi. Bizim piyasada bir laf vardır. ‘Para bu sokakta kazanılır, bu sokakta harcanır.’ O sokakta yevmiyelerini alır, o sokakta yer, içer, oyun oynarlardı.”
Hayatı boyunca evi olmamıştır. Üçüncü sınıf otellerde kalır, ucuz lokantalarda karnını doyurur. İş dışındaki zamanlarının neredeyse tümünü Reşit’in kahvesinin en kuytu köşesindeki masada tek başına oturarak geçirir.
Parası olmadığı için otelden atıldığı günler de çoktur. Böyle günlerde film şirketlerin depolarında kalır.
Bir dönem en yakınında olan ve ona büyük bir dostlukla bağlanan Hüseyin Alemdar şunları anlatıyor: “O yıllarda şimdi depo olan Sadri Alışık’taki 27 no’lu iş hanının girişinde, çoğu hayatta olmayan sinema insanlarıyla kardeşçe ranzalara kıvrılır yatardık. Bu mekân Yeşilçam filmlerinde cezaevi olarak da kullanılırdı. Yadigâr Ejder’in yatağı bizimkilerden farklıydı, o ranzaya sığmadığı için çift kişilik divanda kalır; sabahları en erken kalkanımız o olurdu.”
Parasız günlerinde oyuncuların yönetmenlerin, yapımcıların evlerine işe gider. Kaya Sandık şunları anlatıyor: “İnsanüstü bir kuvveti vardı. İnanın, abartmıyorum, el bilekleri, normal bir insanın ayak bilekleri gibiydi. Eski evim 5. kattaydı, taşınırken yardıma geldi. 5. kattan, koca buzdolabını tek başına indirdi. Sonra da durmaksızın tüm evi taşıdı. ‘O kadar yük taşıdım, arada kalmaya gelirim sana’ diye de takıldı bana.”
Memduh Ün de o günlerin tanıklarındandır: “Yadigâr Ejder’i ilk kez Levent’teki evimizden hatırlıyorum; odun kırmaya gelmişti. Üzerinde bir şeyi yoktu, mont vermiştim ona. Kan davasından yattığını, cezaevinden yeni çıktığını söylemişti.”
Bir çok filmde aynı takım elbiselerle çıkar izleyicinin karşısına. Elbiseye ayıracak parası olmaz çoğu zaman. Üstelik onun için elbise ayrı bir derttir: “Ona uygun elbiseyi bulmakta zorlanırdık. Tarlabaşı’nda bir terzi vardı, o dikerdi elbiseleri. Normal insana 2-2,5 metre kumaştan pantolon dikilirdi. Yadigâr’a 3.5 metre kumaştan diktirirdik.”
ÇİZME YOKSA BOYA VAR!
Ayakları 52 numaradır. Ayakkabı bulmak da kolay olmaz. Bu yüzden terlikle dolaştığı günler çoktur. Filmlerde çizme gerektiğinde bileklerini çizme gibi boyarlar.
Çok sakin, kendi halinde biri olduğu anlatılır. Ama diğer figüranların aksine isyankardır da. Haksızlığa uğradığını düşündüğünde, “Ben cezaevinde yattım. Katilim ben, yerim parçalarım sizi” diye bağırdığı rivayet edilir.
Sivas’taki yakınları ise cezaevinde yatmadığını söylüyor ısrarla. Ancak çocukluk arkadaşı İbrahim Erdoğan’ın anlattığı şöyle bir olay var: “70’li yılların başında. Yanılmıyorsam 1971. Radyolardan her gün Deniz Gezmiş, Mahir Çayan haberleri veriliyordu. Siyasi olayların en hızlı geçtiği dönemlerde, Yadigar Sivas’a gelmişti. Kafası dazlak, sırtında yeşil bir parka ile dolaşıyordu. O sıralarda, mahalleden komşumuz olan Cemal Özer, cezaevinden çıktıktan sonra üniversite ile ilişkisi kesildiğinden Sivas’a dönüyor. Bu sırada tesadüfen Sivas’ta olan mahalleden arkadaşı Yadigar’la görülüyor. Özer’in yanındaki Yadigar’ı polisler o günün deyimi ile ‘anarşist’ zannederek gözaltına alıyorlar. O tarihte ailesi Sivas’ta olmadığından, Yadigar kendini ispatlayana kadar, bir ay kadar cezaevinde kaldı.”
1977’nin kanlı 1 Mayıs’ında Taksim’de öfkesini haykıranlar arasındadır. Yeşilçam’ın emektarlarından Ali Gençli, o günü şöyle anlatıyor: “Onunla olaylı 1 Mayıs günü Taksim’de birlikteydik. Olağanüstü uzun ve ağır kalaslara tutturulmuş ‘Sinema Emekçileri Derneği’ pankartını yorgunluktan düşürmek üzereydim AKM önlerine geldiğimizde Yadigar ağabey de hemen ardımdaydı, artık kollarımda derman kalmamıştı, alana girerken sendeledim. Bunu fark eden Ejder elimdeki kalası kavradı. İşte ben, sinemanın iyi kalpli, kötü adamını o gün çok yakından tanımıştım. Alanın ortalarına yaklaştığımız bir anda anlayamadığımız bir karmaşa oluştu. Kalabalık dalgalanmaya başladı, silah sesleri, insanlar kaçabildikleri yöne doğru koşuyorlardı. Önce Gezi Parkı’na yöneldik. Çarpışanlar, düşenler birbirlerini ezenler, çığlıklar, ne yöne gideceğini şaşıranlar. Yadigar ağabeyle çarpıştık o kargaşada, ‘Bu tarafa Keşanlı!’ diye kolumdan çekiştirdi. Tam ters yöne döndük bu kez, Kazancı Yokuşu’na koşmaya başladık. Yerlere düşenler, çarpışanlar… Her yer ana baba günüydü. Arka yollardan bizim sokağa geldik.”
RESSAM RAFET EKİZ’LE ÇİLİNGİR SOFRALARI
Hüseyin Alemdar’ın dışında, yakın dostluk kurduğu ender insanlardan biri sıra dışı ressam Rafet Ekiz’dir.
Yeşilçam’dan ekmek parası çıkaramadığı günlerden birinde Gazeteci Erol Dernek Sokağı’ndaki bir pavyonda fedailik yaparken kalabalık bir grubun saldırısına uğrar. Merdivenlerden yuvarlanır. Yüzü gözü kan içindeyken oradan geçen Rafet Eksiz yardımına koşar. Böyle tanışırlar. Sonra aralarında çok sıkı bir dostluk başlar.
Rafet Ekiz, resim sattığında, Yadigar Ejder filmlerden üç-beş kuruş kazandığında buluşur çilingir sofraları kurarlar. İyi günlerindeki adresleri Asmalımescit’teki Yakup’tur. Parasız günlerinde ise Rafet Ekiz’in Tünel Postacılar Sokağı’ndaki atölyesinde buluşurlar. Rafet Ekiz resim yaparken Yadigâr Ejder Sivas türküleri söyler.
Alev Altın’a aşıktır. Ama kimselere söylemez. Ona şiirler yazdığını, onun için yanık türküler söylediğini anlatır Hüseyin Alemdar. Aşkını hiç açamadığı Alev Altan ondan iki yıl sonra kanserden hayatını kaybeder.
Sinematografisi inişli çıkışlıdır. 15’e yakın filmde boy gösterdiği yıllar da olur bir kaç filmde küçük rollerle geçirdiği yıllar da.
Hem Yeşilçam’a hem de kendisine isyan etmeye başlar 80’li yıllardan sonra. “Hayata isyan eden bir adamdı” diye anlatıyor Günay Kosova “O hale düşmesinde, hep kendine kızan bir adamdı. ‘Ben niye bu haldeyim?’ diye hep kendine kızardı.”
Dayatılan çalışma koşullarına isyan isyan eder. Gazetelere “Yapımcılar benim gibi oyuncuları sömürüyor” diye demeçler verir. Bu yüzden bir çok yönetmen ambargo koyar. Herkes tarafından tanınıp, kendisini kabul ettirdiği dönemlerde bile işsiz kaldığı günler olur.
Bu isyanlarının nedeni düşük ücret ve ağır çalışma koşulları olduğu kadar, fiziksel özelliklerinden ötürü üzerine yapıştırılan sürekli dayak yiyen ‘kötü adam’ ve ‘tecavüzcü’ rolleridir.
TRT SANSÜRÜ FİLMİNİ KUŞA ÇEVİRDİ
Ender başrol bulabildiği filmlerden biri 80’li yılların ortasında çekilen ‘Sen Benimsin’ adlı seks filmidir. Bu filmde de bir sapığı oynatırlar. Üstelik jeneriğinde “Ve Sapık Rolünde Yadigar Ejder” yazarak…
Baş rol oynadığı diğer bir film ise senaryosunu Oktay Arayıcı’nın yazdığı Çingene Ali adlı filmdir. Bu filmi Yusuf Kurçenli 70’li yılların sonunda TRT için çeker. Ancak TRT Sansür Heyeti filmi öyle bir kırpar ki elde sadece 21 dakikalık görüntü kalır. Kurçenli’den filmi en az 45 dakika olarak yeniden çekmesi istenir. Ünlü yönetmen bu duruma tepki gösterir. Bir süre sonra da 12 Eylül darbesi olur ve bu 21 dakikalık çekimler de ortadan kaybolur.
70’li yılların ortalarından itibaren Kemal Sunal’la oynadığı filmlerle birlikte hayatı değişir. Gerzek Şaban (1980), Devlet Kuşu (1980), Doktor Civanım (1982) gibi filmlerden iyi paralar kazanır. Devlet Kuşu’ndaki performansıyla herkesi şaşırtır.
Sınıf atlar o dönemlerde. Gayrettepe’de 5 yıldızlı bir otelde yaşamaya başlar. Ama uzun sürmez. 80’li yılların sonuna doğru sefalet günleri yeniden başlar.
Ağır şeker ve tansiyon hastasıdır. Sürekli beli ağrır, ayakları şişer. Bu durumu hastalığına değil Cüneyt Arkın’a bağlar. İzmir’de bir filmin çekimleri sırasında Cüneyt Arkın’ın rol gereği savurduğu sert tekme diz kapağına gelmiştir. Yığılır kalır. Ayağındaki rahatsızlığın bu yüzden olduğunu anlatır hep. Ama fazla da dert etmez, edemez. Her çağrıldığında yine gider, Cüneyt Arkın’dan, sahneler boyu dayak yer.
“Onun tek ilacı sinemaydı” diyor Hüseyin Alemdar “Ayağı şişerdi sinemayla tedavi ederdi.”
Çok cömert olduğunu, bu yüzden elinde avucunda hiç bir şey kalmadığını anlatıyor tanıyanlar; dört dörtlük bir adam olduğunu, herkesin yardımına koştuğunu belirtiyor.
Yaklaşık 15 yıl boyunca onunla aynı setlerde çalışıp, aynı kahvelerde oturan Kaya Sandık ise şöyle anlatıyor: “Bildiğim huylarından biri karanlıktan korktuğuydu… Çok duygusaldı bir de, arada oturup ağlardı. Birçok kimse onun durumuna düşmedi, çünkü kimse sinemayı onun kadar sevmedi. Yine de, ne yapsın, çaresizlikten, arada söylenirdi. ‘Ben niye böyle oldum’ diye isyan ederdi.”
‘KONUŞSANIZ AVUKAT SANIRDINIZ’
Kız kardeşi Gülseren Erdoğan ise şunları anlatıyor: “Siz onunla konuşsanız, karşınızda avukat var sanırdınız. Okumuş halt etmiş. Öylesine güzel konuşurdu, öylesine ikna kabiliyeti vardı ki. Annem evlenmesi için çok uğraştı. ‘Ne yapacağım evlenip de?’ diyordu. Halk müziğini, türküleri çok severdi.”
Sadece 2 filmde küçük roller bulabildiği 1991 hayatının son yılıdır. Ama günleri yine Beyoğlu’nda geçer. Soğuk kış günlerinde beş parasız dolaşır. Gezi Parkı uğrak yerlerindendir.
Cem Erman, zor günlerindeki en yakın arkadaşlarından biridir: “Yadigâr’la bir gün parasızlıktan Taksim parkında oturuyoruz. Karnımız aç. Bir ekmek ve biraz kaşar peyniri alacak para çıktı ikimizden; ucundan ucundan yedik. Hiç unutmam çok sıkıntıdaydık. Şakacı, hoş, çocuk ruhlu bir arkadaştı. Öyle bir adam Türk sinemasına kolay kolay gelmez. Çok efendiydi, çok utangaçtı. Herkesin yardımına koşan altın kalpli bir zavallıydı. Nasıl bir Yılmaz Güney, bir Ayhan Işık gelmeyecekse, bir Yadigâr Ejder de gelmez.”
Yine ayakları şiş, sağlığı bozulmuştur. 4 Mart günü Beyoğlu’nda gittiği bir lokantada kimilerinin anlattığına göre merdevini çıkarken, başkalarına göre ise tuvalette, tansiyonu yükselir. Başı döner, yere yığılır. 44 yıllık hayatı sona ermiştir.
Hüseyin Alemdar, sonrasını şöyle anlatıyor: “Taksim Hastanesi’ne kaldırıldığında ölmüştü. Meşhur kırmızı kazağıyla son kez onu Taksim Hastanesi’nin morgunda gördüm. Yadigâr olmadan önce bana söylediği iki addan (Adnan Enbiya) biri kolundaki etikette yazıyordu: Adnan Ayberk!”
Tanıyanların çoğu, hakkındaki bir çok şey gibi, gerçek adını da bilmez. Ejder adını, Yeşilçam’da bir yapımcının iri cüssesinden ötürü taktığı söyleniyor… Yadigâr Kuzu, Yadigâr Koyun, Ejder Yadigâr Kuzu, Adnan Koyuncu, Adnan Embiya Aybarlı, Adnan Enbiyaoğlu, Adnan Köylüoğlu hepsi onun adlarıdır.
Cenazesine çok az kişi katılır. Hatta onu tanıyanların çoğu nereye gömüldüğünü bile bilmez. O kadar iridir ki bedeni tabuta sığmaz. Cenazesini 10 kişinin taşıdığı anlatılır.
Efkarlanınca Zaralı Halil Söyler’den türküler söyleyen, Alev Altın’a kimsenin görmediği şiirler yazan dev cüsseli bu çocuk adam, Kulaksız Mezarlığı’nda Cemal Süreyya ile aynı göğün altında yatmaktadır.
NOT: Kaynakçada da belirtiyorum ama Yeşilçam’ın üçüncü adamları, özellikle de Yadigar Ejder için çok önemli çalışmalar yapan genç sinemacı Erhan Tuncer’e teşekkürü özel borç biliyorum. Sadece bu yazıda değil, daha öncekilerde de onun çalışmalarından, özellikle de ‘3. Adam’ blogundan çok faydalandım.
Kaynakça
-Bir Yadigar Ejder Kitabı, Erhan Tuncer, Nirengi Kitap, 2015
-Artizler Kahvesi, Mesut Kara, Agora Kitaplığı, 2013
______________
Yazının alındığı kaynak: http://www.gazeteduvar.com.tr/sinema/2016/11/11/yadigar/