Dersimli Kürd Kızı Emê ve Harput Misyoner Okulu
Bu çeviri, Harput Amerikan İlahiyat Okulu’nda 1857–1893 yılları arasında idarecilik yapmış, Amerikalı misyoner çift Bay ve Bayan Crosby H. Wheeler’ların ‘Misyoner Bahçemizden Bir Buket’ adlı 1876 yılında yayımladıkları kitaptaki “Kürd Kızı Emê” bölümünü kapsamaktadır. Bay Wheeler, aynı zamanda 1878 tarihinde kurulan Harput Amerikan Koleji’nin (Fırat Koleji) kurucusudur. Gerçek olarak yaşanmış olan bu anlatının içeriği ve aslına sadık kalarak çevirdim.
* * *
Harput’un yaklaşık 120 kilometre kuzeyi, Antitoroslar yani Toros Dağlarının güney kolları ile çevrilidir. Doğuya, Fars ülkesine doğru, tepelerinde Nasturilerin de yaşadığı bu sıra dağlar, ana Kürdistan üzeri, içerisinde sayısını bilemeyeceğimiz kadar Kürd aşiretlerinin de yüzyıllardır yaşadığı coğrafya boyunca Basra Denizi’ne kadar uzanır. Bu Kürd aşiretlerinin ataları olan Karduklar (Carduchi) da, bu bölgede 2300 senedir sürekli ve sağlam bir şekilde hep var olmuşlardır. Öyle ki, bizim Kürd misyoner merkezlerimizden birinin bulunduğu kilisenin de yer aldığı Redwan yakınlarında, Yunanlı komutan Ksenefon’un ordusu On Binlerin Dönüşü sırasında (MÖ 400’ler), onların topraklarından geçerken Ksenefon’a karşı koyarak, geçişlerini engelleyendir bu Kürdler.
Kurmancî ve Zaza Kürdçesi konuşan bu çok mistik ve ilginç bir toplum olan Kürdlerin kökenleri hakkında değişik teoriler bulunmakta. Bu teoriler arasında mantık dışı olanlar da var. Mesela, bir rivayet, Tanrı huzurunda ulu bir avcı olan Nemrud’un iki oğlunun olduğu ve bu avcı iki kardeşin arkadaşları ile birlikte avlanmak için dağa gittikleri ve orada dönmemek üzere kaldıklarıdır. Tabi böyle bir rivayetten çoğalmak ve neslin devamlılığını sağlamak söz konusu olamaz, ki ayrıca zaten Şark ülkesindeki insanlar arasında fiziksel olarak en alımlı ve güzel olanları da Kürdler arasındadır.
Ancak her halükarda herkesin hemfikir olduğu ve idda ettiği, evrensel bir anlatım olan tufan olayı var. Öyle ki, bu tufan sırasında Adem’in tüm çocukları boğulmaktan kurtulamıyorken, ki Hz. Nuh’un hizmetkarlarının dahi Nuh’un gemisine binmelerine izin verilmemişken, sekiz kişinin gemiye alınarak kurtulmasına izin verilmiş ve bu sekiz kişi arasında Kürdlerin ataları da varmış. Bu rivayet ile, biz, konumuz olan ana anlatıma, yani Emê’ye dönelim.
Bundan yıllar önce, Çemişgezek yakınlarındaki bir bölgede yaşayan Murto adındaki bir genç, Beyziye adındaki güzelliği dillere destan bir kız ile evlenir. Bu kızın güzelliğini Murto gibi, çevresindeki diğer tüm herkes de bilirdi, çünkü Kürdler kadınlarını her ne kadar ölesiye kıskanıp koruyor olsalar da, hiç bir şekilde onların yüzlerini örtmeleri veya yüzleri açık dışarıda dolaşmaları konusuna karışmıyorlardı. Böyle bir durum o kadınlarının yüzlerini çirkin siyah peçeler ile kapatan harem sahibi Türkler arasında, veyahut onlardan geri kalmayan Ermeniler arasında olması söz konusu değildi.
Mutlu olan ve birbirlerini seven Murto ve Beyziye çok geçmeden Emê* ile Xecê* adını verdikleri kız çocuklarına sahip olurlar. Yalnız mutlulukları fazla sürmez. Beyziye’ye talip olanların bazıları halen o isteklerinden vazgeçmemişlerdir. Öyle ki bunlardan biri, ki oldukça varlıklı ve güçlü olan bir Kürd ağası, bir gece ansızın mutlu çiftin evlerini adamlarıyla birlikte basarak, güzel Beyziye’yi kaçırır.
Bu hadiseden sonra evinden ve ailesinden alıkoyulan ve bilinmedik bir yere götürülen Beyziye hakkında, akibetinin ne olduğu, götürüldüğü yerden kaçmaya çalışıp çalışmadığı hususlarında bir bilgiye hiç bir zaman ulaşamadık. Ancak bildiğimiz, Murto’nun bu hadiseden sonra Çemişgezek’e kızları ile gelip yerleştiği ve ölümünden kısa bir zaman sonra iki küçük kızının varlıklı bir Ermeni ailenin yanına hizmetçi olarak verildiğiydi (yanlış bir anlaşılma sonucu Harput Gazetesi’inde çıkan bir haberde ‘babanın öldüğü, annenin ise tekrardan evlendiği’ şeklindeydi. Haber doğruydu, ancak zaman sıralaması yanlıştı).
Kızkardeşlerin büyüğü olan Emê’nin, İncil’in ışığı ile kadınların eğitimi ve okuma yazma öğrenebilme imkanlarından haberdar olması, yanlarında çalıştığı ailenin günah çıkarma ayinleri ile birlikte gerçekleşir ve okuma yazmayı da öğrenerek, Matta’nın Müjdesi’nden (İncil) iki sentlik nüshaya sahip olur. Bizlerin ilk kez bu kız hakkında haberimizin olması 1869 yılında Çemişgezek’teki misyon merkezimizden ‘Harput Yatılı Kız İlahiyat Okulu için bize fakir bir kız geldi’ diye bir talebin iletilmesiyle oldu. Bizim cevabımız ise her zamanki gibi ‘eğer uygun biri ise ve onun kitaplarını, elbiselerini ve seyahat giderlerini karşılayan mesul biri de varsa, kabul ederiz’ şeklindeydi. Ardından da ekledik ‘bilinmeli ki bizim okulumuz bir hayır kurumu değil’. Cevap geçikmemişti: ‘Bu kız kimsesi olmayan ve kimsenin de umursamadığı fakir bir Kürd kızıdır. Yanında çalıştığı ve birlikte ikamet ettiği kişilerin de onu gönderme gibi bir niyetleri de söz konusu olmadığı gibi, eğer bu kız okula gitmeye kalksa en güzel elbiselerinden mahrum ederler’.
Biz ise: ‘o zaman öyle bir kızı eğitmek gibi bir şeyle işimiz olmaz’ şeklinde cevap verip meseleye nokta koymuştuk. Ta ki ben ve bay H. M. Barnum Çemişgezek’i bir kaç ay sonra ziyaret edene kadar. Çünkü biz oraya varınca, bu Kürd kızı kendinden emin ve hedefine odaklı bir tarzda karşımıza dikildi. Kızlar için, Hristiyan eğitimi alınan bir cennet olduğunu düşündüğü yatılı okulumuza gelme kararlılığı, her halinden belliydi Emê’nin. Hiç bir Ermeni kızı bu şekilde bizim karşımıza dikilp soru sorma ve cevap verme cürretinde bulunamazken, ki bu cesareti sadece Protestan eğitiminden geçmişler gösterebilirler, bu fakir Kürd kızı hepimizi şaşkına uğratan bir çıkış yaptı. Büyük bir azim, soğukkanlılık, doğuştan gelen yetenek ve yalın bir ikna kabiliyeti ile, neden bizim onu okulumuza kabul etmemiz yalvarışı ile, bizde hem merak uyandırdı hem dikkatimizi çekti.
Kızın tüm yalvarış ve bizleri ikna etmeye çalıştığı hususlara karşın, standart cevabımız hazırdı. Ta ki bize ‘bakınız misyonerler; acaba şimdi Hz. İsa bu dünyada yaşıyor olsaydı ve benim gibi fakir ve kimsesiz bir kız onun huzuruna çıkıp, sunduğu kurtuluş yolunu öğrenmek için ona sığınsaydı, sizce Hz. İsa o kızı kabul etmez miydi?’ şeklinde bir soru yöneltince, halıhazırdaki ‘Hz. İsa’yı ve onun yolunu, bizim yatılı okulumuza gelmeden burada da öğrenebilirsin’ olan cevabımızı veremedik. Çünkü kızın bu inanç, yüreklilik ve büyük içtenlikle dile getirdiklerinin, onun buradaki vasıfsız Hristiyan çevresi tarafından gerçekleştirilemeyeceğini biz de biliyorduk.
Emê’nin bu içten ve yalın düşüncelerinin doğruluğuna her ne kadar inansak da, yine de kendimize göre korkularımız, şüphelerimiz ve çekincelerimiz vardı. Herşeyden önce ilk defa bir Kürd kızının yatılı ilahiyat okulumuza gelme talebi ile karşı karşıyaydık. Bunun sonuçlarının ve etkisinin ne olduğunu iyi hesaplamamız gerekmekteydi. Ayrıca bu kız kimdi, neden böyle bir talepte bulunuyordu? Çalışkan, disiplinli ve itaatkar mıydı gerçekten? En önemlisi gerçekten inanç ve öğrenim konusunda dürüst müydü, yoksa sadece daha rahat ve iyi bir yaşam seçeneği olarak okulumuzu düşündüğünden dolayı mı bunları planlıyordu? Tüm bu sorularımıza cevap bulmak üzere Hristiyan kardeşlerimize haber saldık ve danıştık. Hepsinden olumlu cevap ve iyi referanslar aldıktan sonra, her ne pahasına olursa olsun, bu zavallı Kürd kızına bir şans vermeyi ve denemeyi göze aldık. Emê’yi de beraberimize alıp Harput’a götürmeye karar kıldık.
Ancak kızın çevresi zaten bize ve misyonumuza düşman kişilerden oluşuyordu ve bunun üzerine bir de ‘şapka takanlar aşiretimizden birini alıp Hristiyan yapacaklarmış’ dedikodusu da Kürdler arasında yayılınca, durum çok daha zor ve tehlikeli bir hal aldı. Bu yetim ve zavallı kızın, birdenbire silahları dolu halde ve tehditlerinde şakası olmayan yüzlerce seveni çıktı ortaya. Bizim aşiretimizden birini alıp da götüremezsiniz diye ikazda bulunan bu insanların ciddi oldukları, zaten daha önce bu çetin bölgede öldürdükleri zavallı Ermenilerden dolayı bilinmekteydi. O yüzden Emê’ye kanat gererek biz misyonerler ile bu görüşmeyi mümkün kılan Protestan Hristiyan dostlarımızın hayatlarından endişe etmeleri ve korkmaları da yersiz değildi. Ancak oluşan bu korku, ürkeklik ve çekingenlik bulutları kaybolarak, yerini daha pozitif ve iç açıcı bir ortama bıraktı. Biz bu coğrafyanın ani değişiklik ve beklenmedik durumlarına alışkın olduğumuzdan, o kendinden emin ve kararlı kız Emê hakkında ‘içinde bulunduğu sefil ve zorlu hayattan kaçmak için, Hz. İsa’nın öğretisini öğrenmek bahanesiyle yatılı ilahiyat okuluna sığınan biri’ olduğunu kınskanç ve bir o kadar da fakir olan Protestan Hristiyan’ın biri dile getirdi. Ardından da kalbinden geçenleri tüm çıplaklığı ile ızdıraplı bir tarzda söyledi: ‘Bu Kürd kızı sizler için o kadar mı önemlidir ki, bizlerin ruhlarımızı hazırlıksız sonsuzluğa göndermek istersiniz? Bu kız selamete ve refaha ulaşsın diye bizleri kurban mı edeceksiniz?’
‘Kesinlikle hayır’ diye cevap verdik ve ekledik: ‘Ancak şunun bilinmesinde fayda var ki, vicdani bir karar alarak ve pozisyonumuzu belirledikten sonra, hiçbir Kürd silahı bizi bu kararımızdan geriye döndüremez. Belki de Yaradan böyle bir hadise ile sizleri ahiret için sınıyordur bayım. Nasıl ki ölüm saatinin belirsizliği bir hakikat ise, sizin de bir Protestan Hristiyan’ından beklenilenden başka bir şeyi düşünmeniz çok ufak bir umut teşkil edecektir. Belki de bir tüfeğin namlusu ile karşı karşıya gelmeniz, ahiret öncesi gerekli olan uyanmanıza vesile olabilir. Yani uzun sözün kısası biz ‘o kız aramıza katılabilir’ diyoruz.
Artık geriye bu işi nasıl yapacağımız kalmıştı. Bu kızı yanımıza alarak gitmek, sanki bir gurur ve bir zafer kazanmışız edası yaratacağından kargaşa ve kızın gitmesine engel bir girişim dahi yaratabilirdi. Pazar ayinleri sırasında, elli yaşlarında ciddi görünümlü bir bay dikkatimizi çekmişti, ki bu bay için ilahi sözler çölde susuz kalmış bir kişiye sunulan su gibi gelmekteydi. Bu bay da bizlerin Emê’nin durumu istişaresi sırasında cemaatle birlikte bizi dinliyordu. Sakin ve konuya odaklanarak. Tüm konuşmalar ve istişareler safhası geçip konu icraata gelince, bu bay yerinden kalkarak bizlere yönelerek: ‘misyonerler, bu kızın ilahiyat yatılı okuluna gelmesini istiyor musunuz?’ diye sorunca ve bizlerden de soruyu onaylayıcı cevap alınca, kendini feda eder bir duruş ile ‘kardeşlerim, bu kızın oraya gidememiş olmasını vicdanım kabul etmez. Onu Harput’a ben götüreceğim ve bunu Kürdlere de söyleyebilirsiniz. Beni öldürürlerse de öldürsünler’ diye düşüncelerini dile getirdi.
Harput’tan genel görünüm ve Amerikan İlahiyat Okulu (misyoner binaları), 1900’ler
Bizlerin arzusu tabi ki hiç kimsenin ölmemesiydi ve bu küçük cemaatimizden o olabilecek tehlike anındaki kişi dahi oradan kaçmalıydı. Garabed adlı bu bay hem cesareti hem tembel tembel dolaşması ile ünlü birisiydi. Hristiyan vaazcileri can edası ile takip ettiği gibi, onları tam bir Hristiyan gibi eleştirip sitem de ediyordu. Biz de bu vesiyle bir taşla iki kuş vurmayı kafamıza koyarak, Garabet’in Emê’yi Harput’a getirmesiyle, hem bu küçük kızın hem de onun, bir daha bu şehre geri dönmemesini sağlamış olacaktık. O yüzden Garabet’in kulağına ‘Emê’yi al bize, ilahiyat okuluna getir’ diye fısıldadık.
Garabet tembel olduğu kadar, kurnazdı da. Hemen Emê’nin aşiretinin reisi olan ünlü Alo Gako Ağa* ile irtibata geçerek, ondan bu küçük kızın Harput’ta misyonerler tarafından eğitim görebilmesine dair bir teminat mektubu almış ve bu şekilde kendisi ve küçük kızın can güvenliğini de sağlamıştı. Fazla zaman kaybetmeden aynı gece Emê’yi bir katırın sırtına atarak, ertesi sabah soluğu Harput yatılı ilahiyat okulunun kapısının önünde almıştı (bakınız Missionary Herald for 1855, pp.55, 340/yazarın notu),
Kapıdan içeri giren küçük Emê, sevinçli ancak ürkek, endişeli, bir o kadar da meraklı gözlerle çevresine bakınıyordu, ki biz onunla birlikte Yeni Kudüs’ün eşiğini birlikte aşacaktık. Uzun boyu, parlayan kapkara gözleri, endamlı duruşu, gür ancak dağınık uzun saçları, tuhaf ancak bir o kadar da ilgi çekici olan kıyafetleri ile bu dağ kızı, bir ressama ilham verebilecek şekilde önümüzde duruyordu. Okula girişindeki ruh halinden ve okulun da sergilediği dini atmosferden, bu küçük kızın kalbini Kurtarıcı’ya (Hz. İsa) teslim etmeye hazır olduğu gözlenebiliyordu.
Yaklaşık üç yıllık bir süre sonrası vaftiz edilen Emê, Harput’taki kilisenin cematine kabul edilmiş ve halen orada üye durumdadır.
Eğitiminin ilk dört senesini çalışkanlık, sükunet ve kararlılık içinde ilerlemişti. Öğrendiği her şey anında hafızasına yerleştiği gibi, öğrendiklerini diğer kızlara da öğretiyordu. Zamanla kendisini yetiştirip gerekli olgunluğa eriştikten sonra, Merkezi Harput yatılı ilahiyat okulunda diğer kız çocuklarına öğretmenlik yapmaya başlamıştı. Bizlerin de o okulda öğretmen olduğumuz zaman diliminde, onun yatılı kız okulunun küçük bir minyatürünü gerçekleştirmiş olmasından, büyük haz ve memnuniyet duyduk.
Attığı her adımı ve uyguladığı her şeyi tamamıyla müfredeta uygun yapıyordu. Onun yaşındaki başka bir öğrencinin bir kitle önünde yapmaya cesaret edemeyeceği ve hatta gururunu kırabileceği durumu, Emê bir öğretmen olarak dik ve emin bir şekilde yerine getiriyordu. Bu kızın sahip olduğu kalite ve kapasite buralarda çok ender görülen bir şey idi, ki Emê’nin sergilediği tüm meziyetler tam bir Batı felsefesi tarzındaydı. Yetkililerin koyduğu kurallara ve telkin ettikleri şartlara uymamak çok ama çok zor bir şeydir buaradaki öğretmenler için. Ancak bir defasında bir yetkilinin Emê’den bir dersini zaman kısıtlığından dolayı atlamasını istemesi üzerine, Emê onu terslemiş ve ‘misyonerler beni buraya bu kızlara ders vermem için koydular ve ben de bunu yapacağım’ diye çıkışmıştı.
Tebessüme neden olsa da, onun bu eski durumu özelliğini korumakta ve ders verdiği ‘büyük ev’ diye nitelendirdiği okulda bu fikirlere hala de sahip. İçinde bulunduğumuz yılda asistan öğretmenlik yapan Emê, okula gelen ziyaretçiler tarafından ilgi odağı olmaya devam ediyor. Gelenlerin ilk sordukları ve görmek istediği kişi bu ‘Kürd Kızı’.
Buraya gelmesi ve bizlerle olan irtibatı konusuna, geçenlerdeki bir mektubunda ‘Harput’taki misyonerler benim ilahiyat okuluna gelme arzumu duyunca, onlardan ikisi beni görmek için Çemişgezek’e geldiler’ diye yazmıştı Emê. Bizler de hem buradakilerin hem memlekettekilerin (ABD) onun hakkındaki iltifatları, söylentileri ve merak edilenleri ona iletirken, sahip olduğu mücadeleci ve gayretli yapısı itibariyle, onu artık bizimle aynı yerde tutamayacağımızı da gözlemliyorduk. Çünkü Emê eğitiminde daha da yükselmek ve devamını Amerikan South Hadley veya Vassar’da tamamlamak istiyordu.
Planları ve projelerinin gerçekleşmemesi veya gayret ve çabalarının bazen boşa gitmesi durumunda, deyim yerindeyse ‘civitin dibine vururak’ hayal kırıklığına uğrayıp karamsarlığa düşüyordu Emê. Ancak çabuk toparlanarak etkin ve hakim bir şekilde görevine dönebiliyordu. Bu satırların yazarı olarak bir keresinde ‘Emê bir an için öleceğini düşünsem de, yine ilginç bir şekilde toparlanıp, buradaki kızların akıllarını başlarından aldın’ diye çıkış yaptım.
Harput İlahiyat Yatılı Kız Okulu bahçesi (Dora Matoon arşivi)
Tam olarak olgunlaşıp yeşermemiş bir çiçek olsa da, misyoner bahçemizin en dikkat çekici çiçeği olduğu aşikardır. Sahip olduğu sabır, erdem, kararlılık, açıkça ve yürekten gelen her bir görevi tam ve eksiksiz yapma arzusu ile öğretmenlerini memnun etmesi ve ayrıca eğitmekle sorumlu olduğu öğrenci kızları Hristiyanlığın talep ettiği doğrultuda yetiştirme yeteneğine vakıf olması, Emê’nin geleceğinin parlak olduğunu göstermekte. Ona eşlik edecek biri ile birlikte, ilahi ışığın hiç ulaşmayı başaramadığı o kendi milleti arasına dönüp, öğrendiklerinin çerçevesinde belki onlara da faydalı olabilir.
Emê’nin içinde çok büyük bir dert olarak kalmış ve bir şekilde gerçekleştirmek istediği husus ise, kızkardeşi Xecê’nin de bir öğrenci olarak ilahiyat okuluna alınmasıdır. Bu arzusundan dolayı sürekli dua ediyor ve Tanrı’ya yalvarıyor. Ciddi, anlamlı ve sürekli dualar ve serzenişlerde bulunduğu taktirde, ki zaten Emê bu konuda uzmandır, dualarının kabul görmesi uzun sürmeyecektir. Zaten duyumlarımıza göre, Xecê’nin hizmetçi olarak ikamet ettiği evde okumayı çözdüğü ve oradan kaçıp kızkardeşinin yanına gelmek için hazırlıklar yaptığıdır. Ancak son durumunun ne olduğu konusunda herhangi bir malumata sahip değiliz. Bir husus kesindir ki, o da kızkardeşinin yanında kaldığı aile ellerinden geleni yapacaklardır ki Xecê oradan kaçıp da misyonerlerin eline düşmesin diye.
Mesela Rose adında bir Kürd kızı vardı, bahtı kara olan bir kız. Harput’un yetmişbeş mil kuzeydoğusunda ikamet eden bir aşiretin mensubuydu. Ailesi tarafından Kıği bölgesindeki merkezde ikamet eden Hristiyan bir ailenin yanında kalmasına izin verilmişti. Bu kız bir şekilde kafasına bizim ilahiyat yatılı okuluna gelmeyi koymuştu, ki bizim onu bu konuda cesaretlendirme gibi bir girişimimiz olmadığı gibi, aksine orada kalmaya ve hatta önce oradaki papazın karısının öğretmenlik yaptığı okulda okuma öğrenmesini tavsiye etmiştik. Ne yazık ki bu zavallı kıza izin verilmemişti, bunu bile yapmasına ve ailesi tarafından oradan alınıp dağdaki evine götürülmüş ve kaba bir Kürd ile evlendirilmişti.
Bize ‘bu kızı niye hemen alıp Harput’daki okula götürmediniz?’ diye soranlara ise şu cevabı verdik: ‘Çünkü kızın babası ve aşiretinden çekindik, zira aşireti en azılı aşiretlerden biriydi ve babası da kızının yanında kaldığı aileden gelip intikam alabilirdi.’
Bu anlatımı okuyan herkes, acaba bu dağlardaki yerleşim yerlerinde hızlı gün ağarması ve dinin özgürlüğü için, bizimle birlikte dua etmez mi?
Kaynak: Grace Illustrated, A bouquet from our missionary garden by Wheeler, C. H.
_______
*Orijinal metinde her iki Kürd kızkardeşin adları “Amy” ve “Hedjie” şeklinde yazılmış.
Bu yazı www.bitlisname.com sitesinden alınmıştır.