Bitlis Anıları, 1960’lı Yıllarda Bitlis’de Yaşam
(Bu yazı, 26-28 Haziran 2014 tarihleri arasında, Bitlis’de yapılan, Birinci Uluslar arası Bitlis Sempozyumunda yapılan açılış konuşmasıdır.)
1962-1964 yılları arasında askerlik yaptım. Askerliğimin bir buçuk yılı aşkın zamanı Bitlis’de geçti. Daha sonra da araştırma, inceleme sırasında, Bitlis’e gelip gitmeye başladım. Bu bakımdan Bitlis’in bende çok olumlu bir yönü var. Onlardan söz etmeyi yararlı görüyorum.
* * *
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1962 yılında mezun oldum. Dört yıl süreyle İçişleri Bakanlığı’ndan olan bursla okumuştum. Altı yıl mecburi hizmet vardı. Haziran’da mezuniyet, Temmuz’da göreve başlama. Çorum’a maiyet memuru olarak tayin edildim.
1962 sonbaharında, askerlik için görevden ayrıldım. Ekim’de, İstanbul’da, Tuzla’da, Yedek Subay Piyade Okulu’ndaydım. Yedek Subay Piyade Okulu’nda eğitim altı ay sürdü. 1963 yılı Mart ayı sonunda kuralar çekildi. Bizim dönem 59. dönemdi. Yedek Subay Okulu 59. Dönemde, dördüncü bölükteydim. Numaram 597’ydi. 34. Piyade alayına asteğmen olarak katıldım.
Kurada bana Trabzon çıkmıştı. Yılmaz Öztürk isimli arkadaşım Bitlis’i, Süleyman Saim Tekcan Çorlu’yu çekmişti. O zamanlar becayiş vardı. Üçlü becayiş yapmıştık. Süleyman Trabzon’a gitmek istiyordu, Yılmaz Çorlu’da kalmak arzusundaydı. Ben de Bitlis’i istiyordum. Becayiş uygulaması sonunda Süleyman Saim Tekcan Trabzon’a, Yılmaz Öztürk Çorlu’ya gitti. Ben de Bitlis’e gittim. 34. Piyade Alayı Bitlis’teydi. Kıta görevini orada yapacaktım.
Dostumuz Yılmaz Öztürk 2009’da vefat etti. Kendisini sevgiyle anıyorum. Süleyman Saim Tekcan, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör. Türkiye’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde sergiler açmış bir ressam…
Neden Bitlis’i tercih ettim? Bunun için daha önce, 1961 yılında yapılana bir tercihten söz etmem gerekiyor.
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, Türkiye’de yeni yeni konular tartışılmaya başlanmıştı. Çift meclis, anayasa mahkemesi, üniversite muhtariyeti, basın özgürlüğü, toprak reformu, bölgeler arası dengesizlik, şehirleşme, merkezi planlama, Doğu’da şeyhlik-ağalık, 55 Ağalar… basında, üniversitede sık sık konuşulan tartışılan konulardı. Ankara’da, İstanbul’da bu konuda konferanslar, paneller düzenlenirdi.
Tartışılan, konuşulan konulardan biri de “Kürdlerin Türklüğü”ydü. Basında, gazetelerde bu konuyla ilgili yazılar yayımlanırdı. Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu, Kürdçe diye bir dilin olmadığı vurgulanırdı. “Kürd denenlerin aslı Türk’tür, Kürdçe denilen dil Türkçenin ilkel bir ağzıdır” denirdi. 55 Ağalar sık sık eleştirilirdi. “Kürdçülük” diye bir konudan söz edilirdi. İçeriği açıklanmazdı ama, korkunç bir şey olarak algılanırdı. “Kürdçülüğün, gericiliğin kaynağı bu ağalardır” denirdi. Ağalığın ortadan kalkması için toprak reformu savunulurdu. Ağaların sürgünü savunulurdu.
Mehmet Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi isimli kitabı, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yeniden yayımlanmıştı. Kitap liselerde, üniversitelerde ücretsiz olarak dağıtılıyordu. Üniversitelerde, her hocanın masasında bu kitaptan vardı. Hocalar, Doğu’yla ilgili bir soru sorulduğunda, ‘gerçekler bu kitapta yazılı, başka gerçek aramaya gerek yok’ diyerek bu kitabın okunmasını önerirlerdi. Kitabın yeni basımında Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Org. Cemal Gürsel’in önsözü vardı. Bu kitap, Kürdlerin aslının Türk olduğunu, Kürdçe diye bir dil olmadığını ispat etmeye çalışan bir kitaptı.
O yıllarda, basında sık sık “Doğu’da kıtlık” konulu haberler yayımlanırdı. Gazetelerde köşe yazarları bu konuyu irdeleyen yazılar, makaleler yayımlarlardı. Gazeteler bu konuyla ilgili röportajlar da yayımlarlardı.
Doğu’da kıtlık haberleri, bölgelerarası dengesizlik, toprak reformu, Doğu’da şeyhlik-ağalık, 55 Ağalar gibi konular çok dikkatimi, ilgimi çekiyordu.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, o yıllarda Tahsil İçi Staj diye bir program uygulanırdı. Bu program, 3. sınıftan 4. sınıfa geçmiş İdari Şube öğrencileri için uygulanırdı. Maiyet memurluğu gibi bir mesaiydi. Bu program çerçevesinde 1961 yılı yaz aylarında, Elazığ’ı tercih etmiştim. Programda Batı illeri de vardı ama ben Elazığ’ı tercih etmiştim. Elazığ’da, Keban, Karakoçan, Palu, Maden gibi ilçelerde, Vali’nin kaymakamların yanında staj gördüm. Yukarıda belirtilen konular böyle bir tercihin yapılmasını sağlamış olabilir.
Tahsil İçi Staj sırasında bir konu çok dikkatimi çekmişti. Köylüler arasında sık sık arazi ihtilafları olurdu. Gayrımenkule tecavüzün defi önemli bir konuydu. Bu anlaşmazlıklar, idari yollarla kaymakam çözümlerdi. Bu anlaşmazlıkların çözümleri sırasında kaymakamlar köylere giderlerdi. Anlaşmazlık içine olan köylülerle arazide görüşmeler yaparlardı. Kaymakamlarla beraber ben de giderdim. Bu görüşmeler sürecinde çok önemli bir durumu fark ettim. Kaymakamlarla köylüler arasında tercüman vardı. Tercümanlar, genel olarak özel idarede çalışan memurlar olurdu.
Tercümanlar, köylülerin söylediklerini kaymakama tercüme ederlerdi. Kaymakamın konuşmalarını da köylülere tercüme ederlerdi. Bölgede, Keban’da, Karakoçan’da, Palu’da, Maden’de, yaşanan bu durum, Ankara’da, üniversitede, basında yapılan propagandalara hiç benzemiyordu. Hatta, o propagandaları çürütüyordu. Üniversitede, basında, Kürdçe diye bir dilin olmadığı savunuluyordu. Buradaysa tercüman kullanılıyordu. Bu elbette bir soru işaretiydi.
Staj sonunda, Ankara’ya döndüğümde de bu konuyla ilgili sorulara sağlıklı cevaplar alınamıyordu. Bu konunun tehlikeli bir konu olduğu da söyleniyordu. Ama, bu konuyla ilgili çalışmalar, sorgulamalar sürdü. Ansiklopedi karıştırmalar sürüp gitti Ansiklopedilerdeki bilgiler de bölgedeki fiili durumla hiç uygunluk göstermiyordu. Ansiklopediler de Kürd diye bir kavmin olmadığını, Kürd denenlerin asıllarının Türk olduğunu, Kürdçe diye bir dilin olmadığını savunuyordu.
Askerlikte kıta görevini Bitlis’te yapmak bu çalışmanın, bu sorgulamamanı bir devamı olacaktı.
* * *
Bitlis’e gitmek için tren yolunu tercih ettim. Ankara’dan Kurtalan’a kadar trenle gittim. Kurtalan’dan Bitlis’e kadar da otobüsle. 1963 Nisan ayı başlarında Bitlis’teydim.
Karayolu Kurtalan-Siirt-Baykan güzergahını içeriyordu. Yollar, dağların arasından, çayların, ırmakların kıyısından geçiyordu. Yollarda, dağlarda kar vardı.
Kurtalan’dan Bitlis’e gelirken, otobüste bir astsubayla tanıştım. O da 34. Piyade Alayı’nda görev yapıyordu. Mülkiye’den devre arkadaşım Enver Ünver’in akrabasıydı. Otobüsten eşyalarımın indirilmesine yardımcı oldu. Beni Bitlis’in merkezindeki alayın mahfeline götürdü. Birkaç gece mahfelde kaldım.
34. Piyade Alayı’nda 3. Bölüğe verildim. Bölük Komutanı, Yüzbaşı Mustafa Yıldırım’dı. Üsteğmen Cevdet Kerim Kibaroğlu da 3. Bölükteydi. Astsubay Başçavuş Muhlis Akar da üçüncü bölükteydi.
34. Piyade Alayı komutanı, Albay Şevket Sakarya’ydı. Alay, Bitlis-Tatvan yolu üzerinde, Bitlis’in çıkışındaydı. Bitlis-Tatvan yolu, Piyade Alayı’nın kıyısından geçiyordu. Alay, sabahları Bitlis Çayı kıyısında olan geniş bir alanda içtima ediyordu. Bu durum dikkate alındığında, Bitlis-Tatvan yolunun, piyade alayının içinden geçtiği de söylenebilir. Piyade alayına bağlı topçu taburu da vardı.
Alay, çok geniş bir taşlık alan üzerinde kurulmuştu. Alayın içinde suları çok gür akan bir çeşme vardı. Çok geniş olan oluğa, birkaç burmadan, harıl harıl sular akardı. Alayın un fabrikası, Bitlis-Tatvan yolunun üzerinde, Bitlis Çayı’nın kıyısındaydı.
34. Piyade Alayı’na ve topçu taburuna bağlı olan benim gibi yedek subaylar da vardı. Örneğin Kadir alayın destek bölüğüne, Yılmaz da topçu taburuna tayin edilmişlerdi.
Kadir ziraat mühendisi, Yılmaz iktisatçıydı. Kadir ve Yılmaz arkadaşlarla bir ev kiralamıştık. 1964 yılı sonlarından terhis oluncaya kadar bu evde beraber kaldık.
Diş tabibi Sami Kumbasar da yedek subaydı ve bizim dönemle birlikte alayda göreve başlamıştı. Sami Kumbasar terhisten sonra, bir dönem, Cumhuriyet Halk Partisi saflarında milletvekili olarak da çalışmıştı. Topçu taburuna asteğmen olarak gelen bir arkadaş da Çetin Büktel’di. Çetin Büktel’le Mülkiye’de aynı dönemdeydik. Çetin de 1962’de mezun olmuştu. Ev mahfelin epey aşağısında, Bitlis Çayı’nın kıyısında ama yükseklerde, kayaların üzerindeydi.
Hikmet Kuşçu da alayın destek bölüğündeydi. Hikmet arkadaşımız Bitlisliydi. Ailesi Yezdan mahallesinde oturuyordu. Bizden bir dönem önceydi. Şüphesiz bizden daha önce terhis oldu. Hikmet Kuşçu, İlahiyat Fakültesi mezunuydu. Hikmet Kuşçu terhisten sonra bir süre Bitlis Devlet Kütüphanesinde çalışmıştı.
Bitlis Lisesi askeri mahfele yakındı. Çorum Lisesi’nden Suna’yı, Fransızca öğretmeni Ayla’yı, askeri mahfelde sık sık görürdüm. Öğle yemeklerini askeri mahfelde yerlerdi. Askeri mahfelde sık sık gördüğüm bir arkadaş da Sami Yetişkin’di. Karayolları’nda çalışıyordu. Bitlisliydi ve Dideban’ın eteklerinde İnönü mahallesinde oturuyordu.
Bitlis Lisesi müdürü Vecihi Timuroğlu idi. Edebiyat öğretmeni Veysel Sönmez’di. Bu arkadaşları da mahfelde zaman zaman görürdüm.
Veysel Sönmez hoca daha sonraki yıllarda, Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde profesör olarak göreve devam etti.
Alayın destek bölüğünden tanıdığım bir arkadaş da teğmen Çağlar Fırat’tı. Çağlar Fırat muvazzaf subaydı. Kardeşi Ümit Fırat’ı o yıllarda tanımıştım. Ümit o zaman lise öğrencisiydi. Çağlar, Ümit için “çok haşarı bir öğrenci” derdi.
1969’da, Ankara’da bir sonbahar günü Devrimci Doğu Kültür Ocağı’na gitmiştim. Ziya Gökalp Caddesi üzerinde, Ankara Türk Eğitim Derneği Koleji’ne varmadan, sağda bir yerdeydi. Devrimci Doğu Kültür Ocağı’na ilk defa gidiyordum. Kapıyı Ümit Fırat açmıştı. Ümit’i burada görünce çok sevinmiştim.
Bitlis’in içinden geçen ve Bitlis’i Tatvan’a bağlayan iki ana yol vardı. Aşağı yol Bitlis Çayı’nın kıyısını takip ediyordu. Yukarı yol, askeri mahfel ve lise arasından Gökmeydan’dan geçiyordu. İki yol, Karayolları Atölyesi’nin olduğu yerde, köprüde birleşiyordu. Köprünün olduğu yerde de alaya girişi mümkün kılan bir kapı vardı.
Bitlis’te 34. Piyade Alayı’nda göreve başladığım ilk günlerde, diyelim Nisan ayının ortalarında Bitlis’ten çok kalabalık grupların Tatvan’a doğru geçişlerine tanık oldum. Bunlar göçebe aşiretlerdi. Göçebe aşiretler Bitlis’in içinden geçiyorlardı. Alayın kıyısından, içinden Tatvan’a doğru yol alıyorlardı. Göçebelerin çok büyük sürüleri vardı. Eşyalar katırlara yüklenmişti. Sürüler çobanlarıyla birlikte insanların arkalarından geliyordu. Kadınlar, çocuklar, erkekler, çok kalabalık gruplar halinde, yürüyerek Bitlis’ten geçiyorlardı.
Göçebe aşiretlerle ilk defa karşılaşıyordum. Daha sonra onların göçebe Kürtler olduğunu, baharla birlikte kışlaklardan ayrılıp yaylalara doğru yol aldıklarını anlayacaktım. Göçebeler, Van Gölü çevresinde çeşitli yaylalara ulaşmaya çalışıyorlardı. Başhan’dan sonra, Rahva’da bir süre konaklıyorlardı. Daha sonra da yaylalara çıkıyorlardı. Nemrut Yaylası, Bitlis-Tatvan yolunun kuzeybatısında kalan Duav Yaylası, Van Gölü’nün güneyinde yer alan Kariz-Ava Berxan Yaylaları bunlar arasındaydı.
Göçebe Kürtler yaylalara ulaşmadan önce bir süre Rahva’da da konaklıyorlardı. O zamanlar El-Aman Hanı harabe bir yerdi. Orada çobanlar, göçebe Kürtler zaman zaman sürülerini barındırırlardı.
Göçebe Kürtler konusu çok dikkatimi, ilgimi çekmişti. Terhisten sonra Erzurum’da, Atatürk Üniversitesi’nde, Fen-Edebiyat fakültesinde sosyoloji asistanı olarak göreve başladım. Bu dönemde göçebe Kürtlerle ilgili çalışmaları sürdürdüm. Bu çerçevede 1965-66 yıllarında Bitlis’e, Silvan’a, kışlaklara, yaylalara, yaz aylarında, kış aylarında birçok defa gelip gittim.
21 Mayıs 1963’te Albay Talat Aydemir’in ikinci defa darbe girişimi olmuştu. Darbe girişimi olduğu günlerde de Bitlis’teydim. Darbe girişimi sırasında alayda da küçük bir hareketlilik olmuştu. Alayda komutanlar darbenin gelişimini radyoyu dinleyerek izlemeye çalışıyorlardı.
27 Mayıs askeri darbesinden (1960) sonra tartışılan, konuşulan çok önemli bir konu Kürdlerin Türklüğüydü. Basındaki bu tartışmalar Bitlis’e de yansıyordu. Bitlis’te öğretmenler Kürdlerin Türklüğü konusunda, Kürdçe diye bir dilin olmadığı konusunda konuşmalar yapıyorlardı. Kürdçenin bağımsız bir dil olmadığını, Kürdçe diye bir dil olmadığını, Kürdçenin aslında Türkçe olduğunu ispat için çok yoğun bir çaba içindelerdi.
O dönemlerde Bitlislilerin önemli bir kısmı “biz Türk’üz” derlerdi, “Türklerin hasıyız, has Türk biziz” derlerdi. Sadece öğretmenler değil, kasap, berber, terzi, ayakkabıcı gibi esnaftan da böyle konuşanlar vardı. Bu konuyla ilgili olarak üniversitedeki basındaki tartışmalar Bitlis’e böyle yansıyordu. Bitlisli memurlar da böyle konuşuyorlardı. Bu, özellikle tek parti döneminde, bölgede, ne kadar yoğun bir asimilasyon programının uygulandığını gösterir. Bu program Bitlis’de Kürdleri, Kürdlükten epeyce koparmış.
Bitlislilerin önemli bir kısmı kendilerini Türk olarak görüyorlardı. Mutki’den ve Hizan’dan zaman zaman Bitlis’e gelen köylülere Kürd diyorlardı ve onları küçümsüyorlar, aşağılıyorlardı. Kendilerini Türk olarak algılıyorlar, köylülere Kürd diyorlardı ve onları küçümsüyorlar, horluyorlardı. Kendilerini şehirli, Türk olarak algılıyorlardı.
1970’lerin ortalarından itibaren Bitlis’e çevredeki köylerden gelenler yerleşmeye başladı. Hizan Mutki gibi yörelerden Bitlis’e yerleşenlerin sayısı artmaya başladı. Bu köylüler Bitlis’e Kürdçeyi ve Kürd kültürünü de getirdiler. Bitlis Kürdlüğünü böyle hatırladı. Bitlis Kürdleşmeye başladı. Esnaf da artık bu köylülerle Kürdçe konuşmaya başladı.
1963 yılı Mayıs ayı sonlarında 34. Piyade Alayı’ndan bir bölük, Van-Hakkari yörelerine gönderildi. Bitlis’teki alaydan üçüncü bölük gönderilmişti. Ben de bu bölük içindeydim. Üçüncü bölükle birlikte alayın destek bölüğünden de bir takım vardı. Bu süreçte anlaşıldı ki sadece Bitlis’teki alaydan değil Muş, Bingöl, Erciş alaylarından da birer birlik Van-Hakkari yörelerine gönderiliyor.
1961 yılında Mele Mustafa Barzani liderliğindeki Kürtler, Kürdistan Demokrat Partisi Kürd milli haklarının kazanılması için Irak devletine ve hükümetine karşı ayaklanma başlatmıştı. Bu ayaklanma sürecinde sınırın korunması için, sınırın güçlendirilmesi için takviye birlikler gönderiliyordu. Şöyle deniyordu: Mele Mustafa Barzani 1947’de de ayaklanmıştı. O zaman Irak’la yapılan bu mücadele sürecinde Irak birlikleri onları sıkıştırmış, bu sıkışma sonucunda Yüksekova’dan girerek İran’a geçiş yapmışlardı. 1963 yılında aynı durum yaşanmasın diye sınıra takviye birlikler gönderiliyordu. Aynı nedenden dolayı 1962 yaz aylarında da sınıra takviye birlikler gönderilmişti. O zaman Mele Mustafa Barzani ve peşmergelere “haydut, hain, eşkıya” gibi sözcükler kullanılıyordu.
Birlik bir süre Başkale’de kaldı. Daha sonra Yüksekova’ya geçti. Yüksekova’dan da Şemdinli’ye doğru intikal yapıldı. Birlik 20-25 gün burada, Haruna’da kaldı. Haruna karakolunda o zaman bir manga kadar asker vardı. Tisi-Diman yörelerinde, İran sınırına yakın yörelerde keşifler yapılıyordu. Daha sonra birlik Haruna’dan Şapatan’a intikal etti. Şapatan Dağı’nda, daha hızlı ve rahat geçebilmek için yol çalışmaları vardı. Keşiflere, daha çok bir manga askerle ben katılıyordum. Muvazzaf teğmenler, keşifleri angarya bir faaliyet olarak algılarlardı.
Şapatan’da, Sirinüs-Pembo-Nugaylan taraflarında keşif faaliyetleri sürdürülmüştü.
Şapatan’da kısa bir süre kaldıktan sonra dağı tırmanarak ve tepe noktasından sonra da tekrar inerek Şemdinli’ye vardık. Oradan da Nehri-Benavik-Besusin-Zerin-Mavan yolunu izleyerek Rubaruk’a vardık. O dönemde Rubaruk karakolunda da iki manga kadar asker vardı. Rubaruk sınırda, Irak sınırında, sıfır noktasındaydı. Şemdinli-Rubaruk 90 km. kadar vardı. Yol yoktu. Arazi dağlıktı, çok inişli-çıkışlıydı.
Şapatan’dan Şemdinli’ye askeri araçlarla, reolarla intikal edilmişti. Şemdinli ile Rubaruk arası ise, çok engebeliydi. Arada dağlar, sıradağlar vardı. İntikal, dağlara tırmanarak, yükseklerden vadilere inerek gerçekleştirilmişti. Erat da komutanlar da yürüyordu. Ağır silahları katırlar taşıyordu.
Rubaruk’da uzun süre kaldık, iki aydan fazla… Bedav-Girana-Bigolta-Masuri yörelerinde keşifler yapılıyordu. Rubaruk yöresinde yapılan bir keşif sırasında çok dikkate değer bir olay yaşandı.
Bir gün yine, sınırda, bir manga askerle keşfe çıkmıştım. Köylerden geçiyor, köylülerin faaliyetlerini izliyorduk. Epey ilerledik. Peşmergelerle karşılaştık. Onların silahları vardı. Biz de silahlıydık. Birliğin komutanı olarak bana bir şeyler söylediler. Ben hiçbir şey anlamadım. Bu durum karşısında, mangada bulunan bir er bana, “teğmenim ben konuşayım mı?” dedi. “Evet” deyince konuşmaya başladı. Bu erin Kars’ın Arpaçay ilçesinden olduğunu biliyorum. Erin peşmergelerle konuşması benim çok dikkatimi çekti. Çok akıcı bir konuşmaydı. Nelerin konuşulduğundan çok bu konuşmanın yapılıyor olması ilginçti. Çünkü, Ankara’da, üniversitede, basında yapılan tartışmalarda, Kürdçe denen dilin çok ilkel bir dil olduğu, iki Kürd’ün bile birbirlerini anlamadığı, Dağın bir tarafındaki köyde yaşayan bir Kürd’ün dağın öbür tarafındaki köyde yaşayan bir Kürd’ü anlamadığı vurgulanırdı. Buradaysa iki Kürd, bir Kars’ın Arpaçay ilçesinden, diğerleri “Kuzey Irak”tan Kürdler birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlardı. Arada belki 700 km. mesafe var. Bu durum basının, üniversitenin, devletin ne kadar gerçekdışı konuştuğunu açıkça gösteriyordu. Gerçekdışı olan anlatımlar, propaganda sayesinde gerçekmiş gibi gösteriliyordu.
* * *
Bitlis’te Hizan, Mutki, Ahlat, Tatvan gibi alanlara, köylere fırsat buldukça giderdim. Kırsal alanlarda çok yerde kilise kalıntıları gördüm. Van Gölü güneyi köylerinde bu kalıntılar daha çoktu. Fakat o dönemde “bu kiliselerin cemaatı nerededir” diye bir soru bilincime takılmıyordu. O zamanlar böyle bir bilince sahip değildim. Bir yerde harabe halinde kiliseler, kilise kalıntıları görüp “bu kilisenin cemaatı nerededir” diye sormak, tarih bilinciyle, toplum bilinciyle ilgilidir. Fakat 1963-64 yıllarında böyle bir bilince sahip değildim.
Başkale, Yüksekova, Şemdinli gibi alanlarda da harabe kiliselere, manastırlara, kilise, manastır kalıntılarına çok rastladım. Bunların Ermeni, Asuri, Süryani, Nasturi kiliseleri, manastırları olduğunu çok sonraki yıllarda fark ettim. Kürd sorunu, Ermeni-Süryani sorunu gibi sorunların birbirleriyle ilgili sorunlar olduğunu da…
Bitlis ve çevresinde define arayıcılarından da söz edilirdi. Bazı harabe binaların temellerinin kazıldığı, ağaçların diplerinin, köklerinin eşelendiği söylenirdi. Küp küp altınlar, mücevherler bulunduğu söylenirdi. Şurada-burada bu tür konuşmalar, sohbetler yapıldığını sık sık duyardım. Altınlarını, mücevherlerini kimler saklamış, ne zaman saklamış? Altınlarını mücevherlerini saklayıp nerelere gitmişler? Sonra gelip sakladıklarını bulmuşlar mı gibi sorular sorulmazdı. Bunlar hep tarih bilincinin, toplum bilincinin geliştiği ortamlarda gündeme gelebilecek sorunlardı. 60’ların başlarında böyle bir bilince sahip değildim.
Bitlis-Tatvan yolu üzerinde, Bitlis’i hemen geçince, solda bir çeşme vardı. Papşin Çeşmesi. Yaz kış suyu akan bir çeşme. Bu çeşmenin olduğu yerde alayın bir deposu vardı. Bu bakımdan alayın nöbetçi subayları o depoya sık sık giderlerdi
Orada Papşin köyü de vardı. Papşin köyü iki parçalıydı. Köy Bitlis çayının iki tarafında yer alıyordu. Bir parçası Bitlis-Tatvan yolu üzerinde soldaydı. İkinci parça Bitlis Çayı’nın sağ tarafında yer alıyordu.
Alayın askeri tatbikatlarının bir kısmı, Bitlis Çayı kıyısındaki Papşin’de yapılırdı. Örneğin havan atışları bu mevkide yapılırdı. Bu atışlar, çoğu zaman köylüler için zararlar meydana getirirdi. Alaya çok yakın olan bir köy daha vardı. Bu köye Bitlis’in bir mahallesi de denirdi. Makinalı tüfek atışları da bu köyün arazisinde yapılırdı. Bir defasında, makinalı tüfek atışları, köye su götüren borularda delikler açmıştı. Sular etrafa fışkırıyordu. Köyler, bu zarar-ziyanı korkudan alaya bildiremezlerdi. Ama, alay, köylüler böyle bir başvuru yapmadan zarar-ziyanı gidermeye çalışırdı.
1964 baharında ABD’den yazar William Saroyan gelmişti. William Saroyan Bitlis Lisesi’nde bir konferans da vermişti. Basından, William Saroyan’ın Papşin’i ziyaret ettiğini de öğrendik. Ailesi Papşin köyündenmiş. 20. yüzyılın başlarında ABD’ye göçmüşler. William Saroyan ABD’de 1908 yılında doğmuş.
Tatvan-Ahlat yolu üzerinde, Ahlat’a yakın bir yerde alayın bir deposu daha vardı. O depoyu da bir manga kadar asker beklerdi. Nöbetçilerin değişimi ve depodakilere gıda götürülmesi söz konusu olduğu için o depoya da sık sık gidilirdi. Ben de birkaç defa o depoya gıda malzemeleri götürmüştüm.
Alaydan başka birliklere malzemeler götürüldüğü de oluyordu. Bir kere, Muş’taki piyade alayına bazı malzemeler götürmüştüm.
Muş’taki alay komutanının o zamanlar Kenan Evren olduğunu, çok daha sonraları anlayacaktım. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, Kenan Evren’in askeri yaşamıyla ilgili birçok yazı yayımlanmıştı. Muş Alay Komutanlığı’na o yazılarda rastlamıştım.
1960’lı yıllarda Yön dergisi, Türk düşün hayatında önemli bir yayın organıydı. Yön dergisi Bitlis’e de gelirdi. Bu yıllarda Barış Dünyası da önemli bir dergiydi. Yön için solcuların, Barış Dünyası için sağcıların dergisi denirdi. Kürd sorunu açısından Doktor Sait Kırmızıtoprak’ın ve Musa Anter’in tartışmaları, polemikleri önemliydi. Doktor Sait Kırmızıtoprak Yön’de, Musa Anter Barış Dünyası’nda yazıyorlardı. Her iki yazar da 49’lar Davası’nın sanıklarındandı. Bu iki yayın organında, bu tartışmaları ilgiyle izlerdim.
Gazete bayii, Bitlis’ten Tatvan’a giderken, yolun ikiye ayrıldığı köşedeydi. Üst yola bu noktadan itibaren yokuş çıkılarak varılıyordu. Askeri mahfel, yokuşun bitiminde, sağda yer alıyordu.
Bitlis’te, Hizan, Mutki, Tatvan, Ahlat, Adilcevaz gibi ilçelere, bu ilçelerdeki köylere fırsat buldukça gitmeye çalışırdım. Evde beraber kaldığımız Yılmaz arkadaş da bu gezilere katılırdı. Örneğin bir gün Bitlis’ten Mutki’ye yürüyerek ulaşmıştık.
Duderan aşireti, Rahva’ya varmadan solda, daha doğrusu Başhan’ın solunda, Tahtalı Köyü yaylalarında konaklıyordu. Duderan aşiretinin zomaları buralardaydı. Bitlis’ten Muş’a giderken, Rahva’da solda kalan Tahtalı Köyü yaylaları… Alikan aşiretinin zomaları, Nemrut-Süphan yaylalarındaydı. Nemrut Gölü çevresinde, Ahlat-Malazgirt arasında kalan Süte yaylalarında. Terhisten sonra da buralarda araştırmalar incelemeler sürdü. Van Gölü’nün güneyindeki Kariz-Avaberxan yaylalarında da.
1964 yılı Sonbaharında terhis oldum. 59. Dönem bir ay kadar geç terhis oldu. O zaman Kıbrıs sorunu önemli bir sorundu, Kıbrıs’a çıkarma yapmaktan söz ediliyordu. Askerli yedek subaylar için iki yıldı. Biz Kıbrıs’taki gelişmelerden dolayı 25 ay kadar askerlik yaptık. Terhisten sonrada, göçebe Kürd aşiretleriyle ilgili çalışmalardan dolayı, Bitlis’e gelip gitmeye başladım. Göçebe Alikan Aşireti, kışın Silvan’da Helin Köyünde konaklıyordu. Birkaç kez Silvan’a da gittim
Bitlis’in, benim yaşamımda çok önemli bir yönü var. Kürdlerin, Kürd/Kürdistan sorununun algılanmasında, Bitlis’in önemli bir yönü var. Bir defa, 1961 yılında, Elazığ’da, Keban, Karakoçan, Palu, Maden yörelerinde, Kürdlerle, Kürdçe’yle ilgili gözlemlerin, oluşan şüphelerin Bitlis’te sınanması söz konusudur.
İkinci olarak, Göçebe Kürd aşiretleriyle tanışma söz konusudur. (Nisan 1963) Üçüncü olarak, Şemdinli Rubaruk’da, Kürd diliyle ilgili gözlemler yeniden sınanmış, oluşan şüphelerin giderilmesi sağlanmıştır. (Eylül 1963)
Birinci Uluslar arası Bitlis Sempozyumu’nun düzenleyen Bitlis Düşünce ve Akademik Çalışma Grubu’na, ve Yaşar hocamıza teşekkür ediyorum. Bu sempozyumun düzenlenmesinde maddi ve manevi olarak emeği geçen herkesi sevgiyle selamlıyorum.