zazaki.net
30 Oktobre 2024 Çarşeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
27 Oktobre 2009 Sêşeme 21:56

“Ben Kürt Milliyetçisi Değilim!”

[Makale]
İsmail Beşikçi

Son iki üç ay içinde, Kürtlerle ilgili konuşmalar, tartışmalar yoğunluk kazandı. Tartışmalar, hem yoğunluk kazandı hem derinleşiyor. Kürt açılımı, demokratik açılım, milli birlik projesi, huzur ve güvenlik projesi… Bu konuşmaların, tartışmaların devam edip gitmesi başlı başına bir açılımdır zaten…

 

Televizyonlarda cereyan eden tartışmalarda, basın mensupları, asker kökenli ve çeşitli sivil toplum örgütlerinde çalışan tartışmacılar yanında bazen bir iki Kürt de görülüyor. Konuşmaların, tartışmaların bir yerinde milliyetçilik gündeme geliyor. Panele katılan Türkler, “Milliyetçiliğe karşıyım, milliyetçiliğin iyisi olmaz. Her türlü milliyetçilik kötüdür” şeklinde bir görüş ortaya atıyor. Panele katılan Kürtler de, genel olarak, “ben Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim, milliyetçiliğe karşıyım” diyor. “Bölücü” olmadığını vurgulamaya çalışıyor.

 

Bu düşüncenin, bu tutumun biraz irdelenmesi gerektiği kanısındayım. Türk milliyetçiliğine karşı olmak anlaşılır bir durumdur. Çünkü Türk milliyetçiliği çoğu zaman ırkçılığı içermektedir. Örneğin, Kemalist ideolojiyi içselleştirenler Kürtlere hiçbir hak-hukuk tanımak taraflısı değildirler. Kemalistler, Kürtlere, Türk olmaktan, Türklüğü benimsemekten başka bir hak tanımayı düşünmemektedirler. Bu ideolojiye sahip olanlar, Kürleri, dilleriyle, kültürleriyle, tarihleriyle ortadan kaldırabilmek için, Kürtlere, köle muamelesini sürdürebilmesi için, her yolun mubah olduğunu düşünmektedirler. Bu milliyetçiliğin ana politikası asimilasyondur. Asimilasyon için de, devletin, okul, din, basın gibi ideolojik baskı araçları, karakol, mahkeme, hapishane gibi zorlayıcı baskı araçları, etkin bir şekilde kullanılıyor. Asimile olmamakta direnenlere karşı yerinden etme, etnik temizlik de, yaygın ve yoğun olarak gündeme getiriliyor, kullanılıyor. Bütün bunların yetmediği zaman, fiili imha da var. Böyle bir milliyetçiliğe, ırkçılığa, elbette karşı durmak, böyle bir anlayışla mücadele etmek gerekir. Kürt milliyetçiliği derken, kastedilen, düşünülen nedir acaba? Acaba, Türkleri, Arapları, Farsları asimile etmek isteyen, bunun için planlar, projeler geliştirmiş, gerekli mekanizmalarını, ideolojik baskı araçlarını zorlayıcı baskı araçlarını kurmuş bir Kürt yapısı mı var?

 

“Ben Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim” diyen kişi, nasıl düşünüyor, nasıl hissediyor? Bu kişi kafasında milliyetçi bir Kürt tahayyül ediyor. Bu kişinin, diyelim A kişinin tahayyül ettiği Kürt, diyelim B kişi, neler düşünüyor, nasıl bir tutum sergiliyor da, A kişi ona milliyetçi diyor, kendisinin, onun yani B kişinin düşüncelerine ve tutumlarına karşı olduğunu söylüyor. Bu konuyu irdelemek için Kürt toplumunun ve Kürdistan’ın koşullarına bakmak gerekir.

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya, Fransa ve onların Ortadoğu’da işbirliği yaptığı Arap, Fars ve Türk yönetimleri tarafından, bölünmüş, parçalanmış be paylaşılmış bir coğrafya, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış bir halk. Ortadoğu’da, 40 milyonu aşkın nüfusu olan, ama, küçücük bir siyasal statüsü olamayan bir halk. Birleşmiş Miletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, İslam Konferansı, NATO gibi, uluslar arası örgütlerde, hak, hukuk, özgürlük denildiği zaman hiç adı geçmeyen, “terör”, “uluslar arası terör”, “mafya” denildiği zaman adı ilk planda anılan bir halk…

 

Türkiye’de, 20 milyondan fazla bir nüfus, temel hakları, insan olduğu için sahip olduğu hakları, Kürt toplumu olmaktan doğan hakları gasbedilmiş bir halk. Anadili adı yasaklanmış, doğduğu, büyüdüğü yörelerin isimleri değiştirilmiş, Kürtçe olanlar yasaklanmış bir halk… Dili kültürü inkar edilen, çocuğuna Kürtçe isimler veremeyen, Q,W, X, Ê harfleriyle hala sorunları olan bir halk… Anadili Kürtçeyle eğitim alamayan bir halk… Asimilasyon politikaları ve bu politikalar çerçevesinde yerinden edilen, etnik temizliğe tabi tutulan bir halk… Köylerin yakılmasını, yıkılmasını, temel geçim kaynaklarının tahribini, milyonlarca insanın yerini yurdunu terke zorlanmasını… bu politikalar çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

 

Kürtlere yapılan bu baskılar elbette ırkçı baskılardır. Asimilasyon politikalar, ırkçı politikalardır. Kürt milliyetçilinin gelişiminde bu baskı politikalarının, uygulamaların çok büyük rolü vardır. Baskı, inkar, imha, asimilasyon politikaları pek çok Kürt’ün milli bilince ulaşmasını sağlamıştır. Bu durum karşısında bütün Kürtlerin, düşüncesi, tutumu, eylemi, kanımca birbirine benzerdir. Gasbedilmiş Kürt haklarını, Kürtlerin doğal haklarını kazanmak için mücadele etmek. Bu da milliyetçiliktir, milli bilince ulaşmış bütün Kürtlerde görülen bir durumdur. Kaldı ki Kürt sorunu, bundan önce insani bir sorundur, bir vicdan sorunudur. Kürtlerde, “Ne mutlu Kürdüm diyene”, “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyene rastlanmaz. Kürtlerde, “Türkleri asimile edelim, Türk dilini, Türk kültürünü ortadan kaldıralım” diyene rastlanmaz. Kürtlerde, “Kürt, öğün, çalı, güven” diyen birine, “Yüksel Kürt, yüksekliğin senin için hududu yoktur” diyen birine rastlanmaz. Kürtlerde, “Türkleri etnik temizliğe tabi tutalım, Türkleri yerlerinden yurtlarından sürelim” diyene rastlanmaz. Kürtlerde, “Kürtler üstün bir ırktır, başka halkları bu arada Türkleri de yönetme hakkına sahiptir” diyene rastlanmaz.

 

Bütün bunların ötesinde, Kürtlerin, Kürt aydınlarının baskı, zulüm altındaki halkı, Kürtçeyi

baskıdan kurtarmaya çalışmasının, bunun için çaba sarfetmesinin kimseye, Türklere, Araplara, Farslara bir zararı yok ki… Halbuki, Türklerin, Arapların, Farsların, Kürtleri, Kürtçeyi yok etmek, asimile etmek için uyguladıkları politikaların, Kürtlere de aynı zaman bu halklara da çok büyük zararı var. Mehmet Bayrak, Şark Islahat Planı’nın Kürtlere vurulmuş bir kelepçe olduğunu vurguluyor. Bu şüphesiz öyledir. Ama bu kelepçe sadece Kürtlere vurulmuyor, aynı zamanda, Türklere, Türkiye’ye de vurulmuş bir kelepçe oluyor…

 

Türkiye’nin, inkarcı, imhacı, ırkçı ve asimilasyoncu politikalarının Kürtlerde milli bilincin uyanmasında büyük rol oynadığını ifade etmiştik. Bu durum karşısında, “Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim” diyen A kişi de, Kürt milliyetçisi olarak tasavvur edilen B kişi de, aşağı yukarı benzer talepleri dile getirir. Bu taleplerin dile getirilmesi de çok doğaldır. Bu da milliyetçiliktir. Kürtlerde yaşanması gereken de budur. Kaldı ki bunlar milliyetçilikten önce insani bir durumdur, vicdani bir durumdur. O zaman, “Ben Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim” sözü ne anlama geliyor? Bu klişe bir sözdür. Bilgi yüklü bir düşünceyi ifade etmek için kullanılan bir söz değildir. Tutum sergilemek için kullanılan bir sözdür, slogandır. Bunu söyleyen kişi, devletten ve Türk aydınlarından onay almak isteyen, bu onaya ihtiyaç duyan bir kişidir. Devletten ve Türk aydınlarından onay almak ihtiyacını duyması çoğu Kürt aydınlarının önemli bir özelliğidir.

 

Devletten gelebilecek bir baskıdan, kuşku duymak, korkmak gerekir. Çünkü resmi görüşe aykırı görüşler, resmi görüşe eleştiriler sürdüğünüz zaman, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu kuşku, bu korku, anlaşılabilir bir durumdur. Ama Kürt aydınlarının çoğu, Türk aydınlarından da korkuyor. Hatta Türk aydınlarından, devletten korktuğundan daha çok korkuyor. Bu, normal bir durum değildir. Kürt aydınları, Türk aydınları tarafından, milliyetçilik yapmakla suçlanmaktan korkuyor. Aslında milliyetçi olan, hatta ırkçı tavırlar sergileyen Türk aydınlarıdır, Türk aydınlarının önemli bir kısmıdır. Çünkü, inkarcı, imhacı, asimilasyoncu düşünce ve eylemle, Kemalizmle bağını koparamamıştır. “Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim” diyen Kürt aynını, Türk aydınının kötü bir kopyası gibidir.

 

Türk aydını kimdir? Bütün ezber bozma girişimlerine rağmen, Türk aydını resmi ideolojiye bağlı bir aydındır. “Milliyetçiliğin iyisi yoktur, her türlü milliyetçilik kütüdür” anlayışı Türk aydınlarının çoğunda sürmektedir. “Türk olmaktan, Türkleşmekten başka şansınız yok” deyerek, baskıyı zulmü sistematik bir hale getirenlerle, bu baskıya, zulme karşı durup kendi değerleriyle buluşmaya çalışanların, aynı kefeye konulması, Tük aydınlarının çoğunun ortak düşüncesi, tutumudur.

 

28 Ekim 1990. İnsan Hakları Derneği’nin Üçüncü Büyük Kongresi Ankara’da toplanıyor. Toplantıda, söz sırası kendine geldiği zaman, İHD’nin, Diyarbakır Şubesi kurucu üyelerinden Vedat Aydın kürsüde, konuşmasını Kürtçe yapıyor. Vedat Aydın Kürtçe konuşmaya başlar başlamaz salonda homurdanmalar yükseliyor. Delegelerin, izleyicilerin bir kısmı Vedat Aydın’ın bu tutumunu protesto etmek için salonu terk ediyor. Vedat Aydın Kürtçe konuşmasını sürdürüyor. Divan başkanlığı, Vedat Aydın’ı uyarıyor. “Konuşmanızı kimse anlamıyor, Türkçe konuşunuz.” Vedat Aydın, Kürtçe konuşmaya devam ediyor. O sırada Avukat Ahmet Zeki Okçuoğlu kürsüye fırlayıp Vedat Aydın’ın konuşmasını Türkçe’ye çevirmeye başlıyor. Konuşma böyle sürüyor. Vedat Aydın’ı ve Ahmet Zeki Okçuoğlu’nu protesto etmek için başkanlık divanı salonu terk ediyor. O arada salonun yarısı zaten boşalmıştır. Vedat Aydın konuşmasını bu koşullar içinde tamamlıyor, kürsüden iniyor. Salonda olanlar, Vedat Aydın’ı ve Ahmet Zeki Okçuoğlu’nu ayağa kalkarak coşkulu bir şekilde alkışlıyor. Bunlar herhalde çoğunlukla Kürtlerdir, Kürt aydınlarıdır.

 

İçeride yaşanan bu olaylar üzerine, salonun etrafı polis tarafından sarılıyor, Vedat Aydın ve Ahmet Zeki Okçuoğlu gözaltına alınıp emniyete götürülüyor. Emniyetteki sorgudan sonra, savcılık, mahkeme… Mahkemede her ikisi de tutuklanıp cezaevine konuluyor. Bu olaydan sekiz ay sekiz gün sonra, 5 Temmuz 1991’de, Vedat Aydın, açık-seçik bilinen failler tarafından gece vakti evinden alınıyor, iki gün sonra bir köprü altında işkence edilmiş cesedi bulunuyor.

 

İnsan Hakları Derneği’nin Kongresi. Kürtler, İnsan Hakları Derneği Kongresinde kendi anadillerinde, konuşamayacaklar da nerede konuşacaklar? Türk aydınlar, Kürtlerin, Vedat Aydın’ın bu tutumuna neden bu kadar sert tepki gösteriyor, bu tutumu protesto ediyor? Başkanlık divanında kimler var? Başkanlık divanında, 1971 de, idama mahkum edilen gençlerin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının avukatlığını yapmış avukatlar, “herkesin avukatı” denen avukatlar var. Bu avukatlar, neden, Kürtlerin kendi anadillerinde konuşmasına tahammül edemiyor? Türk aydınlarının bu protestosu olmasaydı, polis Kürt aydınlarını, kendi anadillerinde konuşuyorlar diye bu kadar kolay ve rahat bir şekilde gözaltına alıp tutuklatabilir, cezaevine gönderebilir miydi?(*)

 

Bu olay ne zaman oluyor? 28 Ekim 990. Bulgaristan’da, orada yaşayan Türklerin isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirilmeye çalışıldığı dönemden (1985-1988) iki yıl sonra. O zaman devlet, hükümet, üniversite, yargı, basın, aydınlar… Bulgaristan Devletini, hükümetini nasıl eleştiriyordu? İsim değiştirme operasyonuna giren devlet, hükümet, emperyalisttir, çağdışıdır, sömürgecidir, faşisttir vs. Anadil, Türkçe isimler, kutsaldır, bu baskılara, zulme rağmen kararlı bir şekilde savunulacaktır…

 

Tük aydınlarının, Bulgaristan Türklerine ve Kürtlere karşı sergilediği tutumlardaki uzlaşmaz farkı, çelişkiyi görmek gerekir. Burada bir çifte standardın olduğu açık bir şekilde ortada durmaktadır. Çifte standartla hiçbir yere varamazsınız. Çifte standartla ne devrimcilik, ne demokrasi, ne liberalizm olur. Çifte standartla sadece diktatörlük olur. Çifte standart düşünceyi çürüten bir süreçtir. Bu tutumunuzu, istediğiniz kadar devrimci terminolojiyle, Marksizm’in kavramlarıyla süsleyin… Burada vicdanlara hitabeden bir olay vardır. Siz bu çifte standardınızla vicdanınızı karartıp, baskının, zulmün yanında yer alıyorsunuz, demektir.

 

1960’ların sonlarından beri, yani, “Türkiye’de Kürtler vardır, Kürtçe vardır…” söyleminin günlük basında kullanılır olmasından beri, bu tutum, bir kısım Türk aydını tarafından “ırkçılık” olarak algılanmıştır. Bu tür saptamalar, ırkçılık olarak algılanınca, Kürtlere, Kürtçeye yapılan baskının, zulmün kavranması, bilince çıkarılması mümkün olmaz. Hem devletin Kürtlere, Kürtçeye yaptığı baskıyı, zulmü görmezlikten gelirsiniz, hem de devletinizin bu ırkçı düşünce ve eylemlerini görmezlikten gelirsiniz. Bu söylemi, saptamaları “ırkçılık” olarak değerlendirmek elbette mümkün değildir. Ama burada amaç daha çok, Kürtleri aşağılamaktır. Kürt aydınlarının, Türk aydınlarının bu tutumlarını eleştirecekleri yerde, “Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim” gibi şeyler söyleyip devletten, aydınlardan onay almaya çalışmaları kabul edilebilir bir süreç değildir. 1990’lardan 2009… Aradan 19 yıl geçmiş. Bu sürede elbette çok büyük değişiklikler oldu. Kürtleri, Kürtçe’yi layıkıyla kavrayan, buna göre tutum sergileyen üniversite hocası, basın yayın elemanı, sivil toplum çalışanı oldu. Ama ana akım etkili bir şekilde ortada durmaktadır.

 

Türkiye gibi bir ülkede aydın kimdir? Türkiye’de resmi ideoloji, düşün hayatını, bilimi, sanatı belirleyen, yönlendiren temel bir kurumdur. Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin, Türk siyasal rejiminin temel bir kurumudur. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığının, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu vurgulamak gerekir. Resmi ideolojinin, siyasal sistem üzerinde, siyasal rejim üzerinde, düşün hayatı, bilim ve sanat üzerinde böylesine etkin olduğu, belirleyici ve yönlendirici olduğu bir yapıda aydın kimdir, aydının işlevi nedir? Böyle bir yapıda aydın, resmi ideolojiyi eleştirebilen bir kişidir. Bu eleştiri sürecinde, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşı karşıya kalıyorsa, bunu doğru-dürüst göğüsleyebilen bir kişidir.

 

Bugün resmi ideolojiye içeriğini veren esas konunun Kürtler ve Kürt sorunu, Kürdistan sorunu olduğu açıktır. 25-30 yıl öncesine kadar, resmi ideolojinin, komünizme karşı, dinsel akımlara, şeriatçılığa karşı da tavrı vardı. Bugün devlet, her iki akımı da tehdit olarak algılamıyor. Devlet, her iki akımı da Kürt hareketini frenleyebilmek, engelleyebilmek için kullanabilmektedir.

 

“Milliyetçiliğin iyisi yoktur, her türlü milliyetçilik kötüdür, her türlü milliyetçiliğe karşıyız” “etnik milliyetçiliğe karşıyız” “Her etnik gruba bir devlet gerekmez” sözleri, Kürtler için, Kürtleri Kürt hareketini durdurmak için icat edilmiş sözlerdir.

 

Filistinliler, 1960’lardan beri, İsrail egemenliğinden kurtulup bağımsız bir Filistin devleti kurmaya çalışıyorlar. Kimse onlara, “milliyetçilik kötüdür, İsrail’den ayrılmayın, Musevilerle birlikte kardeş kardeş yaşayın!” demiyor. Dememesi gerekir. İsrail egemenliğinden kurtulmak, ayrı bir Filistin Arap Devletine sahip olmak, Filistinlilerin doğal haklarıdır. Düşünülen, Yahudi-Arap kardeşliği ancak bu koşullarda kurulabilir.

 

Kıprıs’ta, Rumların ve Türklerin kardeşliği, ancak, Kuzey Kıprıs Türk Devleti’nin, Rumlar tarafından ve uluslar arası kurumlar tarafından tanınmasıyla mümkün olur. Siyasal eşitlik olmadan kardeşlik olmaz.

 

Kürt sorunun gündeme geldiği zaman Türk aydınları genel olarak bunun emperyalist bir proje olduğunu dile getiriyorlar. Ama Türk aydınları, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürt coğrafyasının, Kürdistan’ın, ve Kürt halkının niçin ve nasıl bölündüğünü, parçalandığını ve paylaşıldığını hiç gündeme getirmiyorlar. Halbuki, en kapsamlı, en kalıcı emperyal politika, böl-yönet-yoket politikası, Ortadoğu’nun ortasında, Kürdistan’da uygulanan bu politikadır. Emperyalizmden şikayet eden Türk aydınlarının bu politikaya, bu uygulamalara hiç dikkat çekmemesi dikkate değer bir konudur.

 

Kürt hareketi yükseldikçe, Türk devleti, Türk aydınları, “Her etnik gruba bir devlet gerekmez” şeklinde bir görüş de icat ettiler. Kimlere gerekir, bunlara kim karar verir konularına girmediler, ama Kürtlere gerekmediğini, devletin Kürtler için hiç yararlı olmayacağını ısrarla dile getirdiler. “Dünyada on bine yakın etnik grup var. On bin devlet mi olmalı?” diyorlar. Ama, Türk aydınlarının büyük bir kısmı, bugün dünyada nüfusu bir milyonun altında olan 40 civarında devlet varken, Ortadoğu’da nüfusu 40 milyondan fazla olan Kürtlerin hiçbir siyasal statüye sahip olmaması konusunda hiçbir şey söylemiyorlar. Böyle bir konu yokmuş gibi bir tutum sergiliyorlar.

 

1970’lerde, 1980’lerde, gazetelerde zaman zaman şöyle haberler görülürdü. “ABD’de falanca şehirde bir Kürt Enstitüsü kuruluyor.” Bu tür haberler üzerine, “İşte emperyal proje budur. Bu haber de bu projenin, bu isteğin kanıtıdır…” denirdi. Halbuki, temel sorun, Kürt Enstitüsü’nün neden Diyarbakır’da veya İstanbul’da kurulamadığıdır. Sorunun bu boyutuna, örneğin Kürtçe yasaklarına ise, aydınlar hiç dikkat çekmiyorlardı.

 

Bu durumlar karşısında, Kürt aydınlarının, “Milliyetçilik kötüdür, her türlü milliyetçiliğe karşıyız”, “Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim”, “Bölücü değilim, enternasyonalistim”, “Kürtler zaten devlet istemiyor, devlet olmak zaten başta Kürtler için iyi değildir…” şeklindeki düşünceleri tekrarlamaları onay almanın yani devletten ve Türk aydınları tarafından onaylanma ihtiyacının da ötesine varmaktadır. Bütün bunlar kendi doğal haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan hakları yok saymak anlamına da gelmektedir.

 

“Ben bölücü değilim, ayrılıkçı değilim”, “Kürtler zaten devlet istemiyor” gibi sözler tarih bilincinden yoksun sözlerdir. Çünkü bölünen, parçalanan, paylaşılan zaten sensin. Bu tür sözler, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın bilincine varılmadığını gösterir. Böyle bir bilince ulaşamama, Kürtleri, kendilerine has özelliği olan bir halk yapıyor. Dünyada, 40 milyon olup da küçücük bir siyasal statüye sahip olmayan başka bir halk var mı? Dünyada 40 milyon olup da böylesine bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış başka bir halk var mı? Dünyada ana hasımlarını “kardeş” olarak belleyen, ama kendi öz kardeşlerini “ilkel milliyetçi” diye aşağılayan, onları hiçe sayan başka bir halk var mı? Dünyada, baskıdan, zulümden ve asimilasyon politikalarından dolayı, kendi ana dilinde iki-üç satır konuşamayan, ama “ben milliyetçi değilim” diyen başka bir halk var mı?

 

27.10.2009

______________

(*)İskilipli Atıf Hoca, 1926 yılı başlarında, batılılaşmayı eleştirdiği için ve şapka giymediği için Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum ediliyor. Mahkemenin bu kararından sonra, İstihbarat ( MAH/Milli Amale Hizmet) tan bir heyet tebdil-i kıyafetle, örneğin bir gazeteci gibi, İskilip’e gidiyor. Çarşı-Pazar dolaşıyor, camilerde şadırvanlarda, dükkanlarda, halkla, Atıf Hoca’nın köylüleriyle (Toyhane Köyü) sohbet ediyor. “Atıf Hoca’yı tanır mısınız?”, “Atıf Hoca ile akrabalığınız, yakınlığınız var mı?”, Atıf Hoca ne yapmıştır?” “Atıf Hoca’nın kitabının okudunuz mu?” “Atıf Hoca’nın köyünü biliyor musunuz?” şeklinde sorular soruyor. İskilpliler, genel olarak, Atıf Hoca’yı tanımam, kimdir, bilmem, ne yapmıştır, bilmem. Köyünü falan bilmem… şeklinde cevaplar veriyor. Atıf Hoca’nın kolayca idamında herhalde bu dıştalama da rol oynuyor.

Atıf Hoca, 1910’larda, İstanbul’da, Darülfünun İlahiyat Fakültesinde müderris (profesör)ti. İdam edildiğinde 50 yaşındaydı.
Na xebere 4149 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.