“BİLİNMEYEN DİL” YASAĞI DEVAM EDİYOR
Sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Türk devletinin Kürde bakışı hep aynı: Alavere dalavere Kürd Memed nöbete!
1925 yılından 2012 yılına kadar cezaevinde kalan tutsaklar, gerek yüz yüze gerekse telefonda veya yazılı olarak aileleriyle anadilleri Kürtçe ile konuşamıyordu, yasaktı. Sadece bundan dolayı Kürtlerin ne acılar yaşadığı, bir yaşayan bilir bir de Allah!...
Belki inanmayanlar olur diye basına da yansımış somut bir örnek vereyim. 2009 Haziran’ında İsveç Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Anne Ludvigsson ile Mardin doğumlu parlamenter Yılmaz Kerimo'nun aralarında bulunduğu dört kişilik heyet, tutuklu DTP'lileri Diyarbekır D Tipi Cezaevinde ziyaret ederken tutuklularla Kürtçe konuşmak isteyen Kerimo'ya görevliler müdahale ederek, “Burada Kürtçe konuşamazsınız, Tutuklularla ancak Türkçe konuşursanız görüşebilirsiniz” dedi. Bu, yabancıların da şahit olduğu sabit bir örnektir.
Daha sonra, Türk hükümeti 2012 yılında şov yaparak cezaevlerinde kalan tutuklu ve hükümlülerin Türkçe dışındaki dillerde sözlü veya yazılı iletişim kurabilecekleri hakkını tanıdıklarını ilan etti.
Bu hakkın kullanımı bir süre devam etti. Nereden mi biliyorum? Çünkü gazete ve dergi çıkarttığım için cezaevinden ayda dört beş adet Kürtçe (Kurmancî ve Zazakî lehçelerinde) mektup, kart veya yazı almaya başladım. Ancak çok devam etmedi bu, 2014 yılı başlarında Kürtçe mektuplar, yazılar aniden kesildi.
Daha önce aldığım Kürtçe mektuplar, yazılar yerine tutsaklardan bu kez Türkçe mektuplar almaya başladım. Tutuklu ve hükümlüler, bana Türkçe olarak yazdıkları mektuplarında, Kürtçe iletişim haklarının “tercüman yok” bahanesiyle ellerinden geri alındığını, Türkçe yazmak zorunda kaldıklarını söylüyordu.
Bunun tam olarak nasıl yapıldığını bilmiyorum ama mutlaka devletin gizli bir talimatıyla olduğunu düşünüyorum. Yoksa normal bir şekilde gelen Kürtçe yazılar, mektuplar neden aniden kesilsin ki?
Geçenlerde 1 Nolu Tekirdağ Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’nde kalan Nihat Bertan adlı hükümlü, bana gönderdiği 01.11.2014 tarihli Türkçe olarak yazdığı mektupla birlikte iki sayfadan oluşan “Sakıncalı Mektup Değerlendirme Kararı” başlıklı bir resmi yazı da göndermiş.
Nihat Bertan, mektubunda “… Newepel’i bana gönderdiğinizden bu yana; her sayı için olmasa da her iki üç sayı dolayısıyla mutlaka bilgilendiriyor, teşekkürlerimi ve duygularımı sizlere iletmek için ve sizleri bilgilendirmeye gayret gösteriyorum” diyor. Devamında gönderdiği kartların bize ulaşıp ulaşmadığından haberi olmadığını ancak Temmuz ayında bize gönderdiği kartın ulaştırılmadığından haberdar olduğunu, “nedeni ‘bilinmeyen dilde’ yazmış olmamdandır” diyor.
Ekte gönderdiği ve altında 7 kişilik Tekirdağ F Tipi Cezaevi Mektup Okuma Komisyonu üyelerinin imzası olan iki sayfalık “Sakıncalı Mektup Değerlendirme Kararı”nda “İlgili ileti 24/07/2014 tarihinde Kurumumuzun 2012/8226 sayılı yazısı Cumhuriyet Başsavcılığı aracılığıyla, Ceza İnfaz Kurumumuzda anlaşılmayan bu dilin çevirisini yapabilecek kişi ya da kişilerin bulunmaması sebebiyle (…) Tekirdağ Valiliği İl Emniyet Müdürlüğü’ne gönderilmiştir” deniliyor. Devamında “Kurumumuz 24/07/2014 tarih 20128226 sayılı yazısı ile ileti Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi’ne gönderilmiştir” denilerek daha sonra, iletiyi il içerisinde özel tercüme bürolarına gönderdiklerini, ancak yine tercüme yapacak kimse bulamadıklarını “çeviri işlemlerinin yapılamaması ve şifre içerdiği şüphesi sebebiyle; adı geçen iletinin gönderilmemesi ve kurumumuzca saklanmasına (…) oy birliği ile karar verilmiştir. 30.09.2014” şeklinde bitmektedir.
Görüldüğü gibi Türk devleti, bir yandan Kürtçe (Kurmancî, Zazakî ve Soranî lehçelerinde) yayın yapan televizyon kanalı açıyor, yine devletin resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı da Kürtçe lehçelerinde yayın yapıyor. Ama aynı devletin diğer kurumları, işte Ceza İnfaz Kurumları, “anlaşılmayan bu dilin çevirisini yapabilecek kişi ya da kişileri bulamadıklarından” vatandaşının iletişim hakkı ve Kürtçe edebi eser üretme hakkını engellemekle kalmıyor, “anlaşılmayan bir dil” diyerek Kürtçeyi ve Kürtleri aşağılıyor, tahkir ediyor.
Türk devleti, TRT kanalı ve Anadolu Ajansında Kürtçe (Kurmancî, Zazakî ve Soranî lehçelerinde) yayın yapma kararı alınca aynı süreçte Kürtçe bilen personel de aldı. Ama Kürtçe iletişim hakkını tanırken, Cezaevlerinde kalan tutuklu ve hükümlülerin bu haktan yararlanmaları için de altyapı oluşturması gerekmiyor muydu? Örneğin tıpkı Anadolu Ajansı ve TRT6 kanalı için, yine Kürtçe eğitim yapan üniversiteler için nasıl Kürtçe bilen kadro oluşturduysa aynı şekilde her cezaevine Kürtçe bilen tercüman almalıydı. Verdiğimiz vergiyle tonlarca para harcayarak saraylar yapanlar, acaba beş-on tercüman istihdam edemez mi?
Doğrusu Kürde yönelik niyeti hiç değişmediğinden görece, kağıt üzerinde bir hak tanınıyor ama pratikte bunu engellemek için her türlü oyunbazlık deneniyor.
Tekirdağ F Tipi Cezaevi yetkilileri, eğer gerçekten iletinin “şifre içerdiği şüphesi” konusunda ciddi iseler, ya da vatandaşın iletişim hakkına saygılı iseler, yine Kürtçeye düşmanlık taşımıyorlarsa, çevirisi için Tekirdağ Emniyeti’ne, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi’ne, Tekirdağ’daki özel tercüme bürolarına başvuracaklarına, Kürtçe lisans ve yüksek lisans bölümleri olan Mardin Artuklu Üniversitesi, Bingöl Üniversitesi, Tunceli Üniversitesi ve Muş Alparslan Üniversitesi’ne, ya da TRT6 kanalı ile Anadolu Ajansı’na neden göndermediler?
İletinin tercüman olma ihtimalinin olmadığı yerlere yollanması, doğal olarak kasıtlı yapıldığı düşüncesini akla getiriyor. Zaten “şifre içerdiği” yaftası yapıştırılması, aslında hükümlü vatandaşın anadilinde iletişim kurma ve edebiyat üretme hakkını engellemeye çalıştıkları çok açıktır. Bu davranış biçimi, Kürt ve Kürtçe düşmanlığından başka ne olabilir ki?
Başbakan Davutoğlu, geçenlerde Urfa’da yapılan bir toplantıda “Anadil konusunda da okyanusu aştık dereleri de aşacağız. Anayasal gerekler de zamanı gelince… Bazı adımlar da doğal seyri içinde olur, Uçaklarda anons gibi…” dedi. Anadil konusunda okyanusu aşmak bu mudur? Hangi okyanus aşıldı, hangi dere kaldı?
Kürtçe seçmeli ders ve yine üniversitelerdeki Kürtçe lisans veya yüksek lisans programları konusundaki uygulama da aynen bu şekilde ikiyüzlüce. Bir yandan bir hak tanınıyor ama pratikte bu hakkı çürütmek için her dalavereye başvuruluyor. Çocuklara okulda Kürtçe öğrenebilecekleri seçeneği sunuldu ama öğretmen yok diyerek seçenek çürütüldü, ders kitapları basılmadı.
Gerçekte Türk yönetiminin, Kürt ve Kürtçe düşmanlığı değişmeden devam ediyor. Kürde, Kürtçeye yönelik aşağılayıcı, yasakçı zihniyetleri hiç değişmemiştir. Bu tür uygulamalara bakarak “Çözüm Süreci” dedikleri şeyin de aslında bir tiyatro olduğu çok açıktır. Senaryosunu yazıp yönettikleri tiyatroda her kesimden her çevreden oyuncular var; herkes aldığı rolü oynuyor.