Dönemin Romanları
Son kırk yılda, Kürdistan’da, toplumsal yapıda çok büyük değişimler oldu. Bunu, toplumsal yapı alt-üst oldu, şeklinde de ifade edebiliriz. Köylerin yakılması-yıkılması, beyaz arabalar, faili meçhul cinayetler, köyleri evlerin yakılması-yıkılması sürecinde, nüfus kırsal alanlardan şehirlere doğru hareketlenmeye başladı. Yine bu sürecin yoğunlaşması, yaygınlaşması sırasında, Kürd şehirlerinin birbirleri arasında da göçler çoğaldı. Kürd şehirlerinden Türkiye’nin Batı illerine göçler de arttı.
Mücadele, aile yapılarında, ailedeki insan ilişkilerinde, iş-güç biçimlerinde de değişmeler yarattı. Bu değişimler, edebiyata, romana da yansıdı. Bu yazıda iki romandan söz etmeye çalışacağım. Birincisi Mevsim Yas romanı, ikincisi Kayıplar Köprüsü romanıdır.
Mehtap Ceyran (d. 1979, Batman) Mevsim Yas, Sel Yayıncılık, 5. bs. İstanbul, 2017
Ertan Canan (d. 1975, Yüksekova) Kayıplar Köprüsü, Sitav Yayınları, Van, Ocak 2019
Mevsim Yas
Mevsim Yas romanında olaylar, 1990’larda, Batman’da geçmektedir. Zehra, bir okulda öğretmendir. Batman’da kiralık bir evde oturmaktadır. Bir gün okuldan eve döndüğü sırada posta kutusunda, kendisine gönderilen kalınca bir zarf bulur. Bu mektubun kim tarafından gönderildiği belli değildir.
Mektupda, Batman’da yaşayan bir ailede yaşananlar, insan ilişkileri dile getirilmektedir. Aile, Batman’ın çeperlerinde, yoksul bir mahallede yaşamaktadır. Mahallenin yoksulluğu, “…Tek göz evler, yıkılmış briket bahçe duvarları, o bahçelerdeki ocaklarda pişen yavan yemekler, delik ayakkabıların sürüdüğü ayaklar, yıpranmış elbiseler, kıtlık…” şekline anlatılmaktadır. (s. 80)
Baba berberdir. İçkiye düşkün, durmadan içen sarhoş olan biridir. Aynı zamanda sık sık kumara gider. Baba bir zamanlar varlıklıyken içki ve kumar yüzünden iflas etmiş bir kişidir. İki kızı vardır. Büyük kız 15 yaşındadır. Baba, eşine ve çocuklarına durmadan şiddet uygulayan biridir. Baskıya, şiddete, hakarete dayanamayan eş kısa bir süre sonra vefat eder. Berber baba, karısının vefatından kısa bir zaman sonra, dul bir kadınla birlikte eve gelir. Üvey ana çocukları hiç sevmemektedir, onlardan nefret etmektedir. Bu evin iki odası vardır. Tuvaleti evin dışında, bahçededir. İçkici baba, olur olmaz nedenlerden dolayı, çocuklarıyla birlikte, yeni eşine de işkence yapmaya başlar, onlara sık sık, ‘sen bizim Allahımızsın’ dedirtmeye çalışır. (s. 95) Mahallede, babanın bu işkencelerine karşı çıkan, tek kişi çocukların dayısı Medet’tir. Medet siyasi bir kişiliktir. Komşu evde oturmaktadır. İki evin bahçesini biriketlerle örülmüş yıkık bir duvar ayırmaktadır.
Gerek baba, gerek üvey ana çocukların büyümesini, yemelerini içmelerini hiç sorun yapmazlar. Onlara hiçbir değer vermezler. Bu bakımdan çocuklar, mektupda isimleriyle anılmamaktadır. Adıyla anılmak, çağrılmak onun kimliğini tanımak anlamına gelmektedir. Halbuki baba ve üvey ana tarafından, çocuklar değersiz varlılar olarak görülmektedir. Bu bakımdan çocukla isimleriyle anılmazlar, isimleriyle çağrılmazlar.
Zehra öğretmene gelen mektupta, 1990’lı yıllarda, Batman’da yaşanan bütün olgular, kurulan-gelişen ilişkiler, sözü edilen bu ailenin odak noktası etrafında etraflı bir şekilde anlatılmaktadır. Bu olguları, ilişkileri, ayrıca Zehra öğretmen de anlatmaktadır. Zehra öğretmenin anlatımları ve mektuptan okunan parçalar birbirlerini destekleyerek ilerlemektedir.
Siyasi toplantılar, siyasi cinayetler, protesto yürüyüşleri, kepenk kapatmalar… polis-devrimci çatışmaları, beyaz arabalar, kaçırılan insanlar, faili meçhul cinayetler, toplu mezarlar, taziye evleri, sansürlü çıkan gazeteler, masa altından alınıp, ancak tanıdıklara verilen gazeteler, kitaplar… dönemi karakterize eden olgulardır. Bu çerçevede, cezaevlerindeki yaşam da dile getiriliyor. Hizbullah, domuz bağı işkenceleri, Hizbullah’ın dokunulmazlığı yine döneme niteliğini veren önemli olgulardır. Kadına-kıza şiddet, durmadan artan kadın-genç kız intiharları yine öyle. Her siyasi cinayetden sonra taziye evleri açılıyor. Ama, kadınların, genç kızların intiharlarından sonra taziye evi açılmamasına, taziye çadırı kurulmamasına özen gösteriliyor. Bu olgusal zenginlik arasında, tarihsel bir sorun olarak Ermeni sorunu da dile getirilir. Yüz yıl yas tutan kadınlardan, ‘Kırmız kar yağıyordu’ denen günlerden söz edilir.
Sigarayı hemen hemen bütün olay kahramanları kullanıyor. Hizbullah yanında, muska yazan kadınlar da çoğalmış. Kadınların büyük bir kısmı, Batman’da muskacıları ve büyücüleri, falcıları bulmak için dolaşıyor… Bazı kadınlarda, muska-büyü gibi pratikler gelişirken namaz-tesbih pratikleri de gelişiyor.
Yoksulluk dönemi anlatan çok önemli bir kavramdır. İçki, kumar, kadına-kıza, şiddet, tiner çekmek, üvey ana, kurnaz apartman yöneticileri, düzenbaz kapıcı böyle bir ortamda yaşam buluyor… Bütün bu olgular, Zehra öğretmenin anlatımlarıyla ve kendisine gelen mektuptaki anlatımlarla, birbirleriyle ilişkileri içinde başarılı bir şekilde bütünleştiriliyor.
Bu yaşamın bir aşamasında, aktarda çalışan Taha Hizbullah tarafından kaçılıyor ve kendisinden bir daha hiçbir haber alınamıyor. Taha ailesiyle bu mahallede yaşayan bir kişi. Mersin’de Ziraat Fakültesi’nde okumaya başlamış ama kaos yüzünden fakülteyi bitirmeden Mersin’den ayrılıp yine Batman’a dönmüş bir gençtir.
Zehra öğretmen, Taha’nın kaçırılmasından sonra büyük bir endişe içindedir. Zira Taha, Zehra öğretmenin çok yakın bir arkadaşıdır. Ayrıca, Taha’nın kız arkadaşı Fesla ile de çok yakın bir arkadaşlığı vardır. Fesla ile sık sık Emniyet’e gidip Taha hakkında bilgi almaya çalışırlar. Her zaman da, ‘bizde yok, araştırıyoruz’ cevabı ile karşılaşırlar…
Hizbullah’ın ölüm tehdidiyle karşılaşan Taha, bir süredir, Öğretmenevi’ndeki bir odada kalmaya başlamıştır. Birgün, Taha’dan haber var mı, diye bu odaya gelen Zehra öğretmen, Taha’nın eşyaları arasında bir defterle karşılaşır. O defteri hemen çantasının içine atar. Bu Taha’nın günlüğüdür ama, bu günlükten Taha’nın kız arkadaşı Fesla’ya söz etmez. Bu günlükle birlikte olayların anlatımına üçüncü bir boyut daha katılmıştır. Olaylar, Zehra öğretmenin ağzından ve mektupda yazılanlardan anlatılırken, artık, üçüncü bir anlatı olarak, Taha’nın günlüğü de devreye girer.
Günlükde daha çok, yaşanan kaosun, insanların, ruhsal ve düşünsel yapısında meydana getirdiği yıkımlardan söz edilir. Mektupda, Taha’nın kız arkadaşı Fesla’ya aşkı, bu konuda yazdığı fakat bir türlü vermediği mektupdan da çok söz edilir.
Mevsim Yas’da çok güçlü bir karakter var. Ailenin küçük kızı… Konuşmayı biliyor ama, konuşmuyor. İsteklerini kağıda yazarak dile getiriyor. Kalabalıklar arasında kendini görünmez kılmaya çalışıyor. Evde, kanepenin altında, yatılı okulda ranzanın altında yaşam sürdürüyor. Üvey ana onu her zaman ‘bitli’ diye çağırıyor. Dayısı Medet’in verdiği kitapları okumaya çalışıyor.
Romanda çok güçlü anlatımlar var. ‘Odadaki tüm gözlerin, görüş alanının dışına çıktığımdan emin oluncaya kadar ufalmaya devam ettim. Gizlenmeye daha o zaman başlamıştım…’( s.11)
“Zaman, acıları ağırlaştırıyormuş, sonradan anladım. O günlerde, okulda da evde ve sokakdaki gibi ketumdum. O gün derste sözlü sınav vardı. Öğretmen sıralarını arasında ağır ağır geziniyordu. Bir ara bana döndü. ‘Tahtaya kalk’ dedi. Kalktım. Bir soru sordu. Mecbur kalmadıkça konuşmadığımı biliyordu. Tahtaya dönüp cevabı yazmak için, tebeşiri elime aldım. ‘Hayır, yazmayacaksın’ diye bağırdı. ‘Sözlü cevap vereceksin’
Öğretmenin sorusuna tek kelimelik cevap verdim. Kürtçe konuştuğumun farkında değildim. İki dilli hayatımda hangi dili nereye koyacağımı bilmiyordum. Nerede hangi dili konuşmam gerektiği konusunda kafam karışıktı. Öğretmen hırsla yanıma geldi. Suratımın ortasına bir yumruk indirdi. Yüzümün sağ elmacık kemiği oracıkta morardı. Bir an gözümün yuvasından fırladığını sandım ama hiç sesim çıkmadı. Şaşkındım. Öğretmenimin neden hiddetlendiğini anlamamıştım. Korku dolu gözlerle ona bakıyordum. Kulağımdan tutup beni kenara çekti. Öğrencilere sırayla gelip yüzüme tükürmelerinin söyledi. 37 mevcutlu sınıfımızda, 36 arkadaşım tek tek gelip yüzüme tükürdü. Çok incindim. Bir süre tek ayak üzerinde bekletildikten sonra öğretmen saçımdan tutup beni sırama kadar sürükledi. Elinde kalan saç tellerimi tiksinerek silkeliyordu. Bağırıp çağırıyor, hiddetle birşeyler söylüyordu…’ (s. 66-67)
“Bu ülkede insanca bir gün yaşamadık. Mutlu bir gün yaşamamıza izin vermediler. “ demişti. “Gördüğü her beyaz arabayı devlet sanan ve sırf bu yüzden ana caddelerde yürümeye korkan nesiller yetişti bu ülkede…” (s. 100)
Mektupda sözü edilen ailenin 15 yaşındaki büyük kızı, dayaktan, işkenceden aşağılanmaktan boğularak çatıya çıkarak kendini asar. Cesedi çatıda bir süre bayrak gibi dalgalanır.
Bu intihardan sonra, babanın gözünde kızı ve eşi artık değerli birer varlık olarak belirir. Eşi Feride, kızı Hicran olarak anılır.
Bu romanda, okuyucunun merak ettiği birçok soru vardır. Mektup kim tarafından yazılmıştır? Hizbullah tarafından kaçırılan Taha’nın akıbeti ne olmuştur? Taha ve Fesla birbirleriyle buluşabilmiş midir? gibi sorular eserin son sayfalarında cevap bulmaktadır…
Kayıplar Köprüsü
Kayıplar Köprüsü romanında olayların nerede geçtiği hangi yıllarda geçtiği belirtilmiyor. Okuyucu, bir Kürd ili olduğunu 1990’lar olduğunu düşünebilir. Bu romanda, devletin şiddet politikası bütün açıklığıyla ortaya konulmaktadır. Eserde on kadar kahraman vardır. Bunlardan yedisi yaşamlarını kaybediyor. üçü yaşamaya devam ediyor.
Yaşamlarını yitirenleri beşi toplu kurşuna dizmelerde ve işkenceli sorgularda yaşamlarını yitiriyor. Yaşlı Xeme kadın kocası Selim’in, işkenceli bir sorguda yaşamını yitirmesinden sonra, Yaşlı Farisi, işkenceli bir sorguda genç oğlunu kaybetmesinden sonra vefat ediyorlar. Sekiz yaşlarındaki Asmin, yaşayan üç kişiden biridir. Çöplükte bulduğu ve oyuncak niyetiyle sakladığı el bombasının patlaması sonucu iki kolunun da kaybetmiş bir çocuktur. Yaşamını artık bu şekilde sürdürecektir.
Xece’nin kocası uzun zamandır dağlardadır. Çatışmalara katılmaktadır. Emniyet güçleri tarafından da takip edilmektedir. Aile baskı-zülum ortamında bir oğlunu bu şekilde kaybetmiştir.
Xece yine hamiledir ve bu sefer doğum yapmak için bir mağaraya yerleşmiştir. Xece, binbir türlü yokluk içinde kendi başına doğum yapar. Kocası da mağarada, doğumu kısa bir süre izler. Doğan çocuğun erkek olduğunu görüp kendi dağlarına çekilir. Çocuğa Azad adı verilir.
Xece Azad’ı mağarada, kendi sütüyle ve keçi sütüyle ve otlarla besleyerek büyütmeye çalışır. Azad biraz büyüyünce köylerine, evlerine dönerler. Bir süre sonra dağlardan baba da eve gelir. Babanın eve geldiği sabah köye büyük bir baskın yapılır. Köy baştan başa yakılır, insanlar toplu olarak kurşunlanır… Baskın sırasında köylülerin büyük bir kısmıyla baba da öldürülür. Xece ağır yaralanır. Oğlu Azadla birlikte yine mağaraya çekilir. Bir süre sonra baskıdan-zülumden yokluktan Xece de yaşamını yitirir.
Azad büyür, delikenlı olur. Köyde, komşu kızı Safya ile aralarında gönül bağı gelişir. Bu sırada, Yukarı Mahalle’den Selim’le birlikte gözaltına alınır. Selim karısı Xemê ile birlikte yaşayan yaşlı bir kişidir. Gözaltında, her ikisi de çok yoğun işkenceler görür. Yaşlı Selim, işkenceli sorgular sırasında yaşamını yitirir. Gördüğü işkenceler sırasında Selim susuzluktan yanar-tutuşur. ‘Su Su…’ diye inler. Azad’ın sidiğini içerek küçük bir an için nefes almaya çalışır.
“Selim’in yandığı, -kurtların, çakalların Selim’den geriye hiçbir şey bırakmadığı- çöplerin arasından geçiyor. ‘ (s. 52)
“Erimeye başlıyor karlar, baharın gelişiyle, haftalar sonra. Kış boyunca karın altında kalan çöpler yüzeyde görünür hale geliyor. Aç kurtlar, Selim’den geriye kara lastik ayakkabısını tekini bırakmış yalnızca…” (s. 51) “Kara lastikli ayakkabının tekini de, çöp toplamaya gelen çocuklar almış olmalı…” (s. 60-61)
Kasabaya ulaşmak için kullandığı kaçak yollarda, kaçak ilerliyor. Dağları tırmanıyor, yamaçları geride bırakıyor Azad. Babasının ölüsüne kavuşamamasının acısı içini kemiriyor. Selim’n bedeni yanarken acıyla bakan gözlerini bir an olsun düşürmüyor gözlerinden. Xemê’ye götürebileceği hiçbir şey yok Selim’in bedeninden arta kalan…” (s. 53)
Azad, kaçak bir şekilde, dağ-bayır dolaşırken, takatsiz kalır, hastalanır. Bir yerleşim yeri yakınlarında, anası Xece’nin mezarının yanında çalıların arasında düşer kalır. ‘Mavi gözlü küçül kız Asmin’ Azad’ı o haliyle görür. Kaçak olduğunu anlarlar. Anası Cane ile birlikte, O’nu kendi ahırlarının bir köşesine taşırlar. Asmin ve anası Cane, Azad’ı orada beslerler, iyileştirirler.
Asmin sekiz yaşında bir kız çocuğudur. Çöplükte bulduğu bir el bombasını oyuncak niyetiyle saklar. Sakladığı bu bombayla oynadığı bir sırada bomba patlar ve iki kolunu kaybeder. Artık sakat yaşayacaktır. (s. 65 vd. )
Kayıplar Köprüsü romanının ikinci bölümü İstanbul’da geçiyor. Bu çok dikkate değer bir durumdur. Anasıyla, babasıyla, köyüyle… birlikte zülum gören Azad dağa gitmiyor, İstanbul’a gidiyor. Bu zulmü yaşayan ailesiyle birlikte, Safya’nın da İstanbul’a gittiğini görüyoruz.
Bu, gerilla mücadelesi sürecinin ve sonuçlarının pek işlenmeyen bir yönüdür. Toplumda yaşanan fakat işlenmeyen, işlenmesi istenmeyen bir yönüdür. Toplumda ensest ilişkiler de yaşanmaktadır ama bu ilişkilerin anlatılması da istenmemektedir. Mücadele sürecinde, Kürd şehirlerinde, fuhuş, uyuşturucu kullanımı, içki kullanımı, hırsızlık gibi birçok olay gelişmeye başlamıştır. Yazar Ertan Canan’ın buna dikkat çekmesi yerinde bir tutumdur.
Köyün, okur-yazar olan tek kişisi Aydın da bu baskıdan-zulümden kurtulmak için İstanbul’a taşınmıştır. Ama sıkı bir takibat altındadır. Sık sık ölüm tehditleriyle karşılaşmaktadır. İşkenceli bir sorguda yaşamını yitirdiğini görüyoruz. Yaşlı Farisi İstanbul’da damla sakızı satarak yaşama tutunmaya çalışmaktadır. Kızı Safya bir iş yerinde çalışmaktadır. Oğlu İsa ise, yine işkenceli bir sorguda yaşamını kaybetmiştir.
Bu romanda, düşünceler ve duygular italik harflerle gösterilmiştir. Bu önemli bir uslup farkıdır. Hangi satırların olguları, olgular arasında ilişkileri anlattığı, hangi satırların duyguları ve düşünceleri anlattığı bu şekilde belli olmaktadır.
Bu romanda da süreci açıklayan, dile getiren çok güçlü bir anlatım vardır. “Bu kasaba acılar yaşıyor hala, köprüleriyle, sokaklarıyla, caddeleriyle. Daha önce de çöp bidonlarından yakınlarının ceset parçalarının toplayıp, Ahmet terzi’ye diktirip sonra da defnedenler olmuş. Köprüler, cadde ve sokaklar yetmiyor artık ölülerin isimlerini taşmaya. Kayıplar Köprüsü’dür artık kasabadaki tüm köprülerin adları. Herkes, ölüsünü içine gömmüş aslında. ismini de diline yazmış. Çoğu zaman suskundurlar. Anlatmak istemezler ölümün acısını. Ölülerin kanı kokuyor olsa da, o kokular arasında, babamı aramalıyım…” (s. 36-37)
Kayıplar Köprüsü, 1990’larda Siirt’de yaşanan Kasap Deresi’ni çağrıştırıyor. Çatışmalarda yaşamlarının yitiren gerillaların cesetleri bir dereye atılıyordu. Bu dereye daha sonra Kasaplar Deresi dendi.
“Harabe evinin açık kapısının biraz aşağısında elinde bastonuyla oturmuş, durmadan sallanıyor Xemê. Küsmüş tüm hayata ve içindekilere. Anlamlarının yok olup gitmesiyle, bir yok oluş kalmış hüzünlerinde. Küsmüş kendi ruhuna. Ağıtlar yakıyor olsa da gece-gündüz. duyabilen bir tek bastonu olmuş sadece. Okşuyor bastonunun durmada ve hayatını mırıldanıyor. ‘Her yıl yeni umutlar belirdi gözlerimde. Her özlemimin içine umudu da kattım yaşayamadığım ömrümde. Uykuların en derin halindeyken bile, rüyalarım yarım kaldı. Düşlerim çöplerin rutubetine kayıp küflendi. Hep özledim. Uzak dağları özledim. Ölen çocukları, ağlayan anneleri. Yakılan köyleri özledim. Yakılan kocam Selim’i. Yolunu gözledim aylarca. Bir ekmek alıp gelecekti. Evet ‘o iyiydi ama öldü!’ Acılar üst üste gelince yıkıldı, harap oldu zamanlarım. Ekmeksiz kaldı sofram…” (s. 59)
Azad çok değerli bir çocuktur. Doğru-dürüst bir delikanlıdır. Bu bakımdan İstanbul’a gelip durmadan şarap içerek, sokaklarda yaşayarak hayata tutunmaya çalışmasını bir okuyucu olarak içime sindiremedim. Ama mücadelenin, göçlerin yarattığı bir durum da bu… Yazarın, mücadelenin, göçlerin bu yanına değinmesi takdire değerdir.
Romanda, kurgu şöyle de gelişebilirdi. Azad ve Safya, düzenli bir iş kurmaya çalışırlar, evlenirler, çocukları olur… Durmadan ülkeye dönüşün hesabı içindedirler. Xece’yi, isimsiz babayı, Selim’i, Xemê’yi, Farisi’yi, İsa’yı, Aydın’ı… çocuklarında torunlarında yaşatmaya çalışırlar…
Edebiyat, Dilin, Sözcüklerin Kullanım İle İlgili Bir Sanattır
Her iki roman da Türkçe yazılmıştır. Bu bakımdan bu romanları Türk diline, Türk edebiyatına hizmet olarak algılamak gerekir. Çünkü edebiyat dilin, sözcüklerin kullanımıyla ilgili bir sanattır. Hangi dili kullanırsanız o dile, onun edebiyatına hizmet edersiniz. Türkçe yazarsanız, Türk diline, Türk edebiyatına hizmet edersiniz. Kürdçe yazarsanız, Kürd diline, Kürd edebiyatına hizmet edersiniz. İngilizce yazarsanız, İngiliz diline, İngiliz edebiyatına hizmet edersiniz.
Her iki roman da Kürdleri, Kürdistan’ı anlattığı için elbette Kürdoloji içinde yer alırlar. Ama edebiyat anlatılan konu ile değil, dilin sözcüklerin kullanımıyla ilgili bir sanattır Türkçe yazarak, Kürd diline, Kürd edebiyatına hizmet edemezsiniz.
Her iki romanı da, Kürd diline, Kürd edebiyatına kazandıracak faaliyet çeviridir. Yabancı dillerden Kürdçe’ye, Kürdçe’den yabancı dillere çeviri Kürd dilini, Kürd edebiyatını zenginleştirecektir.