“Alman Şarkiyatçı Dr. Friç”
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Doktor Friç’in, Kürdler, Tarihi ve İçtimai Tedkikat, kitabını yayımladı (Ekim 2014) Kitabın sonunda, Sonsöz olarak, İsmail Beşikci’nin, “‘Alman Şarkiyatçı Dr. Friç’ ve Kitabı Üzerine” başlıklı bir yazısı var. Bu, kısaltılmış bir yazıdır. Aşağıda bu yazının tamamı yer almaktadır.
Naci İsmail Pelister’in, “Kürtler, Tarihi ve İçtimai Tedkikat” isimli kitabı, İttihat ve Terakki Fırkası’nın politikalarıyla yakından ilgilidir. İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk esası üzerinden, yeniden organize etmek gibi bir tasarımı vardı. Adriyatik Denizi’nden Orta Asya içlerine kadar, hatta Büyük Okyanus’a kadar bir imparatorluk olacak ama bu imparatorluk sınırları içinde sadece Türkler yaşayacak… İttihat ve Terakki’nin ikinci bir tasarımı daha vardı. O da Osmanlı ekonomisini millileştirmek olarak formüle edilmişti.
İttihat ve Terakki bu tasarımlarını yaşama geçirmek için çok büyük planlar projeler hazırladı. Bu planlar, projeler için çok yoğun çalışmalar yaptı. Adriyatik Denizi’nden, Orta Asya içlerine kadar genişleyecek Türk imparatorluğu anlayışında, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Kürdler, Ezidi Kürdler, kendilerini Reya Heq olarak tanımlayan Aleviler çok önemli pürüzler olarak ortaya çıkıyordu. İmparatorluk içinde yaşayan, yaşayacak olan herkesin Türk olması için, Rumlara, Ermenilere, Süryanilere, Kürdlere, Ezidi Kürdlere, Alevilere karşı nasıl politikalar uygulamak gerekecekti?
İttihat ve Terakki’nin üzerinde durduğu en önemli konu buydu. İttihat ve Terakki Fırkası’nın gerek gizli toplantılarında, gerek açık toplantılarında, konuşulan, tartışılan konular bunlardı. İttihat ve Terakki Fırkası’nda Merkez-i Umumi’nin hiç değişmeyen üç üyesinin, Dr. Bahattin Şakir’in, Dr. Nazım’ın, Ziya Gökalp’in başlıca işi bu konular üzerinde kafa yormaktı.
Ziya Gökalp Osmanlı toplumu içinde, Rumları ve Ermenileri “asalak” olarak değerlendiriyordu. Türk milleti ile gayrimüslimler arasındaki ilişkiyi “asalak işbölümü” şeklinde değerlendiriyor, gayrimüslimlerin her ne şekilde olursa olsun, Osmanlı sınırlarının dışına çıkarılmasını istiyordu (Mete Çetik, Cumhuriyet’in Kuruluş Dönemi Türk Milliyetçiliği Karşısında Anadolu Mecmuası, Tarih ve Toplum, Yeni Yaklaşımlar, Bahar 2014, Sayı 17, içinde, s. 77).
Yoğun çalışmalardan sonra, bu pürüzlerle ilgili olarak şu şekilde kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rum-Pontuslar, Kapadokya’daki Rumlar, Ege’deki Rumlar, Ege Adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermenilerin nüfusu tehcirle çürütülecek. Süryanilere ve Ezidi Kürdlere de benzer politikalar uygulanacak. Rumlardan, Ermenilerden, Süryanilerden geriye kalan taşınmaz mallara, zenginliklere el konulacak, bunlar, Müslüman Türk tüccarın denetimine verilecek. Böylece Osmanlı ekonomisi millileştirilmiş olacak.
Kürdler Türklüğe asimile edilecek. Kürdler, Türkler gibi Müslüman oldukları için, Sünni oldukları için Türklüğe asimile edilmelerinin kolay olduğu düşünülüyor. Çerkes, Laz gibi azınlıklara da benzer politikalar uygulanacak…
Kendilerini Reya Heq olarak tanımlayan Aleviler (Kızılbaşlar) ise Müslümanlığa asimile edilecek. Böylece, İmparatorluk içinde yaşayan herkes Türk olmuş olacak veya Türkleşmiş olacak…
Bu, tam bir etnik arındırma sürecidir. Rumlarla ilgili projeler yani Rum sürgünleri Balkan yenilgisinden hemen sonra başlamıştır. Ermenilerin tehciri Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında, 1915 baharında gerçekleşmiştir. Kürdlerle ve kendilerini Reya Heq olarak adlandıran Alevilerle ilgili projeler ise Cumhuriyetle birlikte yaşama geçirilmişlerdir.
Etnik arındırma Cumhuriyet’ten sonra daha sistematik bir şekilde devam etmiştir. Rumlarla ilgili olarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan “Mübadele” sürgünlerden arta kalan Rumlarla ilgilidir. 1934’de, Trakya’da Yahudilere uygulanan baskılar, 1942-1943 Varlık Vergisi, 1955’de, 6-7 Eylül’de İstanbul’da, İzmir’de yaşanan olaylar, Mart 1964 Rum sürgün kararnamesi etnik arındırmanın zamanla nasıl gerçekleştirildiğini göstermektedir.
İşte, Naci İsmail Pelister’in Kürdler, Tarihi ve İçtimai Tedkîkat kitabını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, İttihat ve Terakki’nin temel bir politikasıdır. Sözü edilen Kürdler, Tarihi ve İçtimai Tedkîkat kitabı, bu asimilasyon projesinin yaşama geçmesi için hazırlanan bir kitaptır.
O dönemde, Aleviler için Baha Said’e, Ermeniler için de Esat Uras’a, kitaplar, yazılar, ısmarlanmıştı. Başka toplumsal kategoriler için de benzer projeler ısmarlanmıştı.
Kürtler Tarihi ve İçtimai Tedkîkat kitabı
Dr. Friç imzasıyla, kitap, yazı hazırlayan kişinin, Habil Adem takma adını kullanan bir İttihatçı olduğu bilinmektedir. Arnavut kökenli olduğu belirtilmektedir. Esas adının da Naci İsmail olduğu vurgulanmaktadır. Aile 1934’de, Pelister soyadını almıştır.
Dr. Friç, “şarkiyatçı”, “Alman bilim adamı”, “Alman Bilimler Akademisi üyesi” “Alman şarkiyatçı” gibi unvanlarla anılmaktadır.
Habil Adem’in veya Naci İsmail’in, “Alman bilim adamı”, “şarkiyatçı”, “Alman Bilimler Akademisi üyesi” gibi sıfatlarla anılmak istenmesinin nedeni kanımca şudur: “Alman şarkiyatçı”, “Alman Bilimler Akademisi üyesi”, “Alman Bilim adamı” denildiği zaman söylediklerine daha hızlı, daha kolay bir şekilde inanılacaktır. Habil Adem’in veya Naci İsmail’in bu kadar inandırıcılığı olmaz. Kitabın, “Berlin Şark Akademisi tarafından bastırılmasına özen gösterildiği de anlaşılıyor.
O yıllarda, Almanya’ya Osmanlı toplumunda çok olumlu bir yaklaşım olduğu açıktır. Almanya’nın da Osmanlı ülkesinde kök salma niyeti var. Bu niyetlerin, bu duyguların birbirini tetiklediği bir gerçek. O dönemde, Osmanlıların kanaatine göre, İngilizler ve Fransızlar Osmanlı İmparatorluğunu parçalamayı, Almanlarsa, kurtarmayı hedefliyordu.
Mehmet Bayrak, Kürt Politikasının Temellerini Atanlar ve Bağlaşıkları, Dr. Friç ile İlgili Açıklamalar, yazısında (Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, Özge Yayınları, Şubat 1991, içinde s. 21) bu açıklamayı, deşifrasyonu yapmıştı.
Aynı dönemde, 2 Temmuz 1993’de, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki bir duruşmada, İsmail Beşikci de benzer bir açıklama yapmıştı. Hukuksuz Adalet, Yurt Kitap-Yayın, Eylül 1994 s. 63 Dava Dosyası, 1991/128 Esas)
Abidin Nesimi’nin (1909-1991) kitaplarında da Habil Adem veya Naci İsmail Pelister’le igili bilgiler var. Türkiye’de Sosyalizmin Teorik Sorunları, Gözlem Yayınları 1976, Yıllar İçinden 1977, Devletin Politikaları, TKP’den Anılar ve Değinmeler, 1979.
M. Şahin-Y. Akyol’un yazısı da dikkate değer. Habil Adem ya da Nam-ı Diğer Naci İsmail Pelister hakkında, Toplumsal Tarih, Sayı 11, 1994.
Kürd Dili ve Resmi İdeoloji
Kürdler kitabında, Kürdçedeki kelimelerin sayısını gösteren bir tablo var. Daha doğrusu Kürdçedeki kelimelerin hangi lisandan geldiğini belirten bir tablo var (s. 6-7).
Lisan Kelime adedi
Pehlevi (eski) 370
Zend 1240
Türk (eski Türkmen) 3080
Ermeni 220
Arap (yeni lisandan) 2000
Farisi (eski edebiyattan) 1030
Asıl Kürt 300
Çerkes (eski) 60
Gürcü (eski lisandan) 20
Keldani 108
Yazar, Kürdçede, 8307 kelime olduğunu söylüyor. Bunun 3080’inin Türkçeden, 2640’ının Farisi’den, 2000’inin de Arapçadan geldiğini vurguluyor. 8307 kelime içinde bu üç lisandan gelen kelimelerin 7720 olduğunu söylüyor. İran şubesi, 370 artı 1240 artı 1030 = 2640 oluyor. Asıl Kürdçenin 300 kelime olduğu, geriye kalanların öbür lisanlardan geldiği dile getiriliyor.
Dr. Friç, Kürdçede, 8307 kelime var, derken, bunu, Petersburg Akademisi tarafından neşredilen Kürtçe-Rusça-Almanca lügate dayanarak söylüyor.
8307 değil 8428
Aslında, bu tabloya göre kelime adedinin, 8307 değil, 8428 olduğu anlaşılıyor. Ama gerek bu kitapta, gerek bu kitabın kaynak gösterildiği yazılarda, kitaplarda, hep 8307 rakamı vurgulanıyor.
Bu kitap, Kürd diye bir milletin, Kürdçe diye bir dilin olmadığı anlayışını temellendirmek için kullanılıyor. Ama kitabın adından da söz edilmiyor. Örneğin “Dr. Friç, Kürtler, Tarihi ve İçtimai Tedkikat kitabında böyle böyle söylüyor” denmiyor. Sadece, “Alman şarkiyatçı Dr. Friç, kullanılan 8307 kelimenin, 3080’inin Türkçeden, 2640’ının Arapçadan geldiğini vurguluyor” deniyor. Tabloda, “asıl Kürt” olarak belirtilen 300 kelimenin de 30 kelime olarak söylenmesine özen gösteriliyor.
Kürdlerin, Kürdçe’nin İnkarına Dayanak Yapılan Kitap
12 Mart rejiminde, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, Kürdlerin ve Kürdçenin inkarı yapılırken, “Kürd denenler”in Türk, Kürdçenin Türk dili olduğu vurgulanırken, hep Dr. Friç’in kitabı, görüşleri esas alınmıştır. Devrimci Doğu Kültür Ocakları Davası’nda, (1972/34 Esas) Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Davası’nda, başka davalarda, İsmail Beşikci Davası’nda hep böyle yapılmıştır. Örneğin, İsmail Beşikci’ye verilen hüküm, Askeri Yargıtay’da onaylanırken, yine bu görüş esas alınmıştır. Askeri Yargıtay onama kararının bir yerinde şöyle söylemektedir. “… Nitekim, Dr. Friç, Petersburg Akademisi tarafından neşredilen lügatten derlediği 8307 Kürtçe kelimeden 3080’inin Türkçe, 2640’nın Farsça dil şubelerine ait olduğunu belirtmektedir.” (Bilimsel Yöntem, Üniversite Özerkliği ve Demokratik Toplum İlkeleri Açısından İsmail Beşikci Davası V, Yargıtay’ın Onama Kararı ve Tashih-i Karar, Yurt Kitap Yayın, Temmuz 1992 s. 114)
Yukarıda, savcıların, yargıçların Kürtler kitabında 300 olarak gösterilen Kürdçe kelimeleri 30 şeklinde ifade etmeye özen gösterdiklerini belirtmiştim. 12 Mart rejiminde, Diyarbakır-Siirt İlleri Askeri Mahkemesi’nde görülen Devrimci Doğu Kültür Ocakları Davası’nda da böyle olmuş. Askeri savcı, “Kürtçe denen dilin 30 kelimesi bile yok” deyince, sanıklardan Musa Anter, “tavukların bile 30 çeşit gıdaklaması var, Kürdlere, Kürd halkına neden hakaret ediyorsunuz savcı bey,” diye tepki göstermiş. Duruşma dönüşünde, arkadaşlar, bunu koğuşta böyle böyle oldu diye anlatmışlardı. Musa Anter, Doz, Aram, Avesta gibi çeşitli yayınevlerinde yayımlanan Hatıralarım kitabında bu olaydan da söz eder.
Sıkıyönetim Askeri Savcıları, 12 Mart döneminde, Kürd diye bir halkın, Kürdçe diye bir dilin olmadığını vurgularlardı. İddianamelerde bu konuya önemli yer verilirdi. Devimci Doğu Kültür Ocakları Davası’nda da durum buydu. Bu davada Kürd gençleri, Kürdlerin Türklerden ayrı bir halk, Kürdçe’nin Türkçe’den ayrı bir dil olduğunu gösterebilmek için çok çaba sarfettiler. “İddianameye cevap” adı altında bir metin hazırlandı. “Kürd Savunmalar Tarihi”nde buna “167 Sahifelik metin” deniyor. Kürd gençleri, bu metni, duruşmalar sırasında, mahkeme huzurunda okuyabilmek için de çok büyük çaba harcamışlardı. Zira, mahkeme, dosyada böyle resmi bir belge olmasın, tutanaklarda yer almasın diye bu metnin mahkeme huzurunda okunmasına karşı bir tutum içindeydi. Ama, gençler, bu metnin mahkeme huzurunda okuması için çok büyük mücadele vermişlerdi. Çeşitli celselerde bir ay kadar, belki de daha fazla bir süreyle böyle bir mücadele gerçekleşmişti. İddianamelerde, Dr. Friç’in bu kitabındaki bilgilere de yer veriliyordu. Komal Yayınevi tarafından, 1975 yılında yayımlanan Devrimci Doğu Kültür Ocakları Dava Dosyası bu İddianame ve İddianameye Cevap metinleri de yer almaktadır.
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde, 1991 ve daha sonraki yıllarda, İsmail Beşikçi ve Yurt Kitap-Yayın yöneticisi Ünsal Öztürk hakkında, Beşikçi’nin kitaplarından dolayı davalar görülmüştür. 14 kitapla ilgili olarak yürütülen davada, (Dosya no 1991/128, 1991/172, 1992/3 ve takip eden dosyalar…) Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Nuh Mete Yüksel, 23 Kasım 1992 tarihinde, mahkemeye Esas Hakkındaki Mütalaa’sını sunmuştur.
Bu mütalaada DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, “Dr. Friç’in Kürtler isimli eserinde, Prof. Weber’den nakledilen şu cümle ilgi çekicidir. ‘Kürt dili bir dil karışımı değil, belki bir kelime karışımıdır’ diyerek, Kürdçe’nin bir dil olmadığını anlatmaya çalışmaktadır. Sık sık Alman Şarkiyatçı Fritz’in eserine başvurmaktadır. (İsmail Beşikçi, Bilincin Yükselişi, Yurt Kitap Yayın, Aydınlar Matbaası, İstanbul, 1993, s. 304-305)
Bu mütalaa üzerine, duruşmalarda, Dr. Fritz’in esas kimliğiyle ilgili olarak deşifrasyon da yapılmıştır. Malmîsanij’in, bu konuya ilgili çalışmalarına dikkat çekilmiştir. 9 Şubat 1993 tarihli ve 2 Temmuz 1993 tarihli duruşmalarda Dr. Fritz’in esas kimliğine dikkat çekilmiştir. (Bilincin Yükselişi, s. 314-316, s. 399, Hukuksuz Adalet, Yurt Kitap-Yayın, Eylül 1994 s. 63)
12 Mart rejiminde, Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Tutukevi’nde, Kürdçe konuşan, ifadesi tercümanla alınan bir arkadaşımız vardı. Eruhlu Halil Ağa… Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Davası’nda sanıktı. İkinci bir davası daha vardı. Çete kurmak… (Eski Türk Ceza yasası 169/1) Kürdçe diye bir dil olmadığı, Halil Ağa’nın duruşmalarında da dile getirilirdi.
1930’lu yıllarla, 60’lı, 70’li, 80’li yıllarla 1910’lar, daha doğrusu, 20. yüzyılın ilk çeyreği, Kürdler açısından çok farklıdır. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında, Osmanlı’da, İttihat ve Terakki yönetiminde durum şudur: İttihat ve Terakki yönetiminin Kürdleri Türklüğe asimile etmek gibi bir amacı vardır ama 1910’larda durum çok farklıdır. 1898’de Kahire’de, Kürdistan gazetesi yayına başlamıştır. 1908’de Kürd Teavün ve Terakki Cemiyeti kurulmuştur. Çok kısa bir zaman sonra da Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi yayına başlamıştır. Kürd toplumunun çeşitli kesimlerine ilişkin örgütlenmeler gerçekleşmiştir. 1910’larda, Rojî Kurd, Hetawî Kurd gibi, Jîn, Kurdistan gazeteleri yayın yapar. Bunlar, zaman zaman soruşturmalarla karşılaşsa da legal yayınlardır. Bu bakımdan, Habil Adem veya Dr. Friç, kitabına Kürtler, Tarihi ve İçtimai Tedkikat adını verebilmiştir. Bu bakımdan, Kürdler, Kürdçe’yi inkar edenler, çoğu zaman, Dr. Friç’in kitabının adını telaffuz edememiştir.
Kürdlerin ve Kürdçenin inkarı, yasaklanması, Cumhuriyet’le birlikte başlayan bir süreçtir. İnkar ve imha 1930’lardan sonra, çok daha sistematik bir şekilde sürdürülmüştür. Kürd, Kürdçe gibi sözcükleri kullanmak artık çok ağır idari ve cezai yaptırımlar getirmektedir.
Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişte böyle bir sürecin yaşanması olgusal zenginlikle incelenmesi gereken bir durumdur. Bu koşullarda, Cumhuriyet Kürdlere ne kazandırdı sorusu önemli olmalıdır.
Naci İsmail Pelister’den Çiller’e
Mehmet Bayrak, Tarihten Günümüze Çarpan Bir Acılı Gerçek Çiller, Pelister ve de Kürdler başlıklı yazısında, (Kürd Sorunu ve Demokratik Çözüm, Özge yayınları, Şubat 1991) içinde (s. 24) Suna Gönül Pelister’den söz ediyor.
Suna Gönül Pelister, 1990’ların ortalarında, Çiller adına bir çiftlik almış. İki yıl kadar sonra, Çiller bu çiftliği kendi üzerine geçirmiş.
Mehmet Bayrak, “Çiller’in Sırdaşı Gönül Suna Pelister’in Hatırlattıkları” yazısında, (age. s, 26) Suna Gönül Pelister’in, Naci İsmail Pelister’in kızı veya torunu olup olmadığını sorgulamaktadır.
1990’lardaki Türk devlet hayatında, “faili meçhul” denen cinayetler var. Bu cinayetlerin failinin devlet olduğu artık besbellidir. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde bu cinayetler tırmanmıştır, tırmandırılmıştır. Başbakan Tansu Çiller, 1993 sonlarında, 1994 başlarında, çok ağır cezai müeyyidelerle karşılaşacaklarını belirtmiştir. “PKK’ye yardım eden işadamlarının, aydınların isimleri cebimdedir” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Bu açıklamadan sonra, Kürd iş adamları, Kürd aydınları birer birer katledilmişlerdir.
Bu cinayetlerin 19’u ile ilgili olarak, Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen bir dava var. Bu dava ile ilgili olarak savcılık, MİT’ten bazı bilgiler istemiş. MİT, savcılığın istemi üzerine mahkemeye bir ses kaydı göndermiş. 13 sayfalık bu ses kaydında, Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde işlenen cinayetler söz konusu ediliyor. Bu ses kaydından bazı bilgiler “devlet sırrıdır” diye çıkarılmışsa da, verilen bilgilerin yine de çok değerli olduğu söyleniyor.
10 Temmuz 2014 tarihli Taraf Gazetesi’nde, bu cinayetlerle ilgili haber, “Çiller döneminin cinayet tapeleri” şeklinde veriliyor. “Devlet için kurşun atan çetenin marifetleri cinayet dosyasına girdi” deniyor.
11 Temmuz 2014 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Ağar, ‘faili meçhul’ için, tetikçi’yi motive etti” deniyor. Bu haberde, Behçet Cantürk’ün, Savaş Buldan’ın, Namık Erdoğan’ın, Av. Yusuf Ekinci’nin, Av. Faik Candan’ın, Fevzi Aslan’ın nasıl katledildikleri anlatılıyor. O zaman, çetede faaliyet yürüten Ayhan Çarkın’ın tanıklığına yer veriliyor.
12 Temmuz 2014 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Behçet Cantürk’ün altın çakmağı”ndan söz ediliyor. Altın çakmağa Özel Harekatçılardan kimin el koyduğu vurgulanıyor. Katledilen iş adamlarının, paralarının, değerli eşyalarının nasıl yağmalandığı dile getiriliyor.
Bütün bunlar, günümüzdeki özel harekatçıların, 1910’lardaki Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarına nasıl benzediğini ortaya koymaktadır. O zamanlarda da Rumların ve Ermenilerin mallarına, zenginliklerine, taşınmazlarına, devlet terörü tırmandırılarak el konuluyordu. 1900’lerden 2000’lere Türk devlet hayatının nasıl bir çizgide geliştiğini bu olgular açıkça ortaya koymaktadır.