zazaki.net
23 Teşrîne 2024 Şeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
25 Temmuze 2021 Yewşeme 09:21

Cendere II

İsmail Beşikçi

Doğan Karaağaç’ın Cendere romanının ikinci cildi yayımlandı.

Doğan Karaağaç Cendere II, Haziran 2021, Alan Yayıncılık, 286 sayfa

Yazar Doğan Karaağaç, burada, Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’ni, tutuklulara karşı yürütülen aşağılayıcı muameleyi, işkenceleri, insanlık dışı, çağdışı insan ilişkilerini gündeme getirmektedir.

Burada şu durumun, şu ilişkilerin vurgulanması önemlidir. Bütün bu baskıların, işkencelerin, tutuklulara çağdışı, insanlık dışı muamelelerde bulunmanın temel nedeni Kürd sorunudur. Temel neden, Kürtlüğü, Kürdçeyi yoketmedir. Devlet bunun için çok yoğun bir çaba içindedir. Bunun için her türlü önlem tasarlanmakta, planlanmakta, bu önlemler, planlar yaşama geçirilmektedir. Kürdlerin onurunu zedelemek, yaralamak, her türlü direncini kırmak, moralleri sıfıra indirmek, özgüvenini kaybeden insanlar, toplum oluşturmak, devlete itaati, sadakati sağlamak, bütün bu yaptırımların ana nedenidir. Fakat, romanın başkahramanı Devran, ‘biz sınıf mücadelesi yapıyoruz’ diyerek, Kürd dili ve Kürd kültürüne yapılan baskılarla hiç ilgilenmemektedir. Dil ve kültürle uğraşmayı ilkellik, gericilik saymaktadır. Bu yazıda Devran’ın bu tutumu irdelenmeye çalışılacaktır.

* * *

Cendere II romanında sayfa 252-257 dikkate değer bir bölüm. Bu bölüm, Devran’ın düşüncelerini, duygularını açıkça ortaya koyuyor.

Devran, 1990’larda, Sovyetler Birliği’nde, Sosyalizmin, Sovyet sisteminin çökmesi sürecinde moralini kaybeder, duygularında, düşüncelerinde yıkıntılar oluşur. Siyasetten çekilmeye çalışır. Devran’ın siyasetten çekilmesine arkadaşları itiraz eder. Arkadaşları, Adille ve Eyüple Devran arasında şu şekilde bir tartışma olur:

“Neden ama? Sovyetlerdeki deprem seni niye etkiliyor ki? Burada bir ulusal sorun var ve bu sorunun çözülmesi için verilen bir kavga var. Farzet ki, Sovyet sistemi hiç olmamış olsun, bu ulusal sorunumuzu çözmek, özgür bir toplum yaratma amaç ve hedefi için çalışmayacak mıyız yani.” dedi, Adil.

“Ben bir Marksistim” dedi, Devran. “Benim için esas olan, sömürüsüz bir toplum ve dünya yaratmak hedeftir. Herşeye sınıf bakış açısıyla bakıyorum. Sınıf perspektifini baz ve esas alıyorum. Bir şeyi destekleme, katılma yürütme gibi bir tutuma girmem için o şeyin sınıfsal eksende olması benim kriterimdir. Yıllar önce bütün herşey ile köprüleri atıp mücadeleye atıldığım zaman, beni bunu yapmaya yönelten temel çıkış noktası sömürüsüz bir toplum yaratma hayaliydi, sömürü ihtiva eden bir Kürd toplumu değildi. Sınıflı bir Kürd toplumu yaratmanın bir kıymeti yoktur. Böyle bir amaç için, ben, hiçbir çaba sahibi olamam, olamam. “

“Nasıl yani? Ne diyorsun sen, bağımsız bir devlet hedefi neden çaba sarf etmeye değmez olsun” dedi, Eyüp.

“Ben milliyetçi değilim. Her türlü milliyetçiliğe karşıyım” dedi Devran. “Sınıf bilinci yeterince olmayan birinin beni anlaması zor olur, gerçekten. Ama anlatmaya çalışacağım. Milliyetçilik ileri bir toplum yaratmaz. Milli duygularla yola çıkarak en iyimser ihtimal, sınıfları içeren yoksullar ile varsılların varolduğu bir toplum yaratmak olabilir. Bu da benim için fazla anlamı ve değeri olmayan bir toplumsal haldir. Böyle bir sonuç yaratmak için kavga yapmanın manası yok. Zira böyle bir durumu zaten yaşıyoruz.  Bir çalışma ve kavga sosyalizme yol açmayacaksa ben o çalışma ve kavganın içinde olamam, olmam.” (s. 252-253)

‘Marksizm’, ‘Sınıf mücadelesi’, ‘Sınıf bilinci’, ‘Sömürüsüz toplum’ gibi kavramlar kullansa da, arkadaşlarına, ‘Sınıf bilinci yeterince olmayan birinin beni tam anlaması zordur’ diye hava atsa da, Devran tam anlamıyla, devletin olmasını istediği, oldurmaya çalıştığı bir Kürddür.

“İstediğin gibi konuşabilirsin, hatta beni istediğin gibi eleştirebilirsin, sömürüsüz toplumdan, proletarya diktatörlüğünden vs. söz edebilirsin, yeter ki Türkçe konuş, Kürdlerden, Kürdlerin haklarından, özgürlüklerinden söz etme…” Devletin olmasını istediği, oldurmaya çalıştığı Kürd, böyle bir Kürddür.

* * *

1930’larda, devlet, Kürd çocuklarına, döverek, söverek, Kürdçe’ye, ailelerine hakaret ederek, ailelerini aşağılayarak onlara Türkçe öğretmeye çalışırdı. Kürd çocuklarının kafalarına sopalar indirerek, kafalarını yazı tahtasına çarparak, ellerine sopalar vurarak, yazı tahtasının önünde, arkadaşlarının karşısında, tek ayak üzerinde durdurarak… Türkçe öğretmeye çalışırdı. Çarşıda, pazarda Kürdçe konuşanlara para cezaları yazarak Kürdlere Kürdçe öğretmeye çalışırdı… Kürdçe’yi unutturmaya gayret ederdi.

Yazının başında, Diyarbakır 5 nolu cezaevinden, tutuklulara karşı yürütülen çağ dışı, insanlık dışı muamelelerden söz edilmişti. Bütün bunlar da böyle bir Kürdü yaratmak için yapılıyordu. Kürdlerin onurunu zedelemek, yaralamak, direncini kırmak, devlete itaati sağlamak için yapıyordu.

Devran ise, gönüllü olarak Türkçe konuşuyor. Kürdçe konuşmuyor. Kürdçe konuşmayı, Kürd ulusal değerlerine sahip olmayı, onları savunmayı gericilik sayıyor. Marksizm, sınıf bilinci, sınıf mücadelesi gibi kavramları yaşama geçirme sürecinde, kendi kendine, kendi toplumuna yabancılaşmış bir kişi. Devran artık kendi değil. Kim? Türkçe konuştuğu için, Kürdçe konuşmayıp Türkçe konuştuğu için, Kürdçe konuşmamasından hiç rahatsız olmadığı için, Türk olduğu, Türkleştiği kabul edilebilir. Böyle bir Türkleşme sürecinin, Marksizm, sınıf mücadelesi, sınıf bilinci. vs. kavramların eşliğinde gelişmesi şaşırtıcı bir durumdur. Halbuki, bir insanın, sağcı veya solcu olmasından önce kendi olması gerekir. Eğer milli duygu yoksa, milli duyguları yoketmeye çalışan devlet anlayışına karşı ciddi bir muhalefet yoksa, bu Marksizm-Leninizm’den hiçbir şey çıkmaz. Hele hele, milli duygulara rağmen, milli duyguları hiçe sayarak yürütülen Marksim-Leninizmin, sınıf mücadelesinin hiçbir geleceği yoktur. Milli duygu yoksa, sömürge baskısı altında olan bir yönetim de sağlıklı bir toplum oluşturamaz. Bu yönetimlerin sağlıklı bir toplum oluşturmaları, sömürge baskısıyla başetmeleri, ancak milli duyguları geliştirme sürecinde sağlanır.

Devlet, sınıf mücadelesinden, sınıf bilincinden, sömürüsüz toplumdan, proleterya diktatörlüğünden vs. söz etmeyi artık bir tehdit olarak görmüyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin geri çekilmesinden sonra bu süreçleri, tehdit olarak algılamıyor. Kürd olmayı, Kürdçe konuşmayı, Kürd haklarından, özgürlüklerinden söz etmeyi ise çok büyük tehdit olarak algılıyor. Böyle bir süreç içinde, Devran, devletin olmasını istediği bir kişi olmuş. Ama Devran bu sürecin bilincinde değil.

Dikkat edelim: Devran, ileri sürdüğü düşünceler çerçevesinde bir mücadele de yürütmüyor, mücadeleden kopma, kaçma sürecindedir.

Devran, ‘her türlü milliyetçiliğe karşıyım’ diyor. ‘Seni ezeceğim, yok edeceğim. Dilini, kültürünü yok edeceğim, seni tarihlerden, yeryüzünden sileceğim’ diyen ırkçılığa varan bir milliyetçilik var. Bu planlanan, tasarlanan bir durum değil, Bizzat yaşanıyor, uygulanıyor. Yüz yıla yakın bir zamandır, yaygın ve derin bir şekilde yaşanıyor, yaşatılıyor, uygulanıyor. Bir de bu anlayışın baskı altında tuttuğu, her türlü önlemi yaşama geçirerek gelişmesini önlediği bir milliyetçilik var.

Bu milliyetçiliğe mensup olanlar, her türlü idari ve cezai yaptırımlara rağmen, kendi dillerini, kültürlerini savunuyorlar, bunları baskıdan kurtarmaya gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorlar. ‘Her türlü milliyetçiliğe karşıyım’ diyerek bu iki süreç nasıl, aynı kefeye konulabilir? Bu, kendi ulusal değerlerine karşı körleşmeden, yabancılaşmadan başka bir şey değildir. Marksizm, sömürüsüz toplum, sınıf mücadelesi, sınıf bilinci gibi kavramların, böylesine bir körleşmeyi ve kendi toplumunun ulusal değerlerine karşı yabancılaşmaya sağlaması, herhâlde, sadece bazı Kürdlerde görülen bir durumdur.

Hüseyin Kaytan’ın, Salih Dündar’ın, Saatin İçindeki Sır romanına yazdığı Önsöz’e bir daha bakmakta yarar var.

* * *

Diyarbakır 5 nolu Cezaevi’nde 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece, Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık ve Mahmut Zengin kendilerini yakıyorlar ve yaşamlarını yitiriyorlar. Bu tutukluların bıraktıkları notta şunlar yazıyor: “Bu eylem, cezaevinde dayatılan insanlık dışı koşulları protesto amaçlıdır. Mazlum’un eyleminin bir devamıdır. İnsanlık onuru işkenceyi yenecektir. Ferhat, Necmi, Eşref, Mahmut” (s. 220 vd.)

Bu arkadaşların, böyle bir notta bile Kürdlerle, Kürdçe’yle ilgili bir cümle yazmamaları dikkate değer bir durum. Halbuki sözü, edilen baskıların, zulmün amacı Kürdleri etkisiz bırakmak, Kürdçe’yi yok etmektir. Türkçe’yi egemen kılmak, Kürdçe’yi unuturmaktır.

* * *

Cezaevi yönetimi, Kürd tutuklulardan, kendi paralarıyle, yağlıboya, neft, karton, tahta gibi ürünler almasını istemekte, onlardan, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Türk öğün, çalış güven’, ‘Her Türk asker doğar’ gibi sloganlar yazmasını istemektedir. Bu sloganlar, koğuşlara, cezaevinin ana maltasına, görüş yerlerine vs. asılmaktadır. Kürdçe konuşmak yasaktır. Görüşlerde Kürdçe konuşmak yasaktır. Bütün bu emirler, tutuklular tarafından harfiyen yerine getirilir. Böyle bir durumda bile, ölüme giderken bile, Kürdlerden, Kürdçeden, söz edilmemesi şaşırtıcıdır. Örneğin, ‘Ben/biz Kürdüz. Böyle bir slogan yazmayız, bağırmayız…’ neden denemiyor? Muhtemelen bu arkadaşlar da ‘sınıf mücadelesi’ yapıyor. Kürd ulusal değerlerini, yaşamayı, savunmayı küçümsüyorlar, bunu gericilik sayıyorlar.

* * *

Halbuki, cezaevi yönetimine, emirlere karşı çıkanlar, istenileni yapmayanlar olabiliyor. Bir gün, cezaevi yönetimi bir koğuşu havalandırmaya çıkarıyor. Tutukların iki sıra olmalarını istiyor. İki sıra. Herkes birbirinin yüzüne bakıyor. Müdür, ‘şimdi, birbirini tokatlama eğitimi yapacağız’ diyor. ‘Herkes karşısındakine tokat atacak. Bu tokat şiddetli olmalı.’

Sıranın başında bulunan, yaşlı-başlı bir öğretmen, karşısında duran gence, şiddetli bir tokat atıyor. Bu, örgütle siyasetle, ilgili olmayan sıradan bir Kürd gencidir. Operasyonlar sırasında orada bulunan, oradan geçerken alınan bir genç. Müdürün emri gereği o da öğretmene tokat atacak. Fakat o gençte bir kıpırtı yok. Müdür tarafından, askerler tarafından, ‘sıra sende’ diye azarlanır. O genç, ‘Ben arkadaşıma vurmam’ der. Müdür, ‘Bu bir emirdir, sen yönetimin emrini nasıl dinlemezsin!...’ diye gürler. Genç, ‘böyle emir olmaz, ben arkadaşıma vurmam’ der. (s. 177)

Bu genci, daha yoğun işkenceler yapabilmek için gruptan ayırırlar, farklı bir alana işkence yapılan mekanlara götürürler.

Böyle tutumların da yaşandığı bir dönemde, neden, herhangi bir militan ‘Ben Kürdüm, bu tür sloganlara teşne olmam…’ diyemiyor. Muhtemelen onlar da ‘sınıf mücadelesi’ yapıyorlar, Kürd ulusal değerlerin savunmayı gericilik sayıyorlar.

Dikkat edelim, bu Kürdçenin, Kürdçe konuşmanın yasak olduğu bir dönem. Bu çağdışı bir yasağa karşı çıkmak evrensel bir tutum değil mi? Kürd ulusal değerlerini yaşamayı savunmayı gericilik sayıyorlar, ama Türk ulus değerlerini yaşamaktan, yaşatmaktan rahatsız değiller.

* * *

14 Temmuz 1982 tarihinde gerçekleşen bir duruşmada Hayri Durmuş, işkenceleri protesto etmek için ölüm orucuna başlayacağını duyurur. Bu süreç şöyle gelişiyor:

Hilvan-Siverek grubunda yargılanan Fevzi Yetkin, 13 Temmuz günü mahkeme salonunda, tüm cesaretini toplayarak ve ağır işkenceleri göze alarak 33. Koğuşta, dörtlerin 18 Mayıs gecesi kendilerini yaktıklarını, ve öldüklerini açıklaması tüm cezaevinde olayın duyulmasını sağladı.

KİP hareketinin kurucularından olması münasebetiyle, bütün büyük yargılanan gruplarla birlikte mahkemeye çıkarılan Mehmet Hayri Durmuş, mahkeme salonunda bunu duyduktan bir gün sonra, 14 Temmuz 982 günü devam eden duruşmada söz alıp, ‘siyasi savunma haklarının ellerinden alındığını, işkencelerin günlük yaşam şekline dönüştürüldüğünü, bu durumu protesto etmek için 33. Koğuşta, Ferhat, Necmi, Mahmut ve Eşref arkadaşların kendilerini yakarak protesto ettiklerini ve yaşamlarını yitirdiklerini’ belirttikten sonra, ‘Ben de bu andan itibaren ölüm orucuna başlıyorum diyerek, tarihi kararını açıklayan konuşmasını yaptı. Hayri’den sonra söz alan Kemal Pir, onun ardından Akif Yılmaz ve Ali Çiçek, Hayri’ye katıldıklarını ve ölüm orucuna başladıklarını duyurdular.“ ( s. 226-227)

Ölüm orucu sürecinde bu arkadaşların da 70 güne varmadan, birer birer yaşamlarını yitirdikleri biliniyor. Bir de şu konuya dikkat çekmek gerekir kanısındayım. 12 Mart sürecinde, (1971) Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nde, Kürd olmayı, Kürd dilini ve kültürünü savundukları, yaşadıkları için tutuklanan, işkence gören toprak sahibi, ağalar vardı. Örneğin, Mardin/Silopi’den Hurşid Ağa (bk. İsmail Beşikci, Söz Konusu Vatansa Bilim Teferruattır, İBV Yayınları, Mayıs 2021, İstanbul, s. 89-91) ‘Sınıf mücadelesi’ sürecinde bu ilişkileri nereye koymak gerekir? Örneğin Devran bu ilişkileri nasıl yorumlar?

* * *

İnsanların haklı davalarını savunabilmek için yaşamlarını ortaya koymaları önemli, dikkate değer bir olgu. Ama, işkencelerin, çağdışı yaşamların, Kürdleri, Kürdçeyi yoketmekle ilgili olduğunun bilincine varılmaması, dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir olgu, esas protestoların buna ilişkin olmaması şaşırtıcı bir durum…

* * *

“Bir kapitalist devlet kurmak, öyle bir devlet yaratmak için kılımı bile kıpırdatmam ben” dedi, Devran. İnsanların, sömürülecekse, Türkçe ya da Kürdçe konuşulmuş , ya da Arapça, veya Rusça konuşulmuş, bunun ne anlamı var?” (s. 254-255)

Dikkat edelim, bu konuşma, Kürdçe konuşmanın yasak olduğu, Kürdçe konuşmanın idari ve cezai yaptırımlar bağlandığı bir dönemde yapılıyor. Türkçe, Arapça, Farsça, Rusça konuşmanın hiçbiri yasak değil. Ama Kürdçe yasak, Kürdçe’nin günümüzde de, bazı kişiler ve ilişkiler çerçevesinde hala yasak olduğu da söylenebilir. Böyle bir ortam sömürü için elverişli bir zemin yaratmaz mı?

Devran’a göre, milliyetçiliğin ilericiliği, haklılığı gerekirciliği olmaz…. Ezilen ulusun milliyetçiliğinin ilericiliği savı burjuvazinin aldatmacası ve savıdır. (s. 255)

Bütün bunlar, bir yerde, ’sınıf mücadelesi’, ’sömürüsüz toplum’, ‘sınıf bilinci’ gibi kavramları gündeme getirerek ana davadan kaçmak değil midir? Bu kavramların, ana davadan kaçma sürecini gizleyen, örten bir işleve sahip olduğu düşünülemez mi? ‘Sınıf mücadelesi’, ‘Sınıf bilinci’, ‘sömürüsüz toplum’ gibi ezberlerin, insanların zihnini dumura uğrattığı, bir kısım Kürdlerde rahatlıkla izlenebilen bir süreç…

Na xebere 1027 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.