Anayasa, Milliyetçilik, Kaderini Tayin Hakkı ve Ulusal Devlet (*)
Milliyetçiliğin Her Türlüsü Kötü mü?
Anayasa tartışmaları ile bağlantı içerisinde Kürt sorunu, milliyetçilik, globalizm ve ulusal devlet gibi kavramlar üzerine yapılan tartışmalara önümüzdeki dönemde daha sıkça rastlayacağımızı söylemek yanlış olmaz. Özellikle de kimi liberal çevreler, bu konulara hayli yoğun ilgi gösteriyor, bilerek ya da bilmeyerek, gerçeğe pek de uygun düşmeyen yorumlarda bulunmaktan kaçınmıyorlar.
Bu bağlamda, milliyetçiliğin her türlüsünün kötü olduğu, ona karşı olmak gerektiği, bu gibileri arasında hayli itibar gören bir eğilim halindedir.
Peki bu gerçekçi bir yaklaşım mı? Bütün milliyetçilikler kötü şeyler mi? Hiç kuşkusuz değil. Hele de, ezen ve ezilen ulus milliyetçilikleri arasına fark koymamak, onları aynı nitelikte göstererek sözde tarafsız kalmak, özünde ezen ulus milliyetçiliğini savunmaktan başka bir şey değil.
Hiç kuşku yok ki T.C. sınırları içerisinde yaşayan bir Ermeni ya da Süryani gibi bir Kürdün de kendisini milliyetçi olarak nitelendirmesinde herhangi bir sakınca ya da yanlışlık yok. Çünkü bu günkü koşullarda, onun milliyetçiliği yurtseverliktir. O, ırkçı-şoven Türk milliyetçiliğinin karşısında yer alır, özgürlükçüdür. Kürt halkı, vermekte olduğu mücadelede başarıya ulaşırsa ne olur? Her şeyden önce, ülkesi sömürgeci boyunduruktan kurtulur, halkımız temel hak ve özgürlüklerine kavuşur, kendi kendisini yönetme olanağı elde eder.
Bahsini ettiğimiz özgürlükçü anlayış, üç ana ayak üzerinde hayata geçer:
1. Alan, genel demokratik haklarla ilgilidir. Özgürlükçü hareket, sınıfsal duruma bakmaksızın, tüm toplumsal kesimlerin temel hak ve özgürlüklerine saygıyı esas alan bir programa sahip olur, daha doğrusu olması gerekir. Bunun tek istisnası, ırkçılık ve nefret yayma çabasıdır.
2. Alan, farklı ulusal kimlik mensuplarının hak ve özgürlükleri ile ilgilidir. Ezilen ulus yurtsever hareketinin, bu durumda olan toplumsal kesimler arasında eşitliği esas alan bir modeli hayata geçirmeye çalışır.
3. Alan, farklı din ve mezheplere sahip kesimlerin, bu özelliklerinden doğan haklarına ilişkin olup farklı inançlar arasında tam eşitliğe dayalı bir modeli hayata geçirmeyi esas almasıdır.
Peki ya ezen ulus milliyetçiliği olan Türk milliyetçiliği! Onun böyle bir özelliği var mı? Olmadığı açık. Olmadığına göre de milliyetçiliğin her ikisine aynı derecede karşı olmak, siyah ile beyazı aynı saymaktan farksız bir tutumdur.
Beri taraftan, elbette eğer ezilen ulus milliyetçiliği şu veya bu şekilde söz konusu özgürlükçü karakterinden uzaklaşır ve başka halklar ile dinsel grupları baskı altına almaya yönelirse, bu da onun özgürlükçü karakterinden uzaklaştığına işaret eder.
Ulus ve Ulusal Devlet
Söz konusu kafa karışıklığının göze çarptığı bir diğer alan, “ulus” ve “ulusal devlet” kavramları üzerine yapılan spekülasyonlardır.
Ulus tanımını ele alırken, öncelikle, sömürgecilerin yaptığı tanımla, sosyal bilimin ölçülerine göre yapılan tanımı birbirilerinden kalın çizgilerle ayırmak gerekir.
Daha çok Fransız modeli olarak bilinen ve Türkiye’deki duruma da örnek olarak gösterilen ulus tanımının gerçekte ulusu tanımladığını söylemek olanaklı değil. Çünkü her iki devletin politikalarında somutlaşan model, esas olarak, işgal edilen ve sömürge haline getirilen ülkelerin halklarını zorla asimile etmeyi, kendilerine ait olmayan bir ulusal kimliği onlara zorla benimsetmeyi esas alır. Bu tür suni ulus yaratma çabası ise pratikte hemen daima ırkçı-şoven karaktere bürünür ve büyük acılara yol açar.
Açıktır ki bu tarz politik müdahalelerle ve zor kullanılarak oluşturulan “ulus”un, belli tarihi ve sosyolojik koşulların bir araya gelmesiyle oluşan gerçek anlamdaki ulusla her hangi bir benzerliği yok.
Bundan da öte kuruluş döneminde, T.C. devletinin “ulus yaratma” projesi, açıktan açığa “ırk birliği”ne dayanmaktaydı. Mustafa Kemal’in, Diyarbekir Orduevinin duvarında bu gün hala da asılı duran “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makdonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherlerin damarlarıdır,” (1) sözleri, bahsini ettiğimiz ırkçı anlayışın, hangi mantık dışı boyutlara vardırılabileceğinin bir örneğini teşkil ediyor.
Düşünün ki, Kürdistan’ı bölen sınırların her iki tarafında yaşayan Kürtler, aynı dile, tarihe, kültüre ve ortak ideallere sahip olmalarına, büyük bir kısmı arasında kan bağına dayalı akrabalıklar bulunmasına rağmen, aynı ırktan kabul edilmiyorlar. Buna karşılık, bütün bu yönlerden aralarında her hangi bir ortak yan olmayan binlerce kilometre ötedeki halklarla aynı ırkın mensupları sayılıyorlar.
Globalizm Kimlikler ve Ulusal Devlet
Gerek politik ve gerekse entellektüel çevrelerde, insanlığın globalleşmeyi yaşadığı günümüzde, “acılarla dolu olan ulus devlet modelinin” artık geride kaldığını ileri süren görüşler de yine hayli yaygındır. Tabii Türk entellektüel çevrelerinin bir bölümü ile onlara paralel hareket eden kimi Kürt kesimlerin bu anlayışa sarılmaları, esas olarak devlet kurma fikrinin ne kadar “yanlış ve tehlikeli!” olduğunu Kürtlere anlatmaya yöneliktir.
Bu anlayış sahiplerinin içerisine düştükleri yanlışlardan biri, “ulusal devleti” ırk esasına dayanan ve o ırka mensup olmayan etnik kimlik mensuplarını dışlayan, baskı altına alan bir model olarak düşünmeleri ya da öyle göstermek istemeleridir.
Her şeyden önce unutmamak gerekir ki baskı altındaki halkların, özgürleşme ve bunun sonucunda kendi ulusal devletlerini kurma mücadeleleri, aynı zamanda uluslararası antlaşma ve sözleşmelere dayanan bir haklılığa sahiptir. Yani, uluslararası hukuk açısından da meşru bir haktır.
Daha önce de değinildiği gibi, teorik olarak böyle bir mücadele sonucu kurulan ve kurulacak olan devletler, üzerinde bulundukları coğrafi alanda yaşayan farklı ulusal kimlik mensupları arasında eşitliği esas alırlar. Bu eşitlik nedeni ile de her kesim o devleti kendine ait görür, sahiplenir. Söz konusu devletin, bu prensibe uymaması, onun, oyunun kuralları dışına çıktığını gösterir. Bu tür bir olasılığa karşı yapılacak şey, devlet sahibi olmak ta dahil, ezilen ulusun temel haklarına karşı çıkmak değil, sistemin demokratikleşmesi yönünde çaba harcamak olmalı. Zaten eğer ilke böyle olmasaydı, son yüzyılda, ulusal kurtuluş mücadeleleri sonucunda kurulan çok sayıdaki devletin, en başta da BM tarafından tanınmaması ve desteklenmemesi gerekirdi. Oysa BM ilkesel olarak bu tür mücadeleleri destekledi, yeni kurulan devletleri tanıdı, onları üye olarak bünyesine aldı ve bu günde aynı şeye devam ediyor.
Globalleşmeye gelince; o, ulusal ve dinsel kimliklerin gizlenmesi, inkarı ya da reddedilmesi esasına dayalı bir model değil. Tam tersine globalleşme, kimliklerin açığa çıkmasını, etnik ve dinsel grupların bundan kaynaklanan haklara sahip olmalarını ve böylece eşitliğe dayalı birliklerin gerçekleşmesini esas alır. Elbet pratikte bu ilkeye ne ölçüde uyulduğu sorgulanabilir ama teorik çerçeve böyledir.
Bu bakımdan “farklı kimliklerimizi öne çıkartmayalım, sonuçta hepimiz insanız, insani yanımızı öne çıkartalım”, tarzı anlayış, globalizmin ilkelerine uygun bir yaklaşım değil. Hepimiz insanız ama farklı sınıfsal konumları, ayrı ayrı dinsel ve ulusal kimlikleri olan farklı insanlarız. Farklılıklarımızın üstünü örterek, onları gizleyerek değil, onları kabul ederek, onlardan doğan haklara karşılıklı saygı göstererek bir arada yaşamaya çalışmalıyız. Eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine temellenmiş bir sistemde, kimlikleri nedeniyle baskı görenlerden, kimliklerini öne çıkartmamalarını istemek, statükonun devamını istemekten öte bir anlam ifade etmez.
Uluslararası Belgelerde Durum Nasıl?
Halklar arasında eşitlik, devlet kurmak dahil geleceğini özgürce belirleme hakkı, uluslararası antlaşma ve sözleşmelerle garanti alınmış bir haktır. Birleşmiş Milletler Örgütü bunu, “Hak eşitliği ve kaderini belirleme hakkı” olarak tanımlamaktadır.
2. Dünya Savaşı sürerken,1941 yılında, faşizme karşı ittifak yapmış olan devletler, “Atlantik Sözleşmesi” (Atlantic Charter) adıyla bir sözleşme imzaladılar. 1942 yılında ise bu kez, 26 devlet tarafından, kaderini belirleme hakkını karara bağlayan Birleşmiş Milletler Deklarasyonu (Declaration by United Nations) imzalandı. 1945 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Sözleşmesi (United Nations Charter), kaderini tayin hakkını (right of self determination), uluslararası hukuk ve diplomasi alanında uyulması gereken bir üst ilke olarak kabul ve ilan etti.
Yine 1975 yılında imzalanmış olan Helsinki Nihai Belgesi (Helsinki Final Act)’nin altında imzası olan devletler de bu hakka saygı göstermeyi ve gereğini yerine getirmeyi kabul ve ilan ettiler. Türkiye’yi temsilen dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in imzaladığı antlaşmanın “Halkların Hak Eşitliği ve Kaderlerinin Kendileri Tarafından Saptanması Hakkı” başlıklı VIII. bölümünün ilk iki paragrafı şu şekildedir:
“Katılan-Devletler, halkların haklarının eşitliğine ve kaderlerinin kendileri tarafından saptanması hakkına, her zaman Birleşmiş Milletler Antlaşmasının amaçları ve ilkelerine ve Devletler Hukukunun, Devletlerin ülke bütünlüklerine ilişkin kurallarını da kapsamak üzere, ilgili kuralları uyarınca saygı gösterirler.
Halkların haklarının eşitliği ve kaderlerini kendilerinin saptamaları hakları ilkesi uyarınca, bütün halklar, dışarıdan bir karışma olmaksızın, istedikleri zaman ve istedikleri biçimde, iç ve dış siyasal statülerini özgür olarak saptama ve siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini diledikleri gibi sürdürme hakkına her zaman sahipler.”
Bu metinde yer alan “Devletlerin ülke bütünlüklerine ilişkin kurallarını da kapsamak üzere”, ibaresini, halkların kendi devletlerini kurma hakkına bir engel olarak görmemek gerekir. Bu belirleme o anlama gelmiyor. Burada vurgulanan şey, “halkların haklarının eşitliği ve kaderlerini kendilerinin saptamaları hakkı”nın, aynı devletin sınırları içerisinde birlikte yaşamayı da bir alternatif olarak kabul ettiğine ilişkindir.
Nitekim, bu cümlenin yer aldığı paragraftan sonraki ikinci paragrafta, halkların söz konusu haklarına vurgu yapılırken “dışarıdan bir karışma olmaksızın”, ibaresine yer verilerek, bu hakkı kullanma hakkının hak sahibi halkın kendisine ait olduğunu her hangi bir tereddüde yer vermeyecek şekilde açıklığa kavuşturuyor.
Bu ilke, Kürt halkının hakları üzerinde konuşurken, kimi çevrelerin sık sık “Türk haklı şunu kabul eder ya da etmez” şeklinde sözlerle dille getirdikleri görüşlerin, ne ölçüde ayakları havada şeyler olduklarının da açık kanıtıdır.
Nitekim, globalleşmenin hız kazandığı günümüzde, kaderini tayin hakkının oldukça yaygın bir biçimde hayata geçirilmesi çok dikkat çekici olsa gerek. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması ile kurulan devletler, bunun çok çarpıcı örnekleridir.
10 dolayında halk, Sovyetler Birliği’nden ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurmaya karar verdiğinde, kimse ne “devlet sınırlarının değişmezliği” sözünü ağzına aldı ne de Rus halkına bu konudaki düşüncesi soruldu. Zaten, Ruslara sorulmuş olsaydı muhtemelen söz konusu devletlerden hiç birisi kurulamazdı.
Bu satırların yazıldığı sıralarda, en son devlet, güney Sudan’da kurulmuş bulunuyordu. Ve Güney Sudan devletleşirken de o bölgede yaşayan halk dışındaki Sudanlılar doğal olarak söz ve karar sahibi olamadılar. Böyle olmasa, “kaderini tayin hakkı” diye bir haktan bahsetmek anlamsız olurdu.
Hiç kuşkusuz, aynı durum Kürt halkı bakımından da geçerlidir.
Kürt halkı bakımından Sorun Nedir?
Kürt sorunun çözümüne ilişkin öneriler tartışılırken, kişi ya da örgütlerin, kendi politik tercihlerini ortaya koymaları doğaldır. Çözüm önerisi olarak otonomi, federasyon ya da bağımsız devlet modellerinden birini savunabilir ve savunduğumuz modelin hayata geçmesi için çaba harcayabiliriz. Ama kendi modelimizi, bu günden, halkın kesin tercihi imiş gibi sunamayız. Bu tarz bir yönteme başvurmak, son derece yanlış, yanlış olduğu kadar da sakıncalıdır ki buna kimsenin hakkı yok.
Diyelim ki şu an Güney Kürdistan’da olduğu gibi iç ve dış koşullar, Kürt halkının ayrılıp kendi devletini kurmasına elvermiyor olabilir. Ama bu, yarın koşullar olgunlaştığında, halkımızın kaderini tayin hakkını “kendi devletini kurma” şeklinde kullanmayacağı anlamına gelmez. Bu gün başaramadığımız şey, gelecekte pek ala bir gerçeğe dönüşebilir. Bu yüzden de önerilerimizi savunurken, toplumumuzun geleceğini ipotek altına almaya neden olabilecek davranışlardan ısrarla kaçınmamız gerekir. Kendine ait bir devlete sahip olmak, her halk gibi Kürt halkının da en doğal hakkıdır.
Bu arada kimi Kürt çevrelerin, geleceğe ilişkin olarak Avrupa Birliği tarzında bir Ortadoğu’dan bahsettiklerine de rastlıyoruz. Elbet, ilkesel olarak bu çok olumlu, çok ideal bir durumdur. Ancak, her ne şekilde olursa olsun, uluslararası politikada söz ve karar sahibi olabilmek için, buna olanak sağlayan bir politik statünüzün olması gerekir. Eğer böyle bir statünüz yok ve kendi hakkınızda karar verme olanağından yoksunsanız, bu tarz projelere ilişkin önerilerde bulunmanızın anlamı da olmaz. Söz ve karar sahibi olmak ise pratikte bir devletinizin olmasına bağlıdır ki bu da iki şekilde mümkündür.
a) Federal bir devletin eşit haklara sahip bir üyesi iseniz “ortak” bir devletiniz var demektir. Bu durumda da, en az öteki unsur ya da unsurlar kadar devleti yönetme hakkına sahip olduğunuz için, politik gelişmelerde rol sahibi olmanız mümkün.
b) Kendinize ait ayrı bir devletiniz varsa yine koşullarınızın elverdiği ölçüde aynı rolü üstlenebilirsiniz.
Yeni Anayasa Sürecinde Kürt Halkını Bekleyen Kimi Sorunlar
1. Türkiye’de yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla ilgili çalışmalar devam ederken, Kürt halkı bakımından yanıt bekleyen temel soru, yeni anayasanın, onun temel haklarını kapsayacak bir içeriğe sahip olup olamayacağıdır.
Sanıyorum, bu tür soruya hiç tereddüt etmeden “Hayır!” yanıtını vermek yanlış olmaz. Günümüz Türkiye’sinde ne iktidarın ne de devletçi muhalefetin, böyle bir anayasayı düşünmek dahi istemedikleri çok açıktır. Zaten Başbakan seçimden önce “Kürt sorunu yok” der, “Tek millet, tek devlet, tek bayrak” sloganını yüksek sesle haykırırken, aslında yeni Anayasanın çerçevesini açıklamış oluyordu.
Ne var ki gerçek durum böyle olmasına rağmen, Kürt tarafının nasıl olsa bir şey çıkmayacak diye konuya ilgisiz kalması da düşünülemez doğal olarak. Kürt yurtsever güçleri, ülke içerisinde ve dışında, her olanaktan yararlanarak kendi anayasa alternatiflerini kamuoyuna sunmalı ve etkin bir şekilde tartışmalılar. Bu yöndeki istem ve önerilerimizi, ayrıca İngilizce başta olmak üzere belli başlı Batı dillerine de çevirerek dünyanın gündemine yerleştirmeye çabalamak, ana faaliyetlerimizden birini teşkil etmeli.
2. Silahlı çatışma ortamında sağlıklı bir anayasa çalışması yapmanın olanaklı olmadığını söylemeye gerek yok sanıyorum. Kuşkusuz, şu an yaşamakta olduğumuz kanlı tablonun asıl sorumlusu devlettir. AKP yönetimi ve bizzat Başbakan ise senaryonun baş aktörlerdir. Ayrıca, AKP yönetimi, seçimlerde elde ettiği başarıdan dolayı kendisini güçlü hissediyor. “Arap Baharı” diye adlandırılan değişimlerin yaşandığı bu günlerde, Batı dünyası İran’ın daha etkin bir güç haline gelmesini önlemek için, Türkiye’deki “ılımlı İslam”a büyük değer veriyor ve onu alternatif olarak öne çıkartıyor. Osmanlı padişahı olma hayline fazlası ile kapılmış gözüken Erdoğan’ın çıkışları, aslında kendisine verilmiş bir görevin yerine getirilmesi çabasıdır. Bu arada, Batı dünyasında ibre kendilerinden yana iken Kürtlerin defterini dürmek de eskiden olduğu gibi yine Türk devlet yönetiminin ana hedeflerinden birini teşkil etmektedir. Hem de bu sadece kendi sömürgeleri olan Kürdistan’ın kuzeyi ile sınırlı değil. AKP’nin, en az son bir yıldır muhtemel bir rejim değişikliğinden sonra, Suriye devlet sınırları içerisinde yaşamakta olan Kürtlerin her hangi bir hakka sahip olmamalarını sağlayabilmek için nasıl çırpındığı ortadadır.
3. Tabii ki devletin bu politikası, Kürt tarafına yanlış yapma hakkını vermez. Yeri gelmişken bir noktayı vurgulanmaktan kaçınmamak gerekir; devletin en güçlü olduğu alan askeri, en zayıf olduğu alan ise sivil ve demokratik olanıdır. Anayasa tartışmaları sürecinde silahın öne çıkmasından, Kürt düşmanı çevrelerin çokça sevindirdiğini söylemek bir kehanet olmasa gerek. Hatta, seçimlerden sonra silahlı eylemlerin tırmanışa geçerek sivil alanı adeta boğmasında, devlet kaynaklı provokasyonların rolü, sorgulanması gereken konulardan biridir.
Hâlihazır sürmekte olan kanlı ortam, ister istemez Kürtleri, anayasa tartışmaları dışına itiyor. Hatta hangi yönden bakılırsa bakılsın gidişat, Kürt halkının önümüzdeki dönemde çok güçlü yeni bir faşizm dalgası ile yüz yüze geleceğini gösteriyor.
Bu yüzden de, silahlı Kürt örgütünün bir an önce yeni bir ateşkes ilan etmesinde büyük yarar olduğu inancındayım. Bu, sivil güçlerin öne çıkmaları ve daha rahat mücadele vermeleri için koşulları olgunlaştırır. İçeride ve dışarıda dikkatler, şiddet eylemleri yerine, anayasada yer almasını istediğimiz temel hak ve özgürlüklerle ilgili istemlerimize çevrilmiş olur. Bu çerçevede bağımsız milletvekillerin, Başbakan’ın lümpenlik örneği kışkırtıcı sözlerine aldırmaksızın bir an önce parlamentoya giderek mücadeleyi orada da sürdürmeleri de büyük önem taşımaktadır.
Öte yandan, harcanan tüm çabalara rağmen, bir kere daha Kürtsüz bir anayasa kabul edildiği takdirde atacağımız adım ne olmalı? Önümüzdeki dönemde, siyasal gündemimizi en çok meşgul edecek sorulardan birinin bu olacağı açıktır? Hiç kuşkusuz, böyle bir durumda yapılacak ilk iş, o anayasayı tanımadığımızı bütün dünyaya ilan etmek ve yüzümüzü kendimize ait bir devlete sahip olmaya çevirmek olmalı. Bu, ahlaki ve politik olarak yüzde yüz meşru bir adımdır. Hiç bir halk, kendi varlığına ve temel insani haklarına saygı göstermeyen bir devletin pençesi altında yaşamaya mecbur edilemez. Kimsenin bizden böyle bir şeyi istemeye hakkı yok. Yapılacak en doğru iş, ülke içerisinde ve dışında çok sıkı bir şekilde kenetlenmek, sömürgeci uygulamaları adım adım günlük yaşamın dışına itmek, özgürlük mücadelemizin nihai zaferi için bayrağı daha da yükseklere çıkarmaktır. Aslında şimdi de olması gereken ama henüz ortak bir slogan haline getirmeyi başaramadığımız, “kaderini tayin hakkı”, tüm yurtsever kesimlerin üzerinde uzlaşabilecekleri bir slogandır. Bu, ana ortak paydamızdır.
_________
(*) Diyarbekir’de 17-18 Eylül 2011 tarihlerinde düzenlenen “Türkiye’de Kürdistan Konferansı”na Munzur Çem tarafından sunulan konuşma metni.
(1) 04. Ekim 1932, Dolma Bahçe Sarayı