Bostan
Alacalık bürümüş verrojları, pul pul karalar görünüyor. Siyahlık gün be gün büyürken, beyazlık kayboluyor. Pul pul karalar el ele vermiş, beyazlığı yutuyorlar. Kar, adım adım geri çekiliyor. Beyazlık önde karalar ardı sıra, ağır ağır tırmanıyorlar. Tırmana tırmana Munzur Dağı’nın, Bingöl Dağı’nın, Ak Dağ’ın, Karaca Dağ’ın zirvelerine çekiliyorlar.
Güneş iyiden iyiye hissettirince tatlı sıcaklığını, ıslak topraktan yükselen buğu da dalga dalga havaya karışıp kayboluyor. Eriyen karlarla dolan dereler geçilmez oluyor. Derelerin taşıyla, çakılıyla savaşa tutuşan sular yamaç yamaç yıkıyor etrafı. Ta yaz gelene dek bu savaş sürüp gidecek.
Yer yer incelen karların yüzeyinde biriken sular damla damla toprağa sızıyor. Dayayıp ağzımı emiyorum. Hiç tadı yok! Zaten kar suyunun tadı olmaz ki. İçebildiğin kadar iç ama gidermez susuzluğu. Ne zaman ki eriyip toprağa karıştı, ne zaman ki topraktan tadını aldı, işte o zaman hoş olur. Pınar suyu oluverir.
Bostan yerinin karları da erimiş. Yer yer otlar yeşermeye başladı. Bostan yerimiz axpîndir. Ne ekersen çıkar. Her şey yetişir. Bahara doğru abimle beraber küller serptik bostanlığa. Erkenden eriyiverdi karları.
Her yıl ekeriz bostanı biz. En erken yetişeni, en bereketlisi bizimkisi. Domates, biber, salatalık, acur, kabak, soğan, karpuz, kavun, fasulye, ayçiçeği, şeker pancarı, mısır, maydanoz… Sebze en erken bizim bostandan tadılır. Annem ellerini yıkar, dualar eder. Hızır’ın adını anararak ilk ürünü toplayıp komşulara ikram eder. Yaklaşmamıza izin vermez, “kötülük getirir” der, “günahtır” der.
Bu yıl bostan işini abimle ben üstlendik. Bostan görevi bu yıl bize emanet. Bu yıl da en erken bizimkisi yetişmeli. Bostan nasıl olurmuş, konu komşu bir daha görmeli.
Abimin kitapları var. Evde saklıyor; bazen yüklüğün altına koyuyor, bazen yatakların arasına saklıyor, bazen de sepetlerin altına. Benden başka kimseye kitaplarını göstermiyor abim. Bir ben onlardan haberdarım. Babam, annem, ablam bilmiyor. Haberleri yok. Zaten bilseler, annemle babam çok kızar. Annem kendini yer bitirir. Ateşe atar, yakar kitapları. Abim de saklıyor, gizli gizli okuyor.
Abim ilk göbektir, ben sonuncuyum. Ablama pek güvenmez abim, kitaplardan bahsetmez ona. Bir ben bilirim kitapların yerini. Birkaç kez aldım karıştırdım sayfaları. Hiç resim yoktu. Hepsi yazı. Ufacıktı yazılar, pire kadar. Okuyamadım. Birkaç sözcük okumak için zorladım kendimi ama hiçbir şey anlayamadım. “Bunlar okul kitapları değil” dedi abim.
Abim çok güzel okuyor. Ne kadar küçük olursa olsun yazıları, her çeşit kitabı okuyabiliyor. Bilgilidir abim, her şeyi bilir.
Okumam iyi değil. İki yıl okula gittim, hiç sevmedim. Acaip bir görüntüsü vardı öğretmenin. Göbeği öküz karnı gibi. Kafası keldir, çapaklıdır gözleri. Zaten okuldan hoşlanmıyorum. Sıkılıyorum okulda, nefesim daralıyor.
Ben kelebekleri severim. Çiçekleri, çayırları, ağaçları, kuşları severim. Derenin kenarında güzel taşlar var. İncecik olanları, yassı, yuvarlak olanları var. Ben bostanı severim, bostan işinden anlarım. Anlamıyor olsaydım abimle hiç bu yıl bostan işini üzerimize alır mıydık?
Şafak vaktiydi. Uyandım. Güneş henüz doğmamış. Abim hala uyuyor. Vardım çeşmeye. Aman Allahım! Askerler derenin karşı kıyısından bizim eve doğru geliyor. Hemen geri döndüm, uyandırdım abimi. “Askerler geliyor askerler!” dedim. Yatağından sıçradı, yüklüğün altından kitapları kaptığı gibi evimizin arka tarafındaki taşlıklarda gizledi. Döndü, çabucak giyindi.
Askerler evin etrafını sardı. Ucundan tuttuğu başörtüsüyle ağzına örten annemin elleri koynunda, dizleri titriyordu. Ablam da korkuyordu.
Askerler evimizin altını üstüne getirdiler. Yüklük, yataklar, sandık, mutfak, samanlık, ahır. Her tarafı didik didik ettiler. Bir şey bulamadılar.
Abimin ellerini kelepçelediklerinde annem ileri atıldı. “Nedir, suçumuz nedir, bizden ne istiyorsunuz?” diye bağırdığında, askerlerden biri anneme yöneldi. Annemi de dövecek diye çok korktum.
Askerler abimi aralarına katıp gittiler. Dudağı yamuk yumuk olanı anneme “Kocana söyle, bugün karakola gelsin!” dedi.
Babam erkenden tarlaya gitmiş. Tarla da epeyce uzak. Koşa koşa vardım, olan biteni anlattım. Dizlerinin bağı çözüldü, güçten, takatten kesildi.
Durmadı. Tıraş olup elbiselerini değiştirir değiştirmez karakolun yolunu tuttu. Yüreğim titredi. Ağladım. “Gitme” dedim. Babam gidip bir daha dönmeyecek hissine kapıldım. “Abini götürmüşler, nasıl durabilirim ki?” dedi. Gitti. Ne kendisi döndü ne de abim.
Annem her gün ağlıyor. Dünya gözü önünde kapkaranlık olmuş. Boğazından lokma geçmiyor. Evden haberi bile yok. İnekler ahırda aç mı, susuz mu, buzağılar öldü mü, kaldı mı. Habire dövünüp söyleniyor.
Ev işlerini ablam yapıyor. Dışarıdaki işleri de ben yapıyorum. İnekleri otlatıyorum. Dağa taraf götürüyorum. Oralarda ot boldur. İnekler yapışıp kalıyor. Dağ tarafında kengerler var, mantarlar var. Çirişotu çıkmış. İneklerimiz kocaman kocaman karınlarını doyururken, ben de beraberimdeki çantayı dolduruyorum. Ablam göverti türü şeyleri iyi pişirir. En güzeli de mantar pişirir. Sütte yapar. Ne de lezzetli olur.
Aklım bostan yerinde. Ne olacak bu böyle? Bostanımız bu yıl kaldı da kaldı. Yüreğim elvermiyor.
Günler uzamış. Otlamaya iki öğün gidiyor inekler. Sabahleyin götürüyorum, öğlen vakti getiriyorum. Öğleden sonra götürüyorum, akşama getiriyorum. Eve varır varmaz, hiç durmadan beli, tırmığı, kazmayı, çapayı yüklenip bostan yerine koşuyorum. Göz gözü görene dek çalışıyorum. Annem bana kızıyor. “Oğul oğul, sen köpek canlı mısın ne? Öldürdün kendini! Bostan neyimize, bir tek bostan mı eksik kaldı?” diyor. Basıyor küfürleri, bedduaları…
Baştan başa belledim bostan yerini. Beli çok güzel kullanırım. Toprakta hiç topak mopak kalmıyor. İyiden iyiye hava alıyor, dinleniyor toprak. Pamuk gibi olmuş; yumuşacık.
Bostan yeri dümdüz olmuş, sanki tapanlamışlar dersin. Çünkü ben derinden, ufak ufak belliyorum. Annem istediği kadar söylenedursun, ben ne yapıp edip bu yıl bostan ekeceğim. Öyle bir ekeceğim ki her yıl olduğu gibi bu yıl da en erkeni bizimkisi olgunlaşmalı. Kimsesizlikten bu yıl bostan ekemediler demesinler. “Aferin” desinler. “Hıdır, babasından, abisinden aşağı değil” desinler. “Artık büyümüş, evin erkeği olmuş” desinler. “Helal olsun be Hıdır’a, ne bostan ekermiş!” desinler.
Belleme işi bitti. Şimdi sıra karıklarda...
Bostanımız göğermiş, şenlenmiş. Sarı sarı, beyaz beyaz çiçeğe durmuş. Soğanların cücüğü iki karış. Maydanoz vermiş rüzgara yapraklarını. Mısır, ayçiçekleri boy boy. Domates fidelerine vuruyor hafiften bir rüzgar, reyhan kokuyor. Ne de hoştur kokusu.
Arkı kazmışım. Kurumuş yapraklardan, otlardan, taştan, çakıldan temizlemişim bir. Erkenden uyanıyorum, gavara gidip salıyorum arka suyu. Karık karık suluyorum bostanı. Keyfine diyecek yok. Sever bostan serin suları.
Sonra kesiyorum suyu. Kahvaltımı yapıyorum. Katıp önüme inekleri yabana gidiyorum. Çok iyi otlatıyorum inekleri. Onlar da bol süt veriyor bize. Annemin haberi bile yok. İşi gücü ağlayıp söylenmek zaten. Ablam söyledi. İneklerin sütü çoğalmış. İnekleri sevmesine severim ama bostan işi daha fazla hoşuma gidiyor. Gözümden kaçmadı, komşularınki henüz çiçeğe bile durmuş değiller. Halleri ahvalları hiç de iyi görünmüyor. Sebze fideleriyle ayrık otlarını birbirinden ayıramazsın. Fideler gerisin geri çekiliyor dersin!
Babamla abimi salıverdikleri haberi ulaştı. Bayram yerine döndü ev. Yollara dikilip kaldı gözümüz. Nihayetinde iki karartı uzaktan belirmeye başlayınca hep birlikte karşılamaya koştuk.
Annem abime yapıştı, ağladı da ağladı. İki gözü iki çeşme. Ablam da ağladı. Ama ben sıkı tuttum kendimi. Ağlamadım.
Abim çok zayıflamıştı. Bir deri bir kemik kalmıştı. Ufalmıştı, benim kadar olmuştu. Babam da zayıflamıştı.
Banyo kazanını ateşe koyduk. Odun attım altına, çalı çırpı attım. Erkenden ısındı su. Abim girdi banyoya. Gidip su döktüm başına. Sırtı simsiyahtı. Copların, kalasların izi kan bürümüş, mosmor olmuş. Dikine, yanlamasına, enlemesine, çaprazlama cop, kalas izleriyle dolu. İzleri yıllarca kaybolmayacak.
Bostana gittik. Yeşillikten toprak görünmüyor. Domatesler öbek öbek, ayçiçekleri boy boy. Rüzgara tutulmuş raks ediyor fideler, güzel güzel kokuyor. Hiç yabani ot yok. Öyle bir güzelcene ayıklamışım, öyle bir güzelcene çapalamışım ki. Abim çok beğendi. “Aferin sana” dedi. “Eğer o kitaplar askerlerin eline geçseydi hayatta kurtuluşum olmazdı, bizi bırakmazlardı.” dedi.
Erik mevsimidir. Erikler olgunlaşmış. Şimdi yeşiller, ekşiler. Daha sonra sarıya çalacaklar, kırmızıya çalacaklar, tatlılaşacaklar.
Amcam birkaç yıl önce göç edip şehre yerleşmiş. Evi, ahırı, samanlığı yıkılmış, harabeye dönmüş. Eriklerini biz topluyoruz. Çok hoşlar erikleri.
Amcamın harabesi evimizden epeyce uzak. Ben, abim ve ablam, aldık yanımıza birkaç bakraç, erik toplamaya gittik. Eriklerimizi yedik, bakraçlarımızı doldurduk, eve dönecektik ki üst dallara çıktım ben. Biraz daha erik toplayacaktım. Bir baktım ki kırk elli asker aşağıdan bize doğru geliyor. “Asker geliyor asker” dedim ve çabucak indim aşağı. Bakraçlarımızı kaptığımız gibi eve doğru koştuk. Eğer bizi oralarda görürlerse, ateş açar, “üç terörist öldürdük” derler.
Eve vardığımızda ablam “Askerler bizi harabede görselerdi, bir şey yapmazdı. Hıdır daha çocuk, devrimciler olmadığımızı anlarlardı.” dedi.
Çok zoruma gitti. Bana çok ağır geldi. Alnımın ortasından vurulmuşa döndüm. Kalbim kırıldı, parça parça bölündü. Ne kadar da saçma konuşuyor! “Hıdır çocuktur!” Dünyadan haberi bile yok. O kitapları askerlerin elinden kim kurtardı? Şunca ineği bu yıl kim otlattı? Gözleri kör olasıca bu hanım hanımcık, bunca bostanı kim ekti, kim suladı, demiyor mu?
Öyle bir sinir tuttu ki beni, öyle bir hiddetlendim ki! Çatladım. Zaten konuşması insanı çileden çıkartır, öldürür insanı.
Bu yıl elini bostana sürmeyecek. Bırakmayacağım. Yanaşmasına bile izin vermeyeceğim. Dolayacağım saçlarını elime, yerlerde sürükleyeceğim onu. Bostanıma yanaşmasın. “Hıdır daha çocuk” ha! (*)
Bursa E Tipi Cezaevi, 16.04.2006
_____________
(*)Öykü, Zazaca Kürtçesinden çevrilmiştir.
Kaynak: Canşad, Murad, Xafilbela, Vate Yayınları, İstanbul 2007, s. 75-81 ve Hece Öykü, İki Aylık Öykü Dergisi’nin Aralık-Ocak 2010-211 sayısında yayınlamıştır.
verroj: Zazaca Kürtçesinde “güneşlik”, “güneşi gören taraf”, “kuzeyin tersi” anlamındadır.
axpîn: Zazaca Kürtçesinde “ verimli bir çeşit toprak” anlamındadır.
gavar: Zazaca Kürtçesinde, 1.akarsu kavşağı, 2.su arklarının kesiştiği yer anlamındadır.