BEŞİKÇİ’NİN DERSİM TOPLANTISI VE ÇIKMAZ SOKAKTA KUYRUKLARI İLE OYNAYANLAR!
Giriş
21-31 Temmuz tarihleri arasında Dersim’deydim. Oraya yaptığımız bu ziyaret ise özünde bir çalışma gezisiydi. TV-10’daki “Hardo Dewrês” programının yapımcısı Süleyman Ateş’in önerisi üzerine, Dersim’in ünlü Sey Sabun Ocağı evlatlarından Pir Hasan Kılavuz, Pilvank Ocağından Bava Rıza Katurman (Pîro) ile birlikte hem Dersim’i doyasıya gezdik hem de tanıtım amacı ile yapılan çekime, elimizden geldiğince katkı sunmaya çalıştık.
Aynı zamanda her yıl düzenlenmekte olan Munzur Doğa ve Kültür Festivali günlerine de rastlayan bu gezi ile ilgili gözlemlerimi önümüzdeki günlerde okuyucuya iletmeye çalışacağım. Aslında değerli bilim adamı İsmail Beşikçi’nin 27 Temmuz tarihinde konuşmacı olarak katıldığı toplantı ile ilgili kısa bir değerlendirmeyi de bu çerçevede yapmayı düşünüyordum. Ne var ki sonraki günlerde “Dersim News” ve “Kızılbaş” adındaki sitelerde Daimi Cengiz tarafından kaleme alınmış bir yazıyı görünce bu görüşümü değiştirdim. Değiştirdim; çünkü Cengiz bu yazıda, muhtemelen bahsini ettiğimiz Dersim’deki toplantıda arkadaşları ile içerisine düştükleri zor durumun verdiği eziklikle alabildiğine keyfi ve çarpıtmalarla dolu bir değerlendirme yapıyor. Bu satırlarda, olanaklar ölçüsünde ve fazla detaya girmemeye de özen göstererek onun kimi iddialarını irdelemeye çalışacağım.
Kırmancca (Zazaca) Kürtçe İlişkisi Üzerine
Toplantıda, Beşikçi’ye yöneltilen sorulardan biri, Kırmancca (Zazaca)’nın Kürtçenin bir lehçesi mi yoksa ayrı bir dil mi olduğu şeklindeydi. Beşikçi ise yanıt olarak:
“Ben Zazacayı bilmiyorum. Bu konuda kendi araştırmalarım yok. Ama konu ile ilgili çalışmalar yapan Malmîsanij, Munzur Çem, Roşan Lezgin gibi arkadaşların konu ile ilgili yazılarını dikkatle okuyorum. Bu arkadaşlara güveniyorum, onların söylediklerinin doğru olduğuna inancım var. Zazaca Kürtçenin bir lehçesidir” dedi.
Bu yanıt, Beşikçi’nin öteki birçok görüşü gibi Daimi Cengiz ve arkadaşları için çok rahatsız ediciydi. Nitekim içlerinden bazıları bu rahatsızlığı, her türden terbiye kuralını ayaklar altına alan bir üslup ile dile getirmekten bile geri kalmadılar.
D. Cengiz’in, Bahsi geçen yazısında aynı konuya ilişkin söyledikleri şöyle:
“Kürt çevrelerde ‘Bilimin namusu’ olarak onurlandırılan Beşikçi, dilbilimci olmayan, sadece sahada folklorik çalışma yapan bu kişilerin Zazaca konusundaki düşüncelerine itibar edeceğine, dünyaca ünlü dilbilimci David Neil MacKenzie, Karl Hadank, Oskar Mann, Jost Gippert, Paris Kürt Enstitüsü başkanı Joyce Blau’nun düşüncelerini muteber göremez miydi?“
İşte size bir „aydın tavrı!“ Cengiz adeta Beşikçi’yi „Neden benim gönlümden geçenleri değil de, kendi düşüncelerini söyledin“ diye eleştiriyor, bu yüzden onu bilimsel kriterlere uymamakla suçluyor.
Madem lafı kendisi açmış, söylediklerini biraz irdeleyelim:
1. D.. Cengiz’in dilbilimci diye adlarını saydığı bu kişilerin kat kat fazlası Kürdolog ve dilbilimci, Cengiz’in düşündüklerinin tersi görüşler savunuyor, Kırmanccayı (Zazacayı) Kürt dilinin bir lehçesi olarak kabul ediyorlar. Eğer Beşikçi, Cengiz’in hoşuna giden şeyler söylemiş olsaydı, pek ala bazıları da çıkar, onun yaptığı gibi üç-beş yabancının adını peş peşe sıralar ve Beşikçi’yi aynı sözlerle ama bu kez de tersinden eleştirebilirlerdi.
2. Daimi Cengiz gayet iyi biliyor ki dil-lehçe ayırımında genel geçerliliği olan bilimsel bir kriter yok. Bu konuya eğilenler, farklı kriterlerle hareket ediyor, pekala aynı konuda farklı sonuçlara varabiliyorlar.
3. Cengiz’in “dünyaca ünlü bilim adamı” olarak lanse ettiği kişilerden bazılarının Kırmancca ve Kurmancca ile ilgili araştırmaları hiç de söylendiği tarzda bir değerlendirmeyi hak etmiyor. MacKenzi’e göre, zaten Kürt Dili diye bir dil yok. Ona göre Kürtçe Orta Farsçanın bir lehçesidir. Hewramancayı ise Kürtçenin dışında kabul eden yazar, onu da eski Farsçanın bir lehçesi olarak kabul ediyor. Yani bu konuda, resmi Türk tezinin Kürtçe ilgili söylemine yakın şeyler söylüyor.
Oscar Mann’ın Kirmancca (Zazaca) bilgisi, Elazığ’da kısa bir süre konuştuğu bir kişiden aldığı örnek tekstlerden ibarettir. O, Kırmanccayı (Zazacayı), Kürtçeden ayrı bir dil olarak kabul ettiği Gorancanın bir lehçesi olarak kabul eder. Hadank’ın yaptığı ise, Mann’nın çalışmasını gözden geçirip kimi ekleme ve dipnotlarla yeniden yayınlamaktan ibarettir. Bir ara karşılaştığım J. Blau’ya “Kırmanccayı (Zazacayı) bilip bilmediğini sorduğumda, “bilmiyorum” demişti. Elbet bütün bunları, bu kişilerin çabalarını küçümsemek için yazmıyorum ama okuyucunun “uluslarası üne sahip bilim adamları” diye lanse edilen bu kişilerin çalışmalarını biraz daha yakından tanımasında da yarar var.
Beri taraftan, kendisin uygun düşen görüşlere sahip olanları “dünyaca ünlü bilim adamları” ilan etmek, tersi görüşe sahip olan araştırmacı ve bilim adamlarını ise görmezlikten gelmek, Cengizvari bir bilim adamı tasnifi olsa gerek.
4. Beşikçi’nin bahsettiği bizlere gelince; elbet bizim isimlerimizin önünde Dr., Prof. vb. unvanlar yok. Ülkemizi paylaşmış olan sömürgecilere ait politikaların bir sonucu olarak, Güney Kürdistan istisnası bir yana, şu ana kadar unvan dağıtan üniversite ve öteki bilimsel kurumlara sahip olabilmiş değiliz. Bu bakımdan, eğer her hangi bir alanda bilgi sahibi olmanın ölçüsü bu unvanların varlığı ise Cengiz’in söyledikleri doğrudur. Biz Kırmancki (Zazaki) konusunda bilgi sahibi değiliz ve onunla ilgili konuşma hakkımız da yok demektir. Bizim dilimizle ilgili olarak ancak yabancılar konuşup karar verebilirler. Tabi yabancıların da hepsi değil, sadece Cengiz gibi düşünenler yapabilirler bunu.
Ne var ki hayat hiç de bu alanda Cengiz gibilerine hak tanımıyor. Kırmancca (Zazaca), bizim anadilimizdir. Üstelik anamızdan öğrendiğimiz Kürtçenin bu koluna on yıllardır emek veriyoruz. Terminoloji, doğru yazım yani imla, gramer çalışması yapıyor, sözlükler hazırlıyor, kültür ve edebiyat-sanat dergileri ve gazeteler çıkartıyoruz. Son dönemde yaptıklarımıza ders kitaplarını hazırlamak da dahil oldu ki bazı arkadaşlarımız bu konuda yoğun çaba harcamaktalar. Kısacası dilimizi, bilim adamı olarak lanse edilen birçok kişiden onlarca kez daha iyi bildiğimizden kuşkumuz yok. Ayrıca Kürtçenin Kurmanci lehçesini de oldukça iyi biliyoruz. İçimizde bu dilin diğer lehçelerini, Farsça, Arapça ve değişik batı dillerini bilenler var. Kendimize güven konusunda ise her hangi bir sorunumuz yok. O halde dilimizle ilgili olarak neden biz kaynak olamıyoruz da sadece onu uzaktan tanıyabilen yabancılar oluyorlar? Öyle oluyor, çünkü Cengiz ve içerisinde bulunduğu çevre için bilimsel kriter, kendilerinin gönlünden geçenlerdir.
Ama bu noktada asıl yanıtı aranması gereken soru, kendi anadilleri ile ilgili kayda değer bir çalışması olmayan D. Cengiz gibilerinin ne adına ve hangi hakla bu ölçüde büyük laflar ettikleridir. Eğer birileri yerlerinde oturup susacaksa, bunu en başta yapması gerekenler o ve onun gibileri değil mi?
5. Öte yandan, Kırmanccanın Kürt dilinin bir lehçesi olduğunu ilk söyleyen bizler değiliz. Yani bu bize ait bir icat değil. Belgeler, onu konuşanların oldum olası kendilerini Kürt, konuştukları dili de Kürtçenin bir kolu saydıklarını ortaya koyuyor. Arşivler buna ilişkin bilgilerle doludur. Bazılarının hoşuna gitmeyecek ama 17. yy.’da yaşamış olan Evliya Çelebi de Kürt dilinin lehçelerini sayarken Zazacayı başa koyuyor. Ne dersiniz, yoksa Çelebi, Zazacaya düşman bir asimilasyoncu muydu?
6. 1980’lere kadar halkımızın Kırmanccayı (Zazacayı) konuşan kesimi içerisinde, Kırmancca (Zazaca)’nın Kürtçenin bir kolu ya da lehçesi olmadığını söyleyen, kendisini de Kürt saymayan bir tek kişiye rastlamıyoruz. Peki, ondan sonra ne değişti ki D. Cengiz’in de içerisinde yer aldığı bir grup, Kırmanccanın Kürtçe ile ilgisi bulunmadığını, ulusal olarak ta Kürt olmadığımızı keşfettiler? Tek değişiklik, 12 Eylül faşizminin ardından sol ve demokratik çevrelerde yaşanan kimlik krizi ile devletin ve kimi odakların “Zazaca Kürtçe, Zazalar ise Kürt Değiller“ tezini bir kampanya halinde yayamaya başlamasıdır.
1938 Soykırımı Hangi Nedenle Yapıldı?
Makale yazarı Cengiz, Beşikçi’nin 1938 soykırımının bir Kürt soykırımı olduğunu söylemesi ile ilgili olarak da şu satırları yazıyor:
“Beşikçi; ’1938 Dersim soykırımı bir Kürt kıyımıdır, bir Alevi kıyımı değildir...’ Bu açıklamasına karşı cevabımız şu oldu,“ diyor.
Aslında bahsedilen noktaya ilişkin görüş belirten Daimi Cengiz değil, Dersim Dernekler Federasyonu’nun eski başkanıydı. Ama Cengiz “cevabımız şu oldu”, diyerek kendisine ait olmayan sözlere sahiplik ediyor. Hem de bunu yazısının değişik yerlerinde defalarca tekrarlıyor. Anlaşılıyor ki o toplantıya grup olarak “hazırlıklı” gelmişler.
Zaman zaman hayli saygısız bir üslup ile söylenen gerçek dışı iddialara karşılık söz alanlardan biri de ben oldum. İlk yaptığım şey, 1938 öncesi yıllarda devleti yöneten üst düzey yöneticilerin hazırladıkları raporları hatırlatmak oldu. Bu raporlarda ısrarla öne çıkartılan Kürt kimliği ve Kürtlerin talepleri olduğu noktasının altını çizdim. Tartışmalar devam edince yeniden söz aldım ve belgeleri göz önüne sermeye devam ettim. Üstelik dile getirdiğim belgeler sadece devlet yöneticilerine ait olanlar değildi. Dersimlilerin istemlerini içeren belgelerle yabancı gözlemcilere ait olanlardan örnekler verdim, Alevi olmayan Kürtlerin uğradıkları katliamları hatırlattım. Özetle, “1938 soykırımını yapanların kendileri çok açık şekilde sorunu bir Kürt sorunu olarak gördüklerini dile getirmiş, Dersimliler de yine çok açık biçimde ulusal talepler ileri sürmüşken, birilerinin ısrarla bunu görmek istememesi gerçeği değiştirmez. Alevilik elbette devlet için bir sorundu ama 1938 soykırımının ana nedeni bu değil, Dersimlilerin Kürt kimlikleri ve buna ilişkin talepleriydi,“ diyerek sözlerimi bağladım.
D. Cengiz devamla “Ama M. Cem, devletin A. Reşit Tankut’a hazırlattığı ‘Dersim Zazadır, Zaza kökenlidir ve Zaza Kızılbaşıdır’ raporundan hiç söz etmemekle dürüst davranmadı...“ diyor.
O rapora değinmedim, bu doğrudur. Kısa konuşmada yapmaya çalıştığım şey, devleti yönetenlerin, Dersimi vurmak için hazırladıkları raporlardan örnekler sunmaktı yoksa Dersim üzerine hazırlanmış raporların bir listesini çıkarmak değil. Değindiğim raporlarda dile getirilenler, doğrudan doğruya 1938 jenosidinin gerekçesini oluşturan belgelerdi. Eğer böyle bir ölçüyü esas almamış olsaydı, konu ile ilgisi bakımından Tankut’un raporundan önce üzerinde durmam gereken çok daha önemli belgeler vardı. Kaldı ki zaten Tankut’a ait bahsi geçen sosyo-politik çalışma soykırıma gerekçe olarak gösterilen bir belge değil, geleceğe yönelik bir asimilasyon, bir böl ve yönet belgesidir. Cengiz’in sorusu üzerine ise mikrofonu alıp yanıt vermek istedim ama maalesef sıra gelmeden toplantı bitti.
Cengiz’in “... Oysa devlet yer yer Kürt ve yer yer de Zaza ve Kızılbaş kimliği altında Dersim’i raporluyordu. Beşikçi ve Cem sadece işine geleni alıyor ve Kürtlüğe entegre ediyor. Zazalık ve Kızılbaş vurgusundan özellikle vebadan kaçar gibi kaçıyorlardı.”
Görüldüğü gibi sırf bir şeyler söylemek için kaleme sarılmış olan D. Cengiz, burada bir kez daha sapla samanı birbirine karıştırıyor. Bir kere bahsi geçen dönemde devletin “Zazalar Kürt değildir” tarzında güncelleşmiş bir politikası yoktu henüz. Tersine yöneticiler, “Zaza” terimini nerdeyse hiç kullanmıyorlardı. Onlar için Zaza da Kurmanc da Kürttü ki bizzat Mustafa Kemal de yeri geldiğinde, “Dersim Kürtleri”, “Zaza denilen Kürtler” terimlerini kullanıyordu. H. R. Tankut’un kendisi de 1931 yılında hükümete sunduğu bir muhtırada Kürtleri “Kürdler, Kırmançlar ve Zazalar” olmak üzere üçe ayırıyor.
“Kızılbaş vurgusundan vebadan kaçar gibi kaçtığımız” belirlemesine gelince, bu bizim için sadece gülünüp geçilecek bir laf salatasıdır. Geçmişimiz, pratiğimiz, bizzat o toplantıda söylediklerimiz Daimi Cengiz gibilerine laf söyletme hakkını tanımayacak derecede berraktır.
D. Cengiz, yazısında bir de damdan düşer gibi, yani hiç yeri değilken 1938 üzerine söylenmiş halk türkülerinden (Derê Laçî) bir bölüm aktarıyor:
‘Nıka ke teseliya ho mara gurete
Peniya sıma peniya Hermenano
Nıkake teseliya ho mara gurete
Cereno ra kaf u koke sıma ano.
Oysa, doğru yazım kuralları bakımından tam bir fiyasko halinin sergilenmiş olması bir yana, konumuzla ilgisi bakımından asıl aktarılması gereken satırlar bunlar değil, aşağıda naklettiklerim olmalıydı. Çünkü bu bölümde, Dersimlilerin, etnik olarak kendilerini nasıl tanımladıklarına ilişkin bir örnek var:
Derê Laçî bivêso,
Îvîsê mi, gavan o
Bira, pêro dê na qewxa aşîre nîya
Merevê kirmancan û zalimanê tirkan o
Türkçesi:
Laç Deresi yansın
İvis’im, çetin geçit
Dövüşün kardeşler aşiret kavgası değil bu,
Kürtlerle zalim Türklerin kapışmasıdır.
Kendi dillerinden kendilerine “Kırmanc” diyen Dersimlilerin, yabancı dillerde aynı sözcüğü “Kürt” olarak ifade ettiklerini unutmayalım. 1980’lere kadar Dersimlilerin, yabancı dillerde kendi etnik kimliklerini ifade için “Kürt”ten başka bir terim kullandıklarına şahsen rastlamış değilim.
D. Cengiz, aynı konudaki çarpık değerlendirmelerine şöyle devam ediyor:
“Dersim halkına uygulanan jenosid, Osmanlı ve İttihat dönemlerinde hazırlanan raporların yeniden icrasından öte bir şey değildir. Jenosidin bu katmerli boyutu ancak Alevi inanç kimliği ile açıklanır. Ulusal kimlik bu kıyımda ikinci yerde durur. Dersim kıyımında bir tek Sünni vatandaşın burnu bile kanamamıştır. Cumhuriyet dönemi Sünni Kürtlerin katliamlarında inanç talidir. Ağılıklı olarak şeriat talepli Şıh Sait İsyanı hariç, bu katliamlarda sadece ulusal kimlik ön plandadır. Devlet hiç bir Kürt hareketini bastırmada Kızılbaş Dersim üzerinde uyguladığı Ebu Suud Fetvası fermanını ve Yavuz ile İdris-i Bitlisi’nin kök kurutma planını uygulamadı. Dersim soykırımı ile diğer Kürt katliamları ve harekatları arasındaki fark budur.”
Peki, 1920’lerde Dersimliler ne istemişler, davalarını nasıl dile getirmişler acaba? Erzincan Valisi Ali Kermal buna ilişkin ilginç bir örnek olay aktarıyor:
“Elaziz vilayetinden, Garbi Dersim aşiretlerine bir nasihat heyeti gönderildi. Heyetin izamını za’f nişanesi addeden Şeyh Hasanlı ağaları, giden zevata karşı çok barit davrandılar ve şu yolda cevap verdiler:
‘Sevr muahadesi mucibince Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van vilayetlerinde bir Kürdistan teşekkül etmesi lazım geliyor. Bu teşekkül etmelidir; aksi taktirde bu hakkı silah kuvvetiyle alacağız.“ (Ali Kemali, Erzincan Tarihi, Resimli Ay Matbaası, 1932 s. 154.)
Bu satırlar, Dersimlilerin Alişêr ile birlikte 25 Kasım 1920 tarihinde Ankara TBMM Başkanlığına gönderdikleri telgraf metni ile hemen hemen aynıdır. Dikkat edilirse Dersimliler burada istemlerini Dersim ile sınırlı tutmuyor, onu bu gün Türkiye sınırları içerisinde bulunan Kürdistan’ın kuzeyini kapsayacak şekilde dile getiriyorlar. Kanımca bu iki paragraf sadece Dersimlilerin o dönemki politik taleplerini göstermek bakımından değil, aynı zamanda aydın rolüne soyunmuş D. Cengiz gibilerinin, dönemin ağalarına göre bile ne kadar gerilerde kaldıklarını ortaya koymak bakımından önemlidir.
Dersim’deki toplantıda da söylediğim gibi Dersim jenosidini yapanlar, konuya ilişkin bütün belgelerinde Dersim’in Kürtlüğü üzerinde durmuş, asıl bertaraf edilmesi gereken tehlike olarak onu görmüş ve hazırlıklarını da ona göre yapmışlardı. Örneğin silahlı kuvvetlerin başında bulunan Fevzi Çakmak, 1935’lerde hazırladığı konuya ilişkin raporunda:
“(...)
f) Propagandaya ağırlık verilmesi ve Türklüğün telkini,
g) Kürtçe yerine Türkçenin yerleşmesi için ilmi ve idari tedbirlerin alınması (büyük kız çocuklarının okutulması),
(...)
2. Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimli’ye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.
3. Dersim evvela koloni gibi ele alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da aşamalı öz Türk hukukuna tabi kılınmalıdır”, diyordu. (siyahlar bana ait, M.Ç.)
1938 yılında Başbakanlık koltuğunda oturmakta olan Celal Bayar, Dersim dahil Kürt direnişlerinin niteliği ile birlikte devletin amaç ve hedeflerini de hiç bir tereddüde yer vermeyecek şekilde dile getiriyor:
“Şey Sait, bir Kürt Cumhuriyeti kurmak istiyordu. (...) Dersim isyanı, tamamen Kürtlerin siyasi düşünceleridir. Bunlar ne anarşisttir, ne şudur ne budur. Bunlar doğrudan doğruya müstakil bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlardı. (…) Dersimliler'in, Kürtlük hesabına en idealistleri Koçgiri'de toplandılar, teşkilat yaptılar. Sivil, asker bütün kuvvetleriyle oraya toplandılar. Orada mühim bir kuvvet teşekkül etti. Koçgiri'de isyan çıktı. (...) Koçgiri bence diğer isyanların hepsinden mühimdir. Yunanlılar'a karşı durmak için nasıl tedbir alıyor isek, orada da aynı şekilde teşkilat yaptık. Koçgiri'de bir ordu merkezi yapıldı. Onun başına da Nurettin Paşa'yı tayin ettiler. Koçgiri'de çok mühim muharebeler oldu. İki taraftan da çok telefat verildi. (...) Hadiseler üzerine Merkez Ordusu Kumandanlığı'na tayin edilen Nurettin Paşa duruma el koydu ve bölgede tam bir tenkil harekatı başladı. İki taraf da büyük zaiyat verdi…" (Tercüman gazetesi 10, 9. 1986. Ayrıca Kurtul Altuğ: Celal Bayar Anlatıyor. B. Nuri, Hatıratım, Öz-Ge Yayınları, Ekler Bölümü s. 230'dan naklen)
Yabancı devlet temsilcilerinin konuya ilişkin mektup ve değerlendirmeleri de farklı bir sonuca işaret etmiyor. Örneğin, dönemin Avusturya Başkonsolosu, Winter, ülkesinin Dışişleri Bakanlığına yazdığı mektupta gelişmelerle ilgili endişelerini şu sözlerle dile getirmişti:
"1925 isyanı ve Şeyh Sait'in idamından sonra da ülkenin doğusunda sürekli karışıklıklara yol açan Kürt sorununu tümden ortadan kaldırmak için baskı önlemlerinin en kısa zamanda uygulanacağı söyleniyor. Güvenilir Türk kaynaklarından edindiğim bilgilerin ışığında, dünyada eşine rastlanmayacak derecede bir katliama girişilmesinden korkuyorum." (Khalid, Fadel, Kurden Heute, 3.. aktualisierte u erw. Aufl., Wien; Zurich: Europa Verl., 1992, Kurden Im 20. Jahrhundertt, Kurdistasn ASG FU, Berlin, s. 39’dan naklen, siyahlar bana ait).
Onlarcasından birine ait bu belgede yer alan görüşlerden sonra Kürtlüğün soykırımın ana nedeni olduğu konusunda tereddüt edilebilir mi?
Bütün bunları söylerken, Dersim halkının kendi inançsal taleplerini önemsemediklerini, devletin de bu onların dini inancı olan Alevilikten hoşnutsuz olmadığını söylemek istemiyoruz. Devlet elbette bu inancın yaşamasından hoşnut değildi ve onu asimile edip bitirmek, hedefleri arasındaydı. Ancak konjüktürel olarak T.C.’nin kuruluş döneminde, devleti korkutan ve uğraştıran en büyük sorun, Kürdistan sorunuydu. Devlet Osmanlı İmparatorluğunu ve şeriat düzenini lağvetmekten doğan sıkıntılarla, Kürt sorunu gibi dev boyutlu bir sorunla uğraşırken, Alevileri mümkün olduğunca tarafsızlaştırmaya ve ondan da öte yanına çekmeye çalışıyordu ki bu kendi içerisinde tutarlı bir politikaydı.
Kaldı ki Alevilerde de inançsal taleplerini topluca dile getirme ve bunun için mücadele etme yönünde bir hareketlilik, bir başkaldırı isteği yoktu.
1938 Jenosidi ve “Sünni Vatandaşlar”ın Durumu
Daimi Cengiz, “Dersim kıyımında bir tek Sünni vatandaşın burnu bile kanamamıştı”, derken yine ezbere konuşuyor. Örneğin, Şey Sait’in kardeşi Şey Abdurahim’in 1937 yılında Dersim’e destek olmak amacıyla Suriye’den Kuzey Kürdistan’a geçtiğini ve bir ihbar sonucu bunların tamamının katledildiğinden bilgisiz mi yoksa kasıtlı mı bu tür yorumlarda bulunuyor bilmiyorum. “Sünni vatandaşlar” onun iddia ettiği gibi öldürülmeseler bile hiç değilse içlerinden milislik yapan, Dersimilere silah sıkan da çıkmadı. Oysa 1925 başkaldırısı sırasında, özellikle de Orta ve Doğu Dersim’den bazı gruplar milis olarak devletin yanında yer alıp direnişçilere karşı savaşmışlardı. Ulu-orta başkalarını suçlamayı gelenek haline getirmiş “Dersimcilerimiz” biraz da “bizimkiler ne yaptı?” sorusunu sormaya ve yanıt vermeye kendilerini alıştırsalar fena olmaz.
Açıktır ki Türk devletinin Kürt politikası bu gün olduğu gibi o gün de bir bütündü, aynı temeller üzerinde yürütülüyordu. Ancak bölgelere göre uygulama yöntemleri ve baskıların dozu değişebiliyordu. Dersim’deki panelde de belirttim: 1930’lu yıllarda Ağrı Dağı çevresinde meydana gelen direniş sırasında, yaşamını yitiren sivillerin sayısı Dersim’dekinden daha az değildi. Ne var ki Ağrı’da gerçekleştirilen soykırım Dersim’dekine göre göreceli olarak daha geniş bir zaman diliminde gerçekleşmişti. Dolayısıyla katliamın dozu göreceli olarak daha hafif gözüküyordu. Ama Zilan Vadisi katliamında durum, tam da Dersim’deki gibidir. Açıkçası, Devlet dini inanç farkına bakmaksızın gerektiğinde Kürt halkına karşı her yerde aynı baskı ve terör politikasını hayta geçirmekten geri kalmadı.
Horasan’dan Gelme Olayı
Cengiz’in de aralarında bulunduğu kesimin kafaya taktığı şeylerden biri de Beşikçi’nin Dersim’liler arasında sıkça tekrarlanan “Horasan’dan geldik” söylemi ile ilgili sözleri oldu.
Beşikçi özetle, Mehmet Bayrak’ın, Hollandalı bilim adamı M. Von Bruineseen’den aktarmalar yaparak, dışarıdan gelen saldırılara karşı bir set oluşturmak amacıyla bazı Dersim aşiretlerinin Şah İsmail tarafından Horasan’a götürüldüklerini, daha sonra da bunlardan bir kısmının geri geldiklerini; Horasan’dan gelme söyleminin ise bu geliş-gidişlerden sonra oluştuğunu ifade etti.
Daimi Cengiz, söz konusu makalesinde bu noktaya da değinerek şunları yazıyor:
“Ancak Şah İsmail döneminde Çemisgezekli aşiretlerden sadece Khewu aşireti ile yanındaki bir-iki küçük aşiret ve Şadlu aşireti (ki bu aşiret Azeri Kürtleri arasında da var) Özbek akınlarını durdurmak amacıyla Horasan’a yerleştirildi. Bu aşiretlerin az bir kısmı Şah Abbas dönemi sonrası tekrar Dersim’e döndü.
Oysa Horasan’a gitmeyen onlarca aşiretin (% 95) yerleşik olduğu Dersim’de ortak söylem ‘Horasan’dan geldik’tir. Bu söylem daha çok Dersim’den Horasana gitmeyen ocakzade Dersim aşiretleri ve diğer talip aşiretler arasında çok daha yaygın ve kadimdir. Neden? Çünkü konuştukları Kırmancki (Zazaca) dili başlı başına bir dildir. Bu dil Kürtçe (Kurmanci) değildir, ancak Kürtçe’ye komşu olan bir dil olarak kadim kökleri İran Daylamistan ve Horasan bölgelerindedir. 16-17. yy’ın 1. Şah Abbas dönemi ve sonrası söylemi hiç değildir. ‘Horasandan geldik’ söylemi geriye doğru ve kadim bir tarihe, 9. yy ve 10. yy İran’ına referans verir...”
Bir kere Şah İsmail tarafından Horasan’a gönderilen Dersimlilerin sayısal olarak Cengiz’in belirttiği gibi az olduklarını söylemek kolay değil. Uzunca bir sınır hattı üzerine yerleştirildiklerine ve Özbek saldırılarını da esas olarak durdurabildiklerine göre sayılarının az olduğu söylenemez. Daimi Cengiz’in Horasan’a gitmemiş olan aşiretler için verdiği % 95 oranını nasıl bir kerametle tespit ettiğini ise bilmiyoruz doğal olarak. Ayrıca, yazar “Horasan’dan geldik” söyleminin “Horasan’a gitmemiş aşiretler arasında daha yaygın olarak kullanıldığını” nasıl tespit etmiş, onu da ayrıca merak ediyor insan.
Bu konu ile ilgili olarak en dikkat çekici nokta ise D. Cengiz’in “Horasan’dan geldik” söylemine gösterdiği kanıt olsa gerek. Cengiz bu konuda “Çünkü konuştukları Kırmancki (Zazaca) dili başlı başına bir dildir. Bu dil Kürtçe değildir...” diyor.
Kırmancki (Zazaca)’nin başlı başına bir dil olması, onun deyişi ile Kürtçe olmaması ile “Horasandan geldik” söylemi arasında nasıl bir bağ var ya da olabilir; anlayan varsa beri gelsin.
Öte yandan, Dersim uzmanı yazar Dersim’deki Ocakzade aşiretlerin çoğunun Kırmmancca (Zazaca) değil Kurmanccayı konuştuklarından habersiz gözüküyor. Örneğin, Bamasur, Sey Safi ya da Sey Sabun, Ağuçan, Pilvank, Dewreş Gewr ve Kurêşan Ocakzadeleri böyledir. Gerçi Kurêşan aşireti Dersim’de ağırlıkla Kırmancca (Zazaca) konuşuyor ama bunun asimilasyon sonucu oluşmuş bir durum olduğu anlaşılıyor. Bu aşiretin atası olan Kurêş, Dersim’e Semsûr (Adıyaman)’dan gelmiş. Aşiretin Adıyman-Antep yöresi kolu ise Kurmancca konuşmaktalar. Yine Dersim ve Sivas yörelerinde de Kurmanccayı konuşan Kurêşan mensupları var.
Daha da önemlisi bütün bu Ocakzadeler, soy olarak kendilerini Hz. Muhammed’e bağlar, “Ehli-Beytiz” derler. Eğer halk arasında rastlanılan bu tür söylemleri tarih diye algılarsak o zaman Ocakzadelerimizin tamamının aslen Arap olduklarını kabul etmekten başka çaremiz kalmaz.
Ne var ki M. Bayrak’ın verdiği ve Beşikçi’nin de değindiği “Horasan’dan gelme” olayı dışında, Dersimlilerin atalarının Horasan’dan geldiklerini doğrulayacak herhangi bir tarihi veri yok. Örneğin eğer bu yöre halkımızın ataları Horasan’dan geldiyseler, Osmanlı belgelerinde buna ait açıklayıcı bilgi ve belgeler neden yok? Bu tür veriler olmadığı zaman da söylence söylence olarak kalır, ona dayanılarak tarih yazılmaz elbet. Hem Dersimliler, söylendiği gibi Horasan’dan gelmiş olsalar bile bu onların Kürt olmadıklarına ne diye kanıt teşkil etsin ki? Emevi saltanatına son veren Eba Muslimi Horasani de bir Kürt değil miydi? Şu anda Horasan’da yaşayanlar Kürt değil mi?
Bu Günkü Dersimlilerin Ataları Ne Zamandan Beri Bu Topraklardalar?
Bu günkü Dersimlilerin atalarının ne zamandan beri buralarda yaşadıklarına ilişkin kesin bilgi yok elimizde yok ama bazı belirtiler var. Örneğin M. Nuri Dersimi bu tarihi Med dönemine kadar götürüyor. Rus arşivlerinde bulunan ve 1860’larda kaleme alınmış olan “Dersim Kürtleri” isimli bir belgede, Kürtlerin Dersim’e yerleşme tarihinin Ermenistan’ın yıkılışı dönemine kadar uzanabileceğini belirtiliyor.
Dersimlilerin atalarının yukarıda belirtilen tarihlerde bölgeye yerleşip yerleşmedikleri tartışılabilir ama daha sonraki dönemlere, Emevi ve Abbasi İmparatorluklarının İran’a doğru yayılışları sırasında, Zagros dağları ile Mezopotamya’nın kuzeyinden bölgeye yapılan göçlere ilişkin bir hayli belge ve bilgi mevcut.
Bunlardan biri, ünlü Arap tarihçisi Mesudi tarafından “Kürt Narseh” olarak bahsedilen Hüremist önder dönemine aittir.
Bir diğer ünlü Arap tarihçilerinden Tebari’ye göre, Narseh taraftarlarına karşı gerçekleştirilen büyük bir katliam, 833 yılında gerçekleşti. Abbasiler tarafından 60 bin savaşçısı birden kılıçtan geçirilen Narseh, taraftarları ile birlikte Bizans topraklarına göç ederek Kapadokya ve çevre bölgelere yerleşti. Günümüzde Aleviliğin en güçlü damarının bu bölgede (Dersim, Sivas, Erzincan, Malatya, Maraş, Çorum, Amasya, Tokat ve Kırşehir) bulunmasında bu olayın etkisi olduğu tartışma götürmez. Bu bölgedeki Türk Alevilerin kayda değer bir kesiminin de sonraki dönemlerde asimile olmuş Zagroos göçmeni Kürtler olduklarını söylemek de yine yanlış olmasa gerek.
Daha da ilginci Zagros’larda yüz yıllarca mücadele veren söz konusu Mazdekçi-Huremist grupların eyleminin tarihteki ilk komünist hareket olarak biliniyor olmasıdır. Tarihte kızıl bayrağı ilk kez sembol olarak kullananlar da bunlardır.
“Mazdekiler ve Hurremiler sembol olarak giysi ve bayraklarında kırmızı renk kullanmışlardır. Bu yüzden surhalamân ‘kızıl bayraklı insanlar’ ya da surjamagân (surcamadan M.Ç.) ‘kızıl giysili insanlar’ olarak adlandırılıyorlardı... (Sykes 1908, aktaran Mehrdad R. İzady, Kürtlerin Din ve İnanç yapısı, M, Bayrak Alevilik ve Kürtler Öz-Ge Yay. 1997, Ankara, s. 582. Ayrıca Munzur Çem, Dersim Merkezli Kürt Aleviliği, Vate Yay., İstanbul, 2012, s. 130)
Burada verilen bilgiler, Türkçeye girmiş olan “Kızılbaş” teriminin kaynağına da açıklık kazandırıyor. Aslı, Kürtçe “surcamedan” bazı kaynaklarda ise “surcamegan” olan bu sözcük, Safevi ve Osmanlı döneminde Türk dilinin etkinlik kazanmasıyla Türkçeye çevrildi ve “Kızılbaş” olarak literatürdeki yerini aldı.
Dersim’e yapılan önemli göç dalgalarından biri de Şah İsmail dönemine rastlıyor. Bu günkü Dersimlilerin atalarının en azından bir bölümü, Dersim Alevilerinin çok sevip saydıkları, kimilerine göre ise haksızlığa ve zulme karşı çıkmış olan Şah İsmail’in zulmünden kaçarak buralara gelmiş olmaları ilginçtir.
Türk tarihçisi İşak Sunguroğlu bu dönemde yapılan büyük göç dalgası ile ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
"... Şah İsmail ise, zaptettiği bölgelerde emniyeti temin etmek için kendi tebaasından olan Dinbilli aşiretini tedibe girişince etrafında bulunan bütün Irak Kürtleri korkularından batıya doğru kaçmağa başlamışlar ve gelip Van, Bitlis, Diyarbekir, Harput gibi dağlık bölgelere yayılmışlar ve bunlardan bir kısmı bilhassa sarp dağlara ve vahşi meşe ormanlarına sahip ve aynı zamanda yol uğrağı da olmayan Dersim'i bir yurd olarak seçmişler ve buraya yerleşmişlerdi...“ (İşak Sunguroğlu, Harput Yollarında, 1958, c. 1. s.134.135).
Günümüzde, aynı adı taşıyan bazı Kürt aşiretlerinin Sivas’tan Vana-Hakkari’ye kadar olan bölgenin değişik yerlerinde yaşadıkları biliniyor. Örneğin, Lolan, Demenan, Haydaran ve Alan gibi... Bu aşiretler, yöreye göre Kurmancca konuşan Alevi, Kurmancca konuşan Sünni, Kırmancca (Zazaca) konuşan Alevi ya da Kurmancca konuşan Sünnilerdir.
Daimi Cengiz yazısının bir yerinde “Munzur Çem; Şah İsmail-Yavuz Sultan Selim ve İdrisi Bitlisi karşılaştırmasında Osmanlı tarihçilerine itibar ederek “Şah İsmail’in katliamcı ve anasını öldürdüğünü, İdris-i Bitlisi ve Yavuz Sultan Selim’den daha gaddar olduğunu” söyledi. Dersim halk inancında ve Alevi-Bektaşi inancında Ali algısı gibi Şah İsmail (Hatayi) algısını kavramama cehaletini gösterdi. Tarihsel Ali ile Şah İsmail kişiliğini değil, Anadolu Alevi-Bektaşileri ve Dersimlilerin inancında yarattığı Ali ve Şah İsmail algısı Dersimliler için önemlidir. M. Cem bu ayrımın farkında bile değildir.”
Benim için “Dersim halk inancında ve Alevi-Bektaşi inancında Ali algısı gibi Şah İsmail (Hatayi) algısını kavramama cehaletini gösterdi” diyen D. Cengiz’in kendisi söylediklerimi anlamış mı dersiniz? Kuşkuluyum. Ya anlamamış ya da bile bile zikzak çizerek işin içinden çıkmaya çalışıyor.
Her şeyden önce ben Şah İsmail’in anasını öldürdüğünü söylemedim, çünkü böyle bir bilgiye bu güne kadar hiç bir yerde rastlamamıştım, ilk kez onun yazdıklarında görüyorum. Bunu neden bana yüklüyor ki?
İkincisi ben Şah İsmail ile ilgili sözlerimi, her fırsatta “İdrisi Bitlisi ile Yavuz Sultan Selim Alevileri katlettiler” söyleminin toplantıda da dile getirilmesi üzerine söyledim. Peki, İdrisi Bitlisi ile Yavuz kime karşı işbirliği yaptılar? Açıktır ki Daimi Cengiz’in bahsettiği hayali Şah’a değil, düpedüz Safevi hükümdarı Şah İsmail’e karşı. Böyle olunca da değerlendirmemizin de bu Şah hakkında olması kaçınılmazdı.
Yavuz-İdrisi Bitlisi İttifakın Perde Gerisi
Söz bu noktadan açılmışken, o toplantıda kısaca dile getirdiğim Yavuz S. Selim-İdrisi Bitlisi ilişkisini biraz açmakta yarar görüyorum.
Her şeyden önce bu konuda unutulmaması gereken nokta şudur; Osmanlı İmparatorluğu ile Safeviler arasındaki mücadele, haklı ile haksız arasındaki bir mücadele değildi. Bu, sömürgeci, işgalci iki imparatorluk arasındaki çıkar çatışması, paylaşım mücadelesiydi. Dini inanç ise her iki sömürgeci güç için bir propaganda ve taraftar kazanma aracı olmaktan öte bir şey değildi.
Beri taraftan Şah İsmail’in Kürdistan Beylerine karşı işlediği politikayı bilmeden, Yavuz Sultan Selim-İdrisi Bitlisi ittifakının özünü kavramak mümkün değil. Şah İsmail’in Kürdistan politikası, ileri derecede baskı ve terör üzerine şekillenmiş bir politikaydı. O, Kürdistan’ı işgal ederken Kürt Beylerinin mülklerine el koyuyor, yerlerine kendi valilerini atıyordu. Bunun ise büyük bir alt-üst oluşa ve kaosa yol açması kaçınılmazdı. Kürdistan Beyleri, başlangıçta kendisi ile uzlaşabilmek için büyük çaba harcadılar ama başarılı olamadılar. Şah, görüşme amacı ile yanına giden Kürt beylerinden bazılarını idam etti, bazılarını ise zindana tıkadı. Onun, görüşme sırasında, Kürt beylerini “Siz benimle babamın arasını bozmak istiyorsunuz”, dediği söyleniyor. “Babam” dediği kişi ise Yavuz’dan başkası değildi.
İşte İdrisi Bitlisi ile Yavuz Sultan Selim arasındaki antlaşma bu koşullarda imzalandı. Şah İsmail’in tersine Yavuz Sultan Selim, sadece Kürdistan Beylerinin mülklerinin kendilerine ait olduğunu kabul etmekle yetinmedi, aynı zamanda babadan-oğula geçme yöntemiyle bu hakka süreklilik kazandırdı.
Şimdi Dersim’deki toplantıda sorduğum soruyu tekrarlıyorum:
İdrisi Bitlisi’nin yerinde siz olsaydınız ne yapardınız acaba? Beyliklerinizi sona erdirerek sizi çırılçıplak ortada bırakan Şah İsmail’le mi yoksa mülkünüzü size bırakan Yavuz Sultan Selimle mi anlaşırdınız? Bu sorunun yanıtını bu günü yaşayan bir Alevi olarak değil, o dönemde yaşayan bir Kürt beyi olarak vermeye çalışın lütfen. Sıradan bir alevinin, bu olayı değerlendirirken “keşke sonuç böyle olmasaydı”, ya da keşke “bu ittifak gerçekleşmemiş olsaydı” demesi doğaldır. Çünkü sıradan Alevi “Yavuz, Şah Hatayi karşısında galip gelmeseydi, benim inancımdan olanlar yüzyıllardır uğradıkları haksızlıklara uğramayabilirlerdi”, diye düşünür. Bu, doğaldır da. Ama tarih üzerine yapılan değerlendirmelerde, hisler, özlemler değil, gerçeği ortaya çıkartabilecek bilgi ve belgeler esas alınır, onlar konuşturulur. Yavuz’un zulmüne karşı çıkmak başka, bir antlaşmayı ortaya çıkartan o günkü koşulları doğru bir şekilde analiz etmek başkadır.
Demek oluyor ki İdrisi Bitlisi’nin attığı bu adımın, sıradan bir Alevi katliamı ile ilgili olduğunu gerçekle bağdaşmaz. Çemişgezek Beyleri örneğinde de görüldüğü gibi, Kürt Beyleri ile Yavuz arasındaki söz konusu ittifakta yer alanlar içerisinde Sünni olmayanlar da vardı. O günün belgelerinde yer alan “Kızılbaş” teriminin ise en başta Şah İsmail güçlerini, onun taraftarlarını kapsadığını unutmamamız gerekir. Sefere çıkan Yavuz’un cephe gerisini sağlama almak amacı ile giriştiği Kızılbaş katliamı, İdris Bitlisi ile yapılan anlaşma olmasaydı da pekala gerçekleşebilirdi.
Şimdi isterseniz bir de Alevilerin çok yücelttikleri Şah İsmail’in döneminde Dersim’de neler oldu, kısaca ona bakalım:
Şah İsmail bölgeye hakim olduğunda Çemişgezek Beyliğinin başında Rüstem Bey bulunuyordu. Şah, Rüstem Bey’i beyliğin başından alıp İran’da sıradan bir göreve atarken, yerine kendi adamlarından Nur Ali’yi Vali olarak tayin etti. Ancak halk Nur Ali’nin yönetiminden memnun değildi ve kısa sürede huzursuzluklar baş gösterdi. Dersim’de huzursuzluk ve karşılıklar sürerken de Çaldıran Savaşı patlak verdi.
Rüstem Bey, bu Savaşta Şah İsmail’in yanında yer aldı. Savaştan hemen sonra Çemişgezek’i yönetmekte olan Nur Ali’den yana şikayetlerin artması üzerine, Rüstem Bey beyliğinin başına dönmeye karar verdi ve o sırada Tebriz’de bulunan Yavuz’un yanına giderek bağlılığını bildirdi. Ne var ki Yavuz 40 adamı ile birlikte kendisini idam etti.
Rüstem Bey’in idamından sonra oğlu Pir Hüseyin Bey bir süre kurtuluş yolları aradı ve sonunda Amasya’ya giderek babasının katili Yavuz’la görüştü. O sıralar Kürdistan Beylerini yanına çekme politikasına sahip Sultan Selim, Pir Hüseyin Bey’in Çemişgezek beyliğinin başına geçmesini kabul etti. Anlayacağınız, İdrisi Bitlisi’nin Sultan Selim ile yaptığı anlaşma Dersimli Pir Hüseyin Beyin imdadına da yetişmiş oldu. Ondan sonra da Osmanlı egemenliğini kabul etmiş olan öteki beyler gibi o da İdrisi Bitlisi ile birlikte bu İmparatorluğa hizmet etti.
Dersimi İle Bender, Yine Hedef Tahtasında
Daimi Cengiz yazısında, M. Nuri Dersimi ile Cemşid Bender’e verip veriştirmekten de geri kalmıyor. Cemşid Bender, yıllarca yazdı, eleştirildi, eleştirdi. Ama doğu ve yanlışlarıyla bir yazı emekçisi, bir araştırmacıydı o. Onunla ilgili değerlendirmelerin de bu çerçeve gözetilerek, belli saygı kurallarına uyularak yapılması gerekir. Ahlaki açıdan da doğru olan bu, politik açıdan da.
Nuri Dersimi’ye gelince; o, halkını hep seven, onun acı ve sevinçlerini paylaşmış olan biridir. O kadar ki bir ara Halep’te kendisini ziyaret eden bir hemşehrisinin 1938 jenosidi ile ilgili olarak anlattıklarını dinlerken, üzüntüsünden kalp krizi geçirmiş, hayata güçlükle dönebilmişti. Üstelik, onunki sadece sevmekle de sınırlı kalmadı, O, halkının özgürleşmesi için verilen kavgada hep yerini aldı, yaşamının son anına kadar elinden geleni ardına komadan çabaladı ve bu yüzden de büyük acılar çekti; işinden oldu, işkence gördü, yargılandı, hapse girdi ve nihayet 30 yıldan fazla sürgün hayatı yaşadı, 38’de ise ailesi katledildi.
Yurtdışına çıktıktan sonra ise yaptığı ilk işlerden biri, Dersim’e karşı sürdürülmekte olan Kemalist zulmü dünyaya duyurmaya çalışmak oldu. Ardından, Dersim’in coğrafyasını, tarihini, halkının kültürünü, inançlarını ve mücadelesini anlatan iki önemli eser hazırladı. Onun yaptığı bu iş, Dersim halkı bakımından bir ilkti. Ona gelene kadar hiç bir Dersimli, kendi yöresi ile ilgili bu düzeyde bir çalışma yapmamıştı. Her çalışma gibi, onun eserleri ve pratiği de irdelenmeye, eleştirilmeye açıktır elbet. Nuri Dersim’in Özellikle de 1937’de yurt dışına çıktıktan sonraki dönem ile ilgili olarak yazdıklarında tartışmaya açık yanlar var. Ama bu tür eksiklik ve yanlışlar, bu esrelerin taşıdığı büyük değeri görmemize engel teşkil etmez.
Hal böyle iken Dersimi, bizim “Zazacı” ve “Dersimsever!” çevreler için Nuri Dersimi adeta bir baş düşmandır. Ona karşı kullandıkları karalayıcı dil, attıkları iftiralar Kemalistlere bile parmak ısırtacak düzeydedir.
Bunun tek nedeni ise onun Dersimlileri Kürt, Dersimi de Kürdistan’ın bir parçası olarak görmesi, Dersim halkının mücadelesinin yurtsever yönüne vurgu yapması, yani gerçeği söylemesidir. Kuşkusuz, Dersimi bütün bunları kendiliğinden iddia etmiyor. Bizim tarihimiz, gerçeğimiz budur. Gidin Arap, Fars, Osmanlı ve Batılı arşivlerine bakın, bir kaç istisna dışında, bu konularda onun söylediklerinden başka bir şey göremezsiniz. 600 yılık Osmanlı tarihinde, bugünkü Dersimlilerin atalarını için “Kürt”ten başka kullanılan bir etnik kimlik adına rastlayamazsınız. Dersim yüzyıllarca Kürdistan adıyla anıldı. Bu yörenin halkı, 20 yy.’da Kürt yurtsever mücadelesinin en ön saflarında yerini aldı. Soykırımlar dahil, uğradığı zulmün ana nedeni de zaten bundan başkası değildi.
Elimizden geliyorsa, Nuri Dersimi’inin eserlerini objektif olarak irdelemeli, katkı sunarak zenginleştirip gelecek kuşaklara aktarmalıyız. Bu tür değerlendirmelerin ötesinde hiç ama hiç kimsenin onun gibi tarihi kişilere ve emeklerine saygısızlık etmeye, ideolojik-politik saplantılarına göre onları karalama yoluna başvurmaya hakkı yoktur.
Sonuç
Dikkat edilirse D. Cengiz’in de içerisinde yer aldığı sözüm ona Dersimci ve Kürt Karşıtı kesimin devletle nerdeyse herhangi bir sorunları yok. Eleştirilerinin, kavgalarının ana hedefi hep Kürt yurtseverleridir, bizleriz. Üstelik bu saldırılar çoğu kez normal ölçüleri aşan düşmanca bir tutumla sürdürülüyor. Oysa bu halkın dilini, kimliğini, kültürünü inkar eden, onları Türk-İslam potasında eritip asimile etmek isteyen ve bu yüzden de zulmün her türlüsünü yapan güç ortada. Bu sömürgeci gücün söz konusu politikasına karşı neler yapılması gerektiği de belli. Bu çevreler, çıkmaz sokakta kuyrukları ile oynayıp duracaklarına ve uydurma gerekçelerle sürekli mazlum rolü oynayacaklarına meydana çıksınlar. Örgütleri ve programlarıyla ortaya çıkıp görüşlerini anlatsınlar halka. Eğer günün birinde bu halk, söylediklerini benimser ve kendileriyle birlikte olursa kimsenin bir şey söylemeye hakkı olmaz. Yeter ki bu iş uygarca ölçüler içerisinde olsun. Ama bunu yaparken sakın boş bir meydan da hayal etmesinler. Bu meydanda doğal olarak onlar gibi başkaları da her zaman olacak.
Bu "zazaci", "dersimci"...zevat zaten devletten ayri bir sey degil ki. Bunlarin ne oldugunu 1991-2 de en iyi Dr Baran tanimlamisti. Bunlar Devletin kendisi, Kurdistan'in sunni kesiminde hizbullah vb adlar altinda, Dersim'de de "sol", "zazaci", "dersimci" isimler kullaniyorlar... H. Aygun chp'li olmadigi halde nasil chp'nin tunceli milletvekili oluyor??? Bunlarda birazcik "dersimi" bir durum olsa nasil chp'ye çalisip "dersim kazandi" derler??? Ha Batman, Diyarbakir...da ki hizbulkontra, ha Elazig'da ki mhp ha Dersim'de ki "zazaci", "dersimci" hepsinin ortak noktasi: kürt dusmanligi!!!
Weşiyede bimane