2013 Gezi İzlenimleri-V
DERSİM’İN KUTSAL YERLERİ ARASINDA BİR GEZİNTİ
Tarihi Baxên (Bağen)’deyiz
25 Temmuz günü, yönümüzü yine doğuya çeviriyoruz. Bir gün önce Hewşê Kurêş’e gitmiş, Alaettin Keykubat döneminde geçen efsanesini yerinde dinlemiştik. Bu günkü hedefimiz ise o efsanede adı geçen Çeleqas ile Baxên (Türkçe alfabe ile Bağên)’i ziyaret etmektir. Bunun için Nazımiye yolunu izlememiz gerekiyor.
Yola çıktıktan yaklaşık bir saat sonra Pêrre nehrini yakalıyoruz. Bu nehir, Dersim’in büyük nehirlerinden biridir. Bunlar, Batıdan doğuya dogru Awa Sîyaye (Kara Su), Mizur (Munzur), Harçîge (Harçîk), Pêrre (Perî) û Murad (Murat). Murat, Palu’yu geçtikten sonra, Pêrtage (Pertek)’ye yakın yerde Dersim toprağına giriyor.
Çemê Pêrre ile buluştuğumuz nokta, Türkçeleştirilmiş adı Aşağı Doluca olan Xarîga Binêne ile Paş köyleri arasındaki bölgedir. Bu iki köy komşular; evleri karşılıklı birbirine bakıyor. Köprüyü geçip Paşa girdiğimizde, dikkatimi ilk çeken şey, köyün dik yamacın daha yukarılarına doğru çekilmiş olmasıdır. Yani iyi bildiğim eski köyde artık hemen hemen kimse yok. İlk anda bu bana biraz garip geliyor ama çok geçmeden olayı kavrıyorum. Paş, yakında dolacak olan yeni barajın suları altında kalacak. Çok ama çok uzun bir dönemdir et ve tırnak gibi birbirine yapışık olan ve hep barış içerisinde yaşamış olan köy ile nehir arasındaki bu bağ artık yok. Sömürgeci elin müdahalesi sonucu, Doğduğu günden bu yana kıyılarına hayat vermeye alışmış olan nehir, ömrünün son anını yaşamakla kalmıyor, kenarlarını yutuyor, insanları, hayvanları kovuyor, bitkileri görünmezliğe gömüyor. Uzun lafın kısası, bu vadide bundan sonra artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
Aklımdan bunları geçire geçire, uzun uzadıya Pêrre’ye bakıyorum. Baraj kapakları kapatılmış ve her an büyümekte olan göl hayli mesafe almış. Nehrin Paş’tan daha yukarı kısmı henüz göle gömülmemiş ama alabildiğine mahzun, alabildiğine boynu bükük gözüküyor. Kim bilir kaç milyon yıldır hiç kesilmeyen coşkulu sesi, artık bir ağıttan ibaret. Bilmem Mikail Aslan’ın son CD’si “XOZA”yı dinlediniz mi? Sevgili Mikail orada barajlar tarafından peşpeşe yutulmakta olan nehirlerimizin ortak ağıtını yakıyor, “Çem Vano” ve “Adirê Zerrê Ma” ile bu veda seslerini aktarıyor bize.
Pêrre nehri ile Mizur (Türkçe’de Munzur), Elaziz Dersim yolu üzerindeki Seydan(Seyitli)’nın biraz aşağısında birleşiyorlar. O noktadan Gêxî / Kêxî (Kiğı)’ye kadar olan mesafe 100 km’den fazladır. Bu son baraj da dolduktan sonra, daha güneyde kalan Keban’a kadar olan yerler gibi, bu alan da tümüyle bir göl haline gelmiş olacak. Anlaşılan, bundan sonra “Çemê Pêrre (Pêrre Nehri) yerine Golê Pêre (Pêrre Gölü) diyeceğiz.
Paş köyünde, o köyün halkından değerli dostum Hesenê Usênê Nesemî (Hasan Nesimigil) ile ayaküstü konuşurken gözümü hala bir türlü nehrin o halinden uzaklaştıramıyorum. Bu, bir veda bakışıdır; son şarkılarını mırıldamakta olan sular da biliyor bunu, ben de. Bir daha ne ben onu görme şansına sahip olacağım, ne de o beni.
Hasan ile akşama görüşmek üzere vedalaşırken, gözlerim bir saniye bile karış-karış sulara gömülmekte olan vadiden uzaklaşamıyor. Üstelik suların yuttuğu, sadece ağacı, taşı, toprağı, çiçeği ve hayvanı ile eşsiz güzellikteki doğa parçası değil. O sular, halkımızın hafızasını, anılarını, daha doğrusu her yönüyle geçmişini, tarihimizi de yutuyor. Örneğin, daha ileride bizi beklemekte olan Çeleqas var. Oradaki Golê Kurêşî, sırf Dersim halkının tarihinde değil, dini inancında da çok büyük öneme sahiptir. Çünkü ünlü efsaneye göre, Dersim’in ünlü ermişlerinden Pir Kurêşo Kurr, o gölün sularına serilmiş halı üzerinde ibadet ederken Selçuklu sultanı Alaettin Keykubat’ın görevlileri gidip kendisini görüyor, Baxêne çağrıldığını orada haber veriyorlar. Onun, elini suya daldırarak bir üzüm salkımını çıkartıp bu davetsiz konuklara ikram ettiği yer de orasıdır. Alaettin Keykubat ya da adamlarının, kerametini ölçmek üzere kendisini fırına attıkları yer ise biraz daha güneydeki Kalesî ve bağları ile ünlü Baxên’dir. Elbet bu çerçevede anlatılanlar bir efsanedir. Ama bir efsane ile süslendirilse de tarihimizle ilgili kimi olayların orada geçtiğinden kuşku duyulmaz. İşte gem vurulmuş olan Pêrre’nin sularının adım adım yok etmekte olduğu tarih de budur.
Baxên Ilıcasından Baxên Kalesinin görünüşü
Vadi boyunca yolculuğumuz sürerken, en sonunda baraj duvarının yapıldığı yere varıyoruz. Kuzeyden güney-batıya doğru, vadinin sol yakasıdır bulunduğumuz yer. Pêrre, dolayısıyla da Baraj inşaat sahası da sağ yanımızdalar. Sol yanımızda, yamaçları dolanarak zirveye tırmanan yol Karakoçan’a gider. Ama biz ona sapmıyoruz. Ters yöne, yani sağ yana dönüyor, köprüden karşıya geçiyor ve kısa bir tırmanıştan sonra bizi beklemekte olan yol arkadaşlarımızla buluşuyoruz. Kısa bir görüş alış-verişten sonra bir kez daha yola düşüyoruz ve çok geçmeden Bağên kaplıcalarında buluyoruz kendimizi. Vadinin alabildiğine derin bir yeridir burası. Hatta yakından tanıdığım Pêrre vadisinin en dar ve derin yeridir desem durumu abartmış olmam. Nerede durup bakarsanız bakın, sert ve dik kayalar arasında bir o yana bir bu yana çarpmaktan usanmayan dalgalı ve köpüklü sularla birlikte yol aldığınızı sanırsınız.
Akış yönüne göre sağ yakada kalıyor, kendi dilimizde “Germika Baxênî” dediğimiz kaplıcalar. Kaplıca tesisleri henüz tam olarak bitmiş sayılmaz. Ama tamamlanıp ta faaliyete geçen kısımlar oldukça güzel ve temizler. Kime ait olduklarını merak etmekten alamıyorum kendimi. Çalışanlardan birini görür görmez de soruyu sormakta tereddüt göstermiyorum tabi:
“Tesisler kime ait birader; devlete mi aitler yoksa özel teşebbüse mi?”
“Özel İdare abi.”
“Hangi ilin özel idaresi?”
“Tunceli. Nehrin bu tarafı Tunceli’ye ait. Karşı yaka ise Karakoçan, yani Elaziz.”
Tesisleri geziyoruz. Tek bir hanenin bile bulunmadığı bomboş Baxên köyü sol ileride kalıyor. Urartular döneminden kalma ünlü kalesi de tıpkı Palu’daki ikizi gibi yamaca yaslanmış, tırmanılması hayli zor bir tümsek! Karşıda, ayakları da yine onunkiler gibi nehrin sularına gömülü koca ve yaşlı bir dev duruyor sanırsın.
Kaplıcada işimiz biter bitmez tereddütsüz ona yöneliyoruz. Önce dik yokuşu çıkıyor, sonra da tersini yaparak aşağıya doğru iniyoruz. Bir karış ötedeki Baxên köyüne ulaşmamız kaşla göz arasında gerçekleşiyor.
Daha önce de belirttiğim gibi, harika güzellikte ve verimli bir yerde olmasına rağmen, köy bomboş. Ayakta kalan tek ev görmek mümkün değil. Ama yıkıntılar duruyor. Onlara baktıkça, buranın bir kaç on yıl öncesine kadar şên bir yer olduğunu anlamakta zorlanmıyoruz.
Daha önce bahsini ettiğim diz ağrısı nedeniyle çok istememe rağmen Kaleye çıkmayı göze alamıyorum. Bir eksiklik, bir kayıp ama o an için yapabileceğim bir şey yok. Tümseğe tırmanıp içerisini gezemiyoruz ama meraklı gözlerimizi ondan ayırmayı da başaramıyoruz. Kale dibindeki tuğla bir duvar, dikkatimizi en çok çeken yerlerden birisi oluyor. Hasan Kılavuz, “Kim bilir belki de bu, Kureşin atıldığı söylenen fırının duvarıdır, fırın duvarını çok andırıyor,” diyor.
Ona katıldığımı belirten şeyler söylüyorum.
Efsaneye göre Kurêş burada fırına atıldı, yanmadan çıkması üzerine de Selçuklu devletinin yöneticileri onun sıradan bir sihirbaz değil, keramet sahibi bir ermiş olduğunu anladılar. Bunun üzerine de “Ne istiyorsan söyle, dileklerini söyle, yerine getirelim,” dediler.
Efsanenin bir varyantına göre Kurêş “Zêve’ye yerleşmek istiyorum, bana orayı verin,” demiş. Bir diğer varyanta göre ise bir ucu yanmakta olan, Kırmanccada “kosevî” denilen odunlardan birini alıp fırlatmış. Fırlatırken de “Bu yanan odun nereye düşerse oraya yerleşeceğim,” demiş.
Odun ise gitmiş gitmiş, sonunda Zêve köyüne düşmüş. Ancak düşerken üç parçaya ayrılmış ve parçanın her biri bir kavağa dönüşüp yeşermiş. Bu kavakların her biri ayrı ayrı “Qewaxa Dêwezanû” olarak adlandırılır. Efsanelerde adı geçen kutsal ağaçlardır bunlar.
Yerleşim alanından tam ayrılmak üzere olduğumuz noktada sürmekte olan bir ev inşaatının yanına gelince duruyoruz. Anlaşılan, köylülerden bir tanesi ev yapmaya ve temelli ya da mevsimlik olarak geri dönmeye karar vermiş. Çok sevindirici, umut verici bir durum. İnşaatın yanında suyu hayli azalmış olan bir çeşme bulunduğu için orada mola veriyoruz. İnşaatta çalışan üç işçi var ve ben onların Dersimli olmadıklarından eminim. Soruyorum, düşündüklerim doğru çıkıyor. İşçiler de, müteahhit de Diyarbekirli çıkıyorlar.
Bu arada inşaatın yanı başında bulunan ve üzerine haç kazılı taş dikkatimizi çekiyor. Soruyoruz, bize en yakın mesafedeki işçi, “Temelleri hazırlarken bulduk. Patron duvar yapımında kullanmamı söyledi ama ben yapmadım,” diyor.
“Çok iyi, çok iyi etmişsin,” türünden sözlerle davranışını desteklediğimizi dile getiriyoruz.
Bu arada Kendimizi tarihi eserlerle özel olarak ilgilenen bir grup olarak tanıtmaktan da geri kalmıyoruz. Böyle bir görevimiz olmasa bile gönülden gerçekten de öyleyiz.
Aynı anda “Bak, şu gördüğün televizyon kamerası. Zaten üzerinde de yazıyor. Bu kamera bu taşın varlığını tespit etti, yani artık arşivde yer alıyor. İleride geldiğimizde, yerinde görmezsek, nereye gitti, diye peşine düşer sorarız,” diyorum.
“Tamam, başım gözüm üstüne, müteahite söylerim.”
Süleyman Ateş somut bir öneride bulunuyor ve “Örneğin, şu çeşmenin üstüne koyabilirsiniz” diyor.
Biraz daha yukarıda demir bağlamakla meşgul olan ve yaşça da biraz daha büyük gözüken üçüncü işçi, “Bu gibi taşlardan çok var.” Eliyle işaret ederek “Şu tepenin hemen arkası bunlarla dolu,” diyor.
Aslında gördüklerimiz nedeniyle şaşırmamız için her hangi bir neden yok. Baxên çok eski bir kalenin yer aldığı bir yerleşim birimi değil mi? Bu demektir ki pek çok farklı dinler ve kültürler görmüş bir toprak parçasıdır buralar. İçlerinde Türkiye Cumhuriyeti gibi yakıp yıkma tutkunu olanlar olsa bile, gelenler, eskiden var olana bir şeyler katmış, zenginleştirmişler onları ve böylece bir tarih zinciri de bu şekilde oluşmuş. Uygarlık zinciri deniliyor buna. Hıristiyan halkların uzunca bir dönem, bu topraklarda yaşadıkları ise bir sır değil. Gördüğümüz taş, onlardan birine ve muhtemelen de Ermenilere ait bir yapıdan kalma.
Baxên’e geldiğimden beri bizden bir kaç km. kuzeyde kalan Çeleqas aklımdan çıkmıyor. Kaldı ki benim hesabıma göre, sabahleyin geldiğimiz yolu izleyerek Mamakîye’ye dönmemiz en uygun olanıdır. Böyle yaptığımız takdirde, zorunlu olarak Çeleqas’ın yanından geçeceğiz ki bu da orayı görmemizi kolaylaştıracak bir durum. Ancak yorulduklarını söyleyen arkadaşlarımız, hayli bozuk olan o yoldan dönme yanlısı değiller. Böyle olunca, biz de yönümüzü kuzey yerine güneybatıya çeviriyoruz. O viraj senin, bu viraj benim darken Riçik (Türkçe Alfabe ile “Rıçık”) köyüne ulaşıyoruz. Riçik adını çokça duyduğum ama ilk kez gördüğüm yöre köylerinden biri. Dağınık evleri adeta meyve ağaçları arasında kaybolmuş gibi. Köyün hemen girişinde karşımıza ilk çıkan evlerden birinin yanında duruyoruz. Hasan Kılavuz, evin kime ait olduğunu hatırlar gibi. Bahçe kapısından içeriye giriyor, evin sahibesi kadınla bir şeyler konuştuktan sonra bize sesleniyor ve içeriye girmemizi söylüyor. Bahçede değişik cins meyve ağaçları var fakat çoğumuzun tercihi duttan yana oluyor. Hem yiyor hem de ev sahibesi ile oradan-buradan konuşuyoruz.
Tabi Riçik’a gelmişken Avustralya’da yaşamakta olan yazar dostum Rıza Çolpan’ı anmadan geçmek olmaz. Bir yandan Gulîstan ile birlikte kulaklarını çınlatırken, bir yandan da bir an önce telefona sarılıp Riçik gezimizi anlatarak kendisini kıskandırmayı planlıyoruz. Ne var ki bunun için Avustralya’ya telefon açmamıza gerek kalmıyor. Bir hafta sonra, bir arkadaş ile konuşmak üzere Berlin’den Dersim’i ararken “Rıza Çolpan da burada” diyor ve böylece kendisine Riçik gezimizi anlatma fırsatı buluyorum.
Bir şanssızlık eseri olarak biz Dersim’den ayrıldıktan hemen sonra gelmiş. Dolayısıyla da yüz yüze görüşme olanağı bulamadık ama telefon sayesinde karşılıklı seslerimizi duymuş olduk.
Riçik’ı geride bırakırken, hafızama, ilk kez görmekte olduğum yerlerle ilgili olabildiğince fazla şey kaydetmeye çalışıyorum. Ve yine aynı sırtlar, dereler, tepeler derken kendimizi bir kez daha Muxundîye’de buluyoruz. Tam köye girmek üzere iken, Pîro sağ yanda bir çeşme gösteriyor ve onun “Bamasûr Çesmesi” olduğunu söylüyor. Neden Bamasûr çeşmesi? Köylüler bunu daha önce söylemişlerdi. Efsaneye göre, Bamasûr buraya gelip yerleşmeye karar verince bakıyor ki her kes suyun yokluğundan muzdarip. O çeşmenin bulunduğu yerde topuğunu yere vuruyor ve görmekte olduğumuz çeşme fışkırıyor. O gün bu gündür o çeşme adeta Muxundîye’nin hayat kaynağıdır.
Köye girip bir kahvehanenin önüne oturuyoruz. Bir anda etrafımız doluyor ve Belediye Başkanı başta olmak üzere köylüler ile sohbet başlıyor. Bir ara Kürtlerin kendi ana dillerini konuşmasının önemi konusunda bir şeyler söylerken kim olduğunu bilmediğim biri hayli sert bir üslupla söylediklerimi karşı çıkmaya başlıyor. Hakaret niteliğinde olduğunu düşündüğüm bir sözü üzerine acele ile kalkıp orayı terk ediyorum. Tabi arkadaşlarım da kalkmak zorunda kalıyorlar. Sonradan ortada bir yanlış anlama söz konusu olduğu anlaşılıyor. Böyle bir duruma yol açmak, doğal olarak her kesten çok beni rahatsız ediyor. Anlaşılan yaş ilerledikçe sinirler de zayıflıyor ve insan bazen kontrolü elden kaçırabiliyor. Sevgili Muxundîye’lilere özür borcum olduğunu biliyorum. Umarım bunu giderebilme fırsatını bulmakta fazla gecikmem.
Mazgêrd’e doğru giderken, alabildiğine güzel bir vadiye daha giriyoruz. Sağ yanımızda, tepesinde koca bir kalekolu ile duvar gibi yükselen bir dağ var. Dağın hemen altında ise köyün evleri yayılmışlar meyve bahçeleri arasına.
Burası, Hasan Kılavuz için tanıdık bir yer. Çünkü onun çocukluk dönemini geçirdiği bölgedir buralar. Bire yer vardığımızda duruyor ve araçlardan iniyoruz. Pîr Kilavuz, yukarıdan aşağıya vadiyi eliyle işaret ediyor ve “Aha vira, Newala Sindam e. Cîhek pir muhîm e, dîrokî ye Sindam,” (Burası, Newala Sindam’dır. Önemli, tarihi bir yerdir Sindam) diyor.
Tabi biz nedenini soruyoruz o da beklemeden yanıt veriyor. Yolun alt kısmında vadinin dar bir yerini işaret ediyor ve “1938’de çevre köylerden toplatılan insanları Mazgêrd’e kadar götürmeye gerek görmemiş, burada katletmişler. Yani 1938 kurbanlarına ait bir yer. Çok cana kıyılmış burada,” diye sürdürüyor sözü.
Bizim, bura ile ilgili sorularımız, Pîr Kılavuz’un ise anlatımları bitince arabalarımıza biniyor ve devam ediyoruz yola.
Mazgêrd’in yanı başındaki sırta varınca yeniden duruyoruz. Hiç beklemeden daha önceki bir isteğimi yeniliyor ve amcası Bava Duzgın’ın öldürüldüğü yeri göstermesini istiyorum.
Kılavuz, yamacın bize göre yaklaşık 500 metre daha yukarı kısmında kalan ilçe merkezinin altındaki uçurumvari yeri tarif ediyor ve “İşte orası,” diyor.
Pir Kılavuz, yıllar önce kendisi ile yaptığım röportajda bu olayı detaylı olarak anlatmıştı.[1] Dolayısiyle de anlatacaklarının yabancısı değilim ama yine de kısaca özetlemesi ricasında bulunuyorum. Amacım, söylediklerinin kamera tarafından kaydedilmesi, yani arşive girmesidir. Hiç beklemeden anlatıyor.
“Apê min Bava Duzgin jî têde, 150 merivê kom dikin, tînin Mezgîrê de dikin camîyê. (Amcam Bava Duzgin dahil 150 adamı topladıktan sonar Mazgirt’e getirip camiye dolduruyorlar.)
Bu sözleri söyler söylemez bu kez eliyle Mazgirt’te bulunan o camiyi gösteriyor, tarif ediyor. Tamamı değilse de minaresi ve çatısının bir bölümü gözüküyor.
“Ew qefîle giş camêr in. Rojê-du roj şunda dudu-dudu destên vana bi hev ra girê didin, ev cihê ku mi nîşanê we da, tînin vê derê, bi sungîyê dikujin û davêjîn jêr. Çima bi sungîyê dikujîn? Usa xuya dike ku naxwazin guleyan serf bikin. Dilê wan ji bo merivan naşewite lê gulan ra dişewite. Cendegên van qurbanan vê derê xirab dibin, dibin ax. Loma mezela apê min tune.” (Bahsettiğim kafile sırf erkeklerden oluyor. Bir iki gün bekletildikten sonra, ikişer-ikişer ellerini birbirlerine bağlı halde gösterdiğim o tümseğin başına getiriyor ve süngüleyerek aşağıya atıyorlar. Niye süngülüyorlar? Öyle anlaşılıyor ki kurşun harcamak istemiyorlar. İnsan acımayanlar, kursuna acıyorlar. Kurbanların cesetleri orada çürüyor, toprağa karışıyor. Bu yüzden amcamın mezarı yok.)
Kılavuz biraz duraklıyor, düşünüyor ve devam ediyor. Halk daha sonra o insanların ölüm yerine götürülmesini hep anlatıyordu. Birçok kişinin söylediğine göre, amcam çarşı ortasından geçirilip götürülürken, askerlere sezdirmeden bağlı elinin parmaklarını sürekli önden arkaya doğru hareket ettiriyormuş. Bununla “Kaçın, beklemeyin kaçın, uzaklaşın. Bunlar sizi katledecekler,” demek istemiş.
“Yanlış hatırlamıyorsam, eli amcanınki ile birbirine bağlı adam ile amcan arasında, geçmiş yıllarda ölüme dair bir anı var. Ona da değinir misin?”
“Haa, Kevirê Şîrê köyünden Sey Cafer’i kast ediyorsun. Tarihini bilmiyorum, ama günün birinde bir Xizir (Hızır) cemi için Muxundîye’de toplanılıyor. Tabi cemi amcam yapıyor. Amcam bilgili kendini yetiştirmiş iyi bir pirmiş. Tanıyanlar, onun için “Sohbetine doyum olmazdı,” diyorlar. Cem soğuduktan sonra sözünü ettiğim talibimiz[2] Sey Cafer amcama yaklaşıyor ve “Duzgın Bava, Rayver, seni sürekli dinliyorum, dinledikçe de keyifleniyorum, yüreğim neşeyle doluyor. Tanrı daha fazlasının versin. Merak ediyorum, acaba ölümün nasıl olacak senin?”
Amcam onca insanın huzurunda “Sey Cafer, senin ölümün nasıl olacaksa benimkisi de öyle olacak,” diyor.
İşte 1938’de, camiden çıkartılıp öldürülmeye götürüldüklerinde, amcam ile bahsini ettiğimiz Sey Cafer’in elleri birbirlerine bağlıymış. Tesadüfî düşünebiliyor musun?”
Geç kaldığımız için Mazgêrd merkezini gezmeyi düşünmüyoruz. Munzur nehrinin yerini almış olan baraj gölüne doğru, hızla baş aşağı kayıyor taşıtlarımız. Hiç bir yerde beklemeden Mamekîye’ye ulaşmaya kararlıyız.
[1] Çem, Munzur, Tanıkların Diliyle Dersim 38, Peri Yayınlar, İstanbul, 1999.
[2] Talip, Alevilerde Mürit anlamında kullanılan söz.