Aktüel Gelişmeler
Son bir aydır Rojava’da, yaşanan olaylar İslami düşünceyi ve eylemi yakından ilgilendirmektedir. “Irak İslam Devleti ve Bilad el Şam/El Nusra” isimli örgüt İslam devleti kurmaya çalışmaktadır. Bunun için Rojava’yı, Batı Kürdistan’ı seçmiştir. İslam devletini Rojava’da kurmayı tasarlamaktadır. El Nusra’ya bir İslam Devleti lazımsa, bunu neden, kendi ülkesinde değil, Kürdistan’da gerçekleştirmeye çalıştıkları dikkate değer bir konudur.
El Nusra’nın, Türkiye tarafından desteklendiği çok açıktır. Türkiye’de, devlet ve hükümet, el Nusra’ya maddi ve manevi olarak çok yardımcı olmaktadır. El Nusra’nın, Afganistan’dan, Çeçenistan’dan, Tunus’dan vs. gelen üyeleri, Cihadçılar… Türkiye yoluyle Suriye’ye, Kürdistan Bölgesine geçmektedirler.
El Kaide’ye bağlı el Nusra’nın, Kürdlerle savaşında en önemli ilişki Türkiye’nin bunlara verdiği maddi ve manevi destektir. El Nusra’yı silahlandıran da Türkiye olmaktadır. Bu, Türkiye’de devlet ve hükümetin, Suriye politikasıyla, Rojava politikasıyla yakından ilgili bir durumdur. Bu politika bir bütündür. Bu politikanın esası, Beşar Esed rejiminin yıkılmasını, ama bu süreçde Kürdlerin de hiçbir şey elde etmemesini hedeflemektedir. Rojava konusunda çok değerli analizler yapan Hüseyin Turhallı’nın yazılarında bu açıkça görülmektedir. (www.kurdistan-post.eu )Devlet-hükümet, Rojava’da böyle bir politika yürütürken Türkiye’de barış süreci ilerleyebilir mi? Hükümetin, Kürdlere karşı barbarlık yapan el Kaide’ye böylesin destek vermesi barışçıl bir ortam bırakır mı? El Kaide’ye bağlı el Nusra’ya böylesine destek, PKK-devlet savaşının Suriye’de, özellikle de Rojava’da devam ettiği anlamına gelmez mi?
Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi devletler Özgür Suriye Ordusunu silahlandırmaya çalışıyorlar. ÖSO’nun silahlandırılması, el Kaide’nin, el Nusra’nın da silahlandırılması demektir Zira, bu örgütlerin ÖSO içinde önemli yerleri vardır.
Rojava’da, Kürdlere karşı savaşan el Kaide’nin, el Nusra’nın, barbar bir savaş yürüttüğü, her türlü insan ögeyi, ahlakı hiçe saydığı açık bir şekilde görülmektedir. Esir aldıkları Kürd savaşçıların üzerine benzin döküyorlar, Diri diri yakıyorlar, ve bu süreçde, acıdan, ateşten kavrulan insanları iniltileri arasında, “Allahuekber, Allahuekber” diye bağırıyorlar… Esir aldıkları çocukları, yüksek binaların tepelerine çıkarıyorlar. Saçak önünde, çocukların boyunlarına zincir geçirerek birbirlerin bağlıyorlar, aşağı sallandırıyorlar. Boğulan çocukların feryad-figan çırpınışları karşısında, “Allahuekber, Allahuekber…” diye bağırıyorlar, eylemlerini kutsuyorlar… Televizyonda, internette bu görüntüleri izlemek mümkündür. Bu tür katliamlar, Halep yöresinde, özellikle Tıl Aran ve Tıl Hasıl’da yoğun bir şekilde yaşlanmıştır.
Bu nasıl İslami bir anlayıştır? Kavramak çok zor. Böyle bir vahşete İslam dünyasının, Batı dünyasının tepki göstermemesi sadece Rusya’nın, Suriye yanlısı Rusya’nın bu vahşete karşı çıkması sürecin üzerinde durulması gereken önemli bir yönüdür. Bütün bunları Ramazan ayı boyunca devam etmesi, bayram günlerinde bile devam etmesi akıllara durgunluk vermektedir. İslam anlayışından, İslam düşüncesinden söz ederken, Fehmi Şinnavi’nin “İslam Ümmetinin Yetimleri Kürdler” kitabının hatırlatmakta da yara vardır. (çev. Recep Perçin, Şura Yayınları, İstanbul 19997)
İbrahim Sediyani’nin, bayram kutlaması da manidardır. İbrahim Sediyani, İslam Ümmetinin Ramazan bayramın’nı kutladıktan sonra, “…büyüklerin kanlı ellerinden, küçüklerin ölü gözlerinden öperim” demektedir. (www.ufkumuz.com/yazar 7 Ağustos 2013) Bunu genel-geçer İslami düşünceye ve eyleme köklü bir eleştiri olarak algılıyorum. Gerçek İslam şüphesi bu değil.
Kaide’ye, el Nusra’ya bağlı din adamlarının, camilerde, “Kürdlerin kadınları, çocukları, malları helaldir…” diye vaaz vermeleri, fetva çıkarmaları dikkatlerden uzak tutulamaz.
Fehim Taştekin, “Şamil’in Torunları Yolunu Şaşırdı: Küresel Cihad Yolculuğu” başlıklı yazısında (www.kudistan-post.eu 08.08.2013) başlıklı yazısında Irak-Şam İslam Devleti’ne, (İŞİD) bağlı militanların, ele geçirdikler fabrikaları, hastaneleri yağmaladıklarını, fabrikaları, hastaneleri çalıştırmadıklarını, çalıştıramadıklarını, bunların çok pahalı bazı cihazlarını Türkiye’ye götürerek çok ucuza sattıklarını yazmaktadır. Örneğin bir hastanenin yüz bin dolarlık cihazını beş bin dolara satmışlar…
Böyle barbar bir gruba Türkiye’nin maddi ve manevi desteği, bu gurubu silahlandırması, akıl dışı bir durum değil mi? Bu, akıl-izan sahibi insanların kabul edebileceği bir durum mudur? Bütün bunlar, Kürdlere karşı olmanın, Kürdlerin kurumlaşmasına karşı olmanın, Türkiye’ye nelere mal olduğunu göstermektedir. Bu tutumun Türkiye’nin başına işler açacağı da besbellidir. El Kaide’ye bağlı bir grubun Somali’deki Türk Büyükelçiliği’ne saldırısını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
El Nusra içinde, Kuzey Kürdistan’dan giden bazı Kürdlerin varlığı da saptanmıştır. Bunlar, bazı Kürdlerin ne kadar akılsız, izansız, idraksiz olduğunu göstermektedir. Genel-geçer İslami anlayışın bu ilişkileri teşvik etmesi üzerinde durulması gereken bir konu olmalıdır. Gerçek İslam şüphesiz bu değildir.
Bugün İslamcı gruplar, örneğin, Peygamber Muhammed’in, bir karikatürü konusunda kıyamet koparıyorlar. Bu konuda İndonezya’dan Fas’a kadar bütün İslam alemi harekete geçiyor. Bu hareketlilik, protesto aylarca sürüyor. Ama, örneğin, bir Sünni’nin, Şii Camii’ne girip ibadet halinde olan insanlar arsında kendini patlatmasına, 60-70 kişinin ölmesine, yüzlerece insanın yaralanmasına, ertesi gün veya birkaç gün sonra da , bir Şii’nin Sünni camii’ne girip benzer bir operasyon gerçekleştirmesine bir şey denmiyor. Bu süreçlere karşı bir tepki göstermiyor. Veya bir batılının, “Nobel ödüllerinde Müslümanların neden esamesi okunmuyor?” dediğinde, Müslümanların bir kısmı kıyamet koparıyorlar, ama yukarıda, Kürdistan’da Rojava’da yaşanan vahşete karşı bir şey demiyorlar. Bu vahşeti, görmezlikte, duymazlıktan, bilmezlikten geliyorlar.
Rojava ‘da Kürdlerin dikkate değer bir konumları var. Kürdler, rejim yanında da Özgür Suriye Ordusu yanında da yer almamışlardı. Rejim ve ÖSO arasındaki.çatışmalar sürecinde, Rojava’da kurumlaşmaya çalışıyorlardı. Beşar Esed yönetimi, çatışmaların belirli bir aşamasında, Rojava’daki birliklerinin önemli bir kısmını geri çekmiştir. Rojava, artık, Kürdlerin, Kürdlerin önemli bir örgütü olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) nin denetimine geçmiştir. Buysa, Türkiye’de, devlet ve hükümeti çok rahatsız eden bir durumdur. Kürdlerin kendi bölgelerinde, Kürdistan’da kurumlaşmaya başlamaları, hükümeti çok rahatsız etmektedir. Kürdler özgürlük yolunda ilerledikleri zaman, , bu yolda yeni yeni hareketlenmeler içinde oldukları zaman, “toplumumuzda huzur ortamının bozulmasına izin vermeyeceğiz” denilmektedir. Kürdler, sınırda, Rojava’da özerk yönetimler oluşturmaya başladığı zaman, “sınırımızda oldu-bittilere izin vermeyeceğiz” denilmektedir.
Bütün bunlar, Kürd, Kürdistan sorununun temel niteliğiyle yakından ilgilidir. Sorunun esası 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması ve Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesi yatar. 1920’lerde, emperyal devletlerin Ortadoğu’da gerçekleştirdikleri en derin, en kalıcı operasyon budur. Başta Büyük Britanya ve Fransa olmak üzere, Batı dünyası bu operasyonu Kürdistan’da gerçekleştirmiştir. Bölgedeki Türk Arap ve Fars yönetimleri, bu derin operasyonda, emperyal güçlerle işbirliği ve güçbirliği içindedir. 1920’lerde, Ortadoğu’da Araplar da bölünmüştür. Ama Araplar, ayrı ayrı manda devletler, krallıklar, prenslikler olarak bölünmüştür. Bugün Basra Körfezi’nden Fas’a kadar 22 Arap devleti vardır. Yakında kurulacak Filistinle birlikte bu sayı 23 olacaktır.
Bu düzenlemenin Kürdlere bir statü vermediği bilinmektedir. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti nizamında olduğu gibi, 1945’deki, Birleşmiş Millletler nizamında da Kürdlere, Kürdistan’a herhangi bir statü, kimlik verilmemiştir. 1920 lerde kurulan sıtatüsüzlük aynen korunmuştur. Türliye, İran Irak, Suriye gibi devletler, ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa gibi dünyaya nizam vermeye çalışan devletler bu statüsüzlüğü aynen korumaya gayret etmişlerdir. Halbuki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler olmuştur. Kürdistan’daysa hiçbir şey değişmemiştir.
1990’larda, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraysa durum değişmeye başlamıştır. Irak’ta, Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması çok önemli bir aşamadır. Bu şüphesiz bir statüdür. Bu aşamadan sonra, Kürdleri, öbür parçalarda da statüsüz tutmak artık mümkün olmayacaktır. Kürdleri, Kürdistan’ı statüsüzlüğe mahkum eden Milletler Cemiyeti nizamı artık parçalanmıştır. 24-26 Ağustos 2013 tarihlerinde, Hewler’de toplanması beklenen Uluslararası Kürd Kongresi’nin, konuşacağı önemli bir konu budur. Bu konuda bir konsessüs oluşmayabilir, ama, bu konunun konuşulması, tartışılması önemlidir. Uluslar arası Kürd Kongresi’nin düzenleniyor olması da önemlidir.
Rojava’da, Kürd Bölgesi, Kürdistan elbette bir bütündür. Ama, Baas Yönetimi, 1960’larda, Kürdistan’ın nüfus yapısını bozmak için, Türkiye sınırı boyunca, bir Arap Kemeri oluşturmak için, bazı yerlerde, Kürdleri sürgün ederek, Kürdlerin yerine Arap bedevileri yerleştirdi. Cizire ile Kobani arasındak Tıl Ebyad böyle bir bölgedir. Burada Kürdler Araplarla beraber yaşamaktadır. Kobani ile Efrin arasında da böyle bir bölge vardır. Ezaz bu bölgedir. Baas Yönetimi, 1960’larda, bu iki bölgeden Kürdleri Arap çöllerine sürgün ederek, ve Arap bedevileri bu bölgelere yerleştirerek Kürdistan’ın nüfus yapısını bozmayı hedeflemiştir. Cumhurbaşkanı Nurettin el Atasi (1929-1992) döneminde, (görev süresi 1966-1970) bu sürgünler hızla devam etmiştir. 1970 de bir darbeyle yönetime gelen Hafız Esed (1929-2000) (görev süresi 1971-2000) döneminde de bu politikaların yaşama geçmesi devam etmiştir. Hafız Esed’in Nurettin el Atasi’yi askeri bir darbeyle devirerek yönetime geldiği bilinmektedir. Bu aynen Saddam Hüseyin ( 1937-2006) rejiminin (görev süresi 1968-2006), Irak Baas Partisi’nin, Kerkük bölgesi’ndeki Kürdleri Arap çöllerine sürgün etmesi, Arap bedevileri Kerkük bölgesine yerleştirmesi gibi bir politikadır. Bugünkü Irak Anayasası’nın 140 maddesi bu konuları dile getirmektedir. Kürdler, Cizire, Kobani ve Efrin’i yani bu üç Kürd bölgesini birleştirmek için de çaba göstermelidir. Dicle Amed, “Rojava nedir, Ne Değildir, Orada neler Oluyor?” başlıklı yazısında, (www.gelawej, 8.8.2013) Rojava’nın bütün engellemelere rağmen günden güne özgürleştiğini yazmaktadır.
Türkiye, 5-6 yıl öncesine kadar, Güney Kürdistan’ı, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni tanımıyordu. Zamanla kırmızi çizgiler silindi. Bu aşamadan sonra, Rojava’yı da tanıma durumunda kalacaktır. Demokratik Birlik Partisi (PYD) lideri Salih Müslim’in Türkiye’ye davet edilmesi, böyle bir başlangıç olabilir. Bu konuda Salih Müslim’in MİT’le değil, doğrudan hükümetle görüşmesi önemlidir. Hükümetin el Nusra’ya verdiği destek konusunda eleştirilmesi de önemlidir.
Dikkat çekici bir konu da Rojava’da sınır kapılarının kapalı olmasıdır. Türkiye’nin, El Nusra’ya karşı açık olan kapıları Kürdlere kapalı tutması anlaşılır bir durumdur. Ama Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin, sınır kapılarını kapalı tutması çok yanlıştır. PYD’nin, PYD’ye yandaş örgütlerle Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bu konuda yaptıkları açıklamalar çelişkilidir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ bu çelişkileri giderecek, çelişkilere meydan vermeyecek bir tutum içinde olmalıdır.
PYD’nin mücadeleyi tek başına yürütmesi, mücadeleye katılmak isteyen Kürd gruplara izin vermemesi de yanlıştır. Bu da bir sınır kapatmadır. Aslında, Kürdlerin bu kritik zamanlarda birbirlerine taviz vermesi gerekir. Kürdlerin birbirlerine verdiği taviz, sonuçda Kürdleri büyüten bir durum yaratmaktadır. Aksi durumlarda, Kürdler hasım güçlere taviz vermek durumunda kalmaktadır. Buysa Kürdleri hem küçülten hem de aşağılayan bir durumun yaşanmasına neden olmaktadır. Bu bakımlardan, Dursun Ali Küçük’ün dediği gibi bu mücadele sürecinde de bir ortaklık olmalıdır. Yazarın, “Rojava Devrimini iki temel konu yaşatır. Acaba Ne?” başlıklı yazısı bu yönden önemlidir. (www.kurdistan-post. eu 10 Ağustos 2013) Yüksek Kürd Konseyi’nin ve Hewler mutabakatının güncellenerek yaşama geçmesi önemlidir
* * *
Çok aktüel bir konu da Ergenekon davasında verilen hükümlerdir. Sanıklar, meşru hükümete karşı darbe girişiminde bulunmakla, darbe tasarlamakla yargılanmışlardır. Ağırlaştırılmış müebbed hapis, müebbed hapis, ağır hapis, hapis cezalarına mahkum edilmişlerdir. Generallarin önemli bir kısmı müebbed hapis ve ağırlaştırılmış müebbed hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Bu iddialarla 276 kişiden 255’i mahkum edilmiştir.
Bu, Türk siyasal hayatında ilk defa gerçekleştirilen bir olgudur. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetine kadar. Bu konuda bir soruşturma, yargılama olmamıştı. 27 Mayıs 1960, 12 MaRT 1971, 12 EYLÜL 1980, 28 Şubat 1997 darbeleri konularında bir soruşturma olmamıştı. Bu bakımdan Ergenekon davası Türk siyasal hayatında, çok önemli bir aşamadır. Askeri vesayetin geriletilmesinde, demokrasinin, demokratik değerlerin geliştirilmesinde önemli bir aşamadır.
Ergenekon davası sürecini, “askeri vesayet geriletilirken sivil vesayet güçlendiriliyor diye küçümsemek, karşı çıkmak yanlıştır, anlamlı değildir. Bugün hükümet de başbakan da bilimin ve siyasetin kavramlarıyla eleştirilebiliyor. Bazı yazarlara, basın mensuplarına verilen çeşitli cezalar elbette yine eleştiri konusu olmalıdır. Hükümet, Başbakan bu yönlerden eleştirilmelidir. Ama, askeri darbe dönemlerinde, hükümete, başbakana bu eleştirilerin çok küçük bir kısmını yapmak bile mümkün değildir.
Türkiye’nin temel yapısal sorunları Kürd/Kürdistan sorunu, Ermeni sorunu, Kızılbaş/Alevi sorunu gibi sorunlardır. Bu konularda, örneğin, örneğin, 6-7 yıl öncesine nazaran çok daha geniş konuşmalar, tartışmalar yapılabiliyor, araştırmalar, incelemeler, yazılabiliyor, yayımlanabiliyor. Askeri darbe dönemlerinde bunları yapmak mümkün değildir. Sosyal medyada gittikçe yaygınlaşan hakaretleri, aşağılamaları ifade özgürlüğü olarak değerlendirmemek gerekir.
Askeri darbe, şüphesiz, çok ağır bir suçtur.Çünkü darbeler, özgür eleştiri yokluğundan dolayı, yolsuzluk, dolandırıcılık,rüşvet, adam kayırma başka toplumsal suçlar için elverişli bir zemin hazırlarlar. Prof. Dr. Bekir Berat Özipek’in, “Kuruma Değil Halka Sorumlusunuz” yazısı, (Star, 8 Ağustos 2013) bu bakımdan önemli bir yazıdır.
Bütün bunlara rağmen, bir konuya daha dikkat çekmekte yarar vardır. Toplumda da Fizikteki birleşik kapları andıran oluşumlar vardır. Ergenekon davası konusunda ısrarlıysanız, bu konulardaki soruşturmaları ısrarla yürütüyorsanız, Ergenekon’u yaratan temel nedenleri de ortadan kaldırma süreci içinde olursunuz. Ama hükümet bu konuda hiçbir şey yapmamaktadır. Bu, toplumdaki birleşik kapların, eksik yanlış çalışmasına, kaos yaratılmasına neden olmaktadır.
Ergenekon’u yaratan temel nedenlerin başında Kürd/Kürdistan sorunu gelmektedir. Bu sorunu baskıyla, zorla ortadan kaldırmak için böyle yapılanmalara gerek duyulmuştur. Ergenekon’un Kürd illerinde faaliyet yürüten örgütü JİTEM dir. “ Faili meçhul” denen cinayetler, zorla kaybetmeler, köylerin yakılması-yıkılması, ormanları yakılması, temel geçim kaynaklarının tahrip edilmesi, onbinlerce Kürd ailesinin yerinin yurdunu terek zorlanması, JİTEM tarafında gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’de yaşanan askeri darbelerin çok önemli nedenlerini başında Kürd/Kürdistan sorunu gelmektedir. Bu da yakınlarda bilince çıkacak bir durumdur. Toplumsal bilimlerle uğraşanlar bu durumun bilincine varacaklardır. Bu konunun günümüze kadar, bilincine varılamamasının temel nedeni Kürd/Kürdistan sorunu ile ilgili yasaklardır. İfade özgürlüğü konusunda getirilen sınırlamalar özellikle bu alanda işlev sahibiydi. Günümüzdeyse bu konular artık, daha rahat bir şekilde konuşulabilmektedir, tartışılabilmektedir.
Bunlara rağmen bu olaylarla ilgili olarak soruşturmalar, davalar gündeme getirilmemiştir. Sanıklar meşru hükümete karşı darbe girişiminden dolayı mahkum edilmişlerdir. Ama bu sanıklardan bazılarının, JİTEM çerçevesinde, Kürdistan’da, Kürdlere karşı çok ağır suçlar işledikleri de besbellidir. Kürd/Kürdistan sorunu konusunda ciddi adımlar atmamak, JİTEM operasyonlarını gündeme getirmemek, insanda kuşku uyandırıyor. Devleti-hükümetin her halukarda yine JİTEM’e başvurmak gibi bir düşüncesi niyeti, duygusu mu var?
Bekir Berat Özipek hoca, yukarıda belirtilen yazısında, Diyarbakır’da, başta albay Cemal Temizöz davası gibi davalar görüldüğünü, ama Kürdlerin bu davaları izlemediğini vurgulamaktadır. Diyarbakır’da görülen bazı davaların listesini vermektedir. “KCK davasına destek için gelenler, yan salonda görülen, Temizöz davasına uğramamaktadır…” demektedir. Bu davlardan biri de, Orhan Miroğlu’nun, ısrarlı çabasıyla, tanıklığıyla gündeme getirdiği Musa Anter davasıdır.
Hakşkat, Adalet, Hafıza Merkezi “Konuşulmayan Gerçek: Zorla Kaybetmeler” başlıklı bir kitap yayımladı. Özgür Sevgi Oral, Ayhan Işık, ve Özlem Kaya tarafından hazırlanan bu kitap Haziran 2013 de yayımlandı. Bu kitapda, 12 Eylül 1980 tarihinden, 2000’lere kadar, 1353 kişinin zorla kaybedildiği görülmektedir. Diyarbakır, Şırnak, Mardin, İstanbul, Hakkari, Tunceli,Şanlıurfa, Adana, Bitlis illerinde, zorla kaybedilenlerin sayısı 1353 dür. 2000’lerde 33 kişi ve zorla kaybedildiği tarih belirtilemeyen 4 kişi de bu rakama dahildir.(s. 22-23) Hakikat, Adalet ve Hafıza Merkezi’nin, kesinleştirdiği kaybedilenler listesi de kitapda yer alıyor. Bunlar 282 kişi olarak veriliyor. (s.84-94)
Derin devleti iyice deşifre edebilmek, Kürd/Kürdistan sorununda sağlıklı yol alabilmek için bu tür operasyonların da soruşturma ve dava konusu yapılası gerekmektedir. Kaldı ki, bu operasyonda rol alan kişilerin çoğu da bilinmektedir.
Hakikat, Adalet ve Hafıza merkezi, aynı dönemde, bir kitap daha yayımlamıştır. ‘Zorla Kaybetmeler ve Yargının Tutumu” başlıklı kitap, Prof.Dr. Gökçen Alpkaya, Av. İlkem Altıntaş, Doç.Dr. Öznur Sevdiren, Av. Emel Akartürk Sevimli tarafından hazırlanmıştır.
Derişn devletin iyice geriletilmesi, dağıtılması için, hukukun adaletin gerçek işlevini yaşama geçirmek için, Kürd/Kürdistan sorunu konularında sağlıklı adımlar atabilmek için JİTEM operasyonlarının da soruşturma ve dava konusu yapılması gerekmektedir.