Güney Kürdistan’a Seyahat
Güney Kürdistan’a Seyahat
25 Nisan 2013 günü, Barzani Vakfı’nın davetlisi olarak, Güney Kürdistan’a, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne gittik. Barzani Vakfı, İsmail Beşikci Vakfı’nı davet etmişti. 3 kişilik bir heyet olarak gittik. Heyette, İBV Başkanı İbrahim Gürbüz, sayman İsak Tepe vardı. Bizimle birlikte, Kürdistan Demokrat Partisi Ankara temsilcisi Ömer Mirani de geldi. Ayrıca, televizyon çekim ekibi olarak Önder ve kameraman arkadaşı da bizimle geldiler.
Hewlêr’e, İstanbul’dan kalkan bir uçakla gittik. İki saat kadar sonra, Uluslararası Hewlêr Havaalanı’na indik. Havaalanında bizi, Barzani Vakfı’nın yöneticileri, heval Aziz ve heval Musa karşıladılar. Salonda bir süre dinlendik. Duvarda asılı, Serok Talabani’yi ve Serok Barzani’yi bir arada gösteren fotoğraf dikkat çekiciydi. Bir süre dinlendikten sonra otele, Divan Oteli’ne geldik. Otelde, Barzani Vakfı yöneticileriyle program üzerinde konuştuk. Barzan’ı, Laleş’i ve Halepçe’yi ziyaret edecektik. Kale de ziyaret edeceğimiz mekânlar arasındaydı.
Havaalanından otele gelirken yolda, Kürd bayraklarını, Kürd askerlerini, Kürd polis güçlerini, Kürd zabıta memurlarını görmek, duygulu anlar yaşamamıza neden oldu.
Yaşar kaya, Yurda kaya ve oğulları Dara, otelde bizi ziyaret ettiler. Duhok Üniversitesi’nden Arzu Yılmaz ve birkaç arkadaşı da bizi ziyaret ettiler.
Otelde, bir terzi, benim, Mele İsak’ın ve İbrahim’in ölçülerin aldı. Bize peşmerge kıyafetleri dikeceklerini söyledi. Renk beğenmemiz için birkaç parça kumaş da getirmişti.
26 Nisan sabahı, otele ölçülerimizi alan terzi arkadaş geldi. Benim kıyafeti hazırlamış. Beni giydirdi. Kuşağın bağlanması bir maharet gerektiriyor. Barzanilerin kuşağı bağlama biçimi ayrı. Bir gün peşmerge elbisesiyle dolaştım. Kefi eksikti. Arkadaşlar bana son peşmerge diyorlardı.
Daha sonra Barzan için yola çıktık. Barzani Vakfı’nın tahsis ettiği iki araba ile yola çıktık. Şoförler Hişyar Mustafa ve Fikri Ebdurrahman Eli seyahat boyunca her zaman bizimle oldular. Gazateci Mirhaç Mustafa da seyahat boyunca bizimle oldu.
Rudaw televizyon kurmaya çalışıyor. Rudaw ekibi, Gani ve arkadaşları da, havaalanından başlayarak seyahat boyunca bizimle oldular.
Kuzeye doğru ilerliyoruz. Şaklawa’dan geçtik. Yol gittikçe dağlara vuruyor, yükseliyor. Şoförümüz Hişyar Mustafa, peşmergelik yapmış bir arkadaş. Bize, bazı yörelerde gerçekleşen, kendisinin de katıldığı çatışmalardan söz ediyor.
Öğleye doğru, Zap üzerinde bir kafede mola verildi. Orada, Felekeddin Kakayi ve arkadaşları da bizim kafileye katıldı.
Barzan’a vardık. Her taraf yemyeşil… Hâlbuki bu bölge, bu köy, kaç defa yakılıp yıkılmıştı. Her taraf bombardımanlarla yerle bir edilmişti. Ormanlar kaç defa yakılmıştı… İşte şimdi, her taraf yine yemyeşil… Her taraftan ağaçlar, fidanlar fışkırıyor. Köyler yeniden kurulmuş. Canlı bir toplumsal yaşam var
Mela Mustafa Barzani’nin doğduğu evi ziyaret etmek istedik. Saddam Hüseyin döneminde ve daha önceki dönemlerde gerçekleştirilen bombardımanlarla her taraf yerle bir edildiği için, yapı, kalıntı bırakılmadığı için ancak, tahmini bir yer gösterilebildi. Bombardımanlar sırasında, evde kullanılan günlük eşyalardan yani, tas, çanak-çömlek vs. den de bir eser kalmamıştı.
Mela Mustafa Barzani’nin kabrine vardık. Doğal bir mezarlık. Kanımca mazlum Kürdlerin, Kürdistan halkının mücadelesini, en iyi bu mezarlık, bu mezarlığın doğallığı anlatıyor. Ziyaretçi defterine duygularımızı dile getiren yazılar yazdık.
“Televizyonda bir yayın var. 50-60 saniye kadar sürüyor. Mela Mustafa Barzani’nin ve peşmergelerin silahlarıyla birlikte ve yürüyerek dağdan inişini gösteriyor. Sonra bir mağaranın önünde mola veriyorlar. Peşmergeler Barzani’yle konuşuyor. Bazı konular hakkında bilgi veriyor. Bu görüntüler kişi olarak beni çok etkiledi. Bu görüntüler, insana büyük bir moral ve güç veriyor. Bu yayını her izlediğimde, duygularımda yükselme ve yücelme yaşıyorum…” Bu duygularımı ziyaretçi defterine de yazmaya çalıştım.
Barzan’da Enfal şehidleri mezarlığı da var. 500 civarında Enfal şehidinin cenazesi buraya getirilip defnedilmiş. Kürdlerin, Barzanilerin bu uğurda onbinlerce şehidi var.
Kabristana yakın bir yerde, ziyaretçiler için, misafirhane, yemekhane, kütüphane, konferans salonu, çocuklar için oyun alanları vs. yapılıyor. İnşaat devam ediyor. Barzani Vakfı’nın da buraya taşınması söz konusu…
Barzan’dan ayrılıp Kuzeydoğu’ya doğru devam ettik. Mergesor, Revandiz, Geliya Ali Beg… Buralar turistik yöreler. Yer altı nehirleri, dağlarda, bazı yerlerde dışarı çıkma fırsatı bulmuş. Oralarda, şelaleler, çağlayanlar oluşmuş. Doğa çok güzel. Turizm potansiyeli olan yöreler… Özellikle Arap turistlerin çok ilgisini çekiyor. Şaklawa da öyle. Şaklawa’da turizm, otelcilik çok gelişmiş.
Barzan’dan Mergesor’a doğru gelirken Şenader Mağarası’nı da ziyaret ettik. Şenader Mağara için dağda epey yükselmek gerekiyor. Muntazam yapılmış merdivenler yükselmeyi sağlıyor. Burada yapılan kazılar, kazılarda elde edilen bulgular buranın çok eski bir yerleşim yeri olduğunu gösteriyor.
27 Nisan’da, Başkan Mesut Barzani’yi ziyaret ettik. Mesut Barzani’nin, Mele Mustafa Barzani ile ilgili olarak anlattığı konu çok çarpıcıydı. Mele Mustafa Barzani, dünya liderlerine mektuplar yazmış. Bunlardan bazıları kendilerine yazılan bu mektuplara cevap vermiş, bazıları cevap vermemiş. Ama Türk Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, bu mektubu hiç açmadan, okumadan, geldiği gibi iade etmiş.
Konferansa, 50 yıl önce, 1963 yılında, Yüksekova, Şemdinli yörelerinde askerlik yaparken yaşadığım bazı olayları anlatarak başladım. Bu anı, aslında, Güney Kürdistan’a bugünkü gelişin ikinci geliş olduğunu da göstermektedir (Ek 1). Bu anıdan sonra Kürt sorunuyla ilgili bir konferans verildi (Ek 2).
Konferansın bitiminden hemen sonra, Selahaddin Üniversitesi’nde Sanat tarihi hocası olan Ferhad Pirbal, hızlı adımlarla kürsüye geldi. Hemen yere eğilip ayakkabılarımı çıkarmaya çalıştı. Çıkardı. Ayakkabıyı öperek ve izleyici kitleye hitap ederek “bu ayakkabıyı Selahaddin Üniversitesi’nin müzesine koyacağım” dedi Ferhad Hoca şöyle diyordu: “Osmanlılar 400 sene önce buralara geldiler. Buraları zaptettiler. Bu yerleri kendilerine mülk yapmak için geldiler. İsmail Beşikci de nihayet bu topraklara ayak bastı. Beşikci, Kürdlere şunu diyor: ‘Topraklarınıza, ülkenize sahip çıkın, dilinize kültürünüze sahip çıkın.’ Kürdistan’a bu şekilde, bu niyetlerle ayak basma çok değerlidir. Bu bakımdan bu ayakkabı çok değerlidir. Bütün Osmanlı mülkünden daha değerlidir.” İzleyiciler, bu tutumu coşkulu alkışlarla karşıladılar. Salon doluydu. Ayakta dinleyiciler de vardı.
28 Nisan’da Laleş’i ziyaret ettik. Ezidi babalarla, pirlerle tanıştık. Ezidi uzmanlardan, Ezidi mabedi hakkında, Ezidi inanışı hakkında bilgi aldık. Ezidiler Kürt toplumunun İslam’dan önceki inanışlarına, ibadetlerine ışık tutması bakımından dikkate değer bir gruptur. Arap Müslümanlardan, bazı Kürt Müslümanlardan çok eziyet, zulüm gördüler. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Ezidilere karşı yürüttüğü politika çok daha olumlu. Bu yönetim alanında Ezidilerin özgür bir şekilde yaşayacakları, özgürlüklerini genişletecekleri kanısındayım.
Laleş’te dostlarımızdan Nejdet Buldan’la görüştük. Bu da çok güzel, anlamlı bir görüşme oldu.
29 Nisan sabahında gazeteci Mirhaç Mustafa ve Gani ile birlikte Sami Abdurrahman Parkı’nda dolaştık. Çok büyük bir park… Mimari bakımdan çok iyi düzenlenmiş. Parkta, Şubat 2004’te, Kurban bayramında meydana gelen terör saldırısında yaşamlarını yitiren Sami Abdurrahman ve arkadaşlarının isimlerinin de yazılı olduğu bir anıt var. Parkta Mesture Hanım’ın büstü çok dikkatimi çekti. 1805-1848 arasında yaşamış Erdelan’lı bir şair. Gazeteci Gani, Mesture Hanım’ın hüzünlü yaşam öyküsünü de anlattı. Daha sonra Kerkük üzerinden Süleymaniye’ye oradan da Halepçe’ye gittik. Süleymaniye’ye giderken Çemçemal’den geçtik. Çemçemal’de Enfal şehitlerini de ziyaret ettik. Burada Enfal şehitlerine ilişkin çok büyük bir mezarlık var. Bu mezarlıkta toplu mezarlar da var. Yol boyunca Kürt askerler kontrol noktalarında düzenli denetim yapıyorlardı. Kürt bayrakları her yerde dalgalanıyordu.
Süleymaniye’ye girişte, 10 km. mesafede Baziyan’da Şeyh Mahmud Berzenci’nin bir anıtı dikilmiş. Burada uzman bir arkadaş Şeyh Mahmud Berzenci’nin 1919’da Mayıs-Haziran aylarında İngilizlerle yaptığı savaş hakkında önemli bilgiler verdi. Savaşın cereyan ettiği alanları gösterdi. Şeyh Mahmud Berzenci’nin savaşı yönettiği, karargâh olarak kullandığı mağara da orada. Şeyh Mahmud Berzenci İngilizler tarafından mağarada yakalanmış.
Süleymaniye’de Hero Xan’ı ziyaret ettik. Süleymaniyeli yazarlar gazetecilerle tanıştık. Hero Xan’dan Almanya’da tedavi gören Serok Talabani hakkında bilgi aldık). Serok Talabani’nin sağlık durumunun düzelme yolunda olduğunu, hastanede tedavi gördüğü odada yürüyebildiğini, konuşabildiğini söyledi.
Halepçe’yi Enfal şehitlerini ziyaret ettik. Burada çok toplu mezar var. Enfal şehitlerini yaşatan, onları ölümsüz kılan bir anıt da var.
Sabahleyin Hewlêr’den Süleymaniye’ye giderken Kerkük yolunu kullanmıştık. Akşam gece saatlerinde Hewlêr’e dönerken Doxan yolunu kullandık.
30 Nisan’da Kürt parlamentosunu ziyaret ettik. Parlamento tatilde idi. Parlamentoda bazı tadilat işleri de vardı. Ama parlamento başkanını, başkan yardımcısını görme, konuşma fırsatı bulduk. Onlarla bazı görevlilerle konuştuk.
Öğleye doğru Barzani Vakfı’nı ziyaret ettik. Vakıf Başkanı Şeyh Aziz, başkan yardımcısı Musa oradaydı. Barzani vakfı ile İBV arasında bir protokol imzalandı.
Barzani Vakfı’nın bulunduğu sokakta, vakfın tam karşısında bir kilise vardı. Küçük bir kilise... Kapısı açık. Giren çıkan var. Kilise sokakta, öbür binalar arasında görülebilir, fark edilebilir bir yapı. Bu kiliseyi gördüğümde bende şu duygular ve düşünceler uyandı. İstanbul’da Dolapdere’de bir kilise var, Ermeni kilisesi… Ama bu kiliseyi görünür, fark edilebilir kılmamak için kilisenin önüne, etrafına binalar yapılmış. Yüksek, derme çatma binalar. Bunlar kiliseyi gizliyor. Bu kilisenin kapısını bulmak bile zor. Taksim’deki Rum kilisesi de böyle. Anadolu taşrasındaki pek çok kilise ise zaten yakılmış, yıkılmış, harabe durumunda. Devlet Ermenilerden, Rumlardan iz bırakmamak için yoğun bir çaba içinde olmuş. İstanbul’daki bazı kiliseler ise herhalde yıkılamadıkları için gizlenmeye çalışılıyor. Taşradaki, Erzurum, Artvin yörelerindeki bazı Gürcü kiliseleri ise yıkıntı içinde ama ayakta kalmış.
Hewlêr’de Barzani Vakfı karşısındaki bu kilise bende bu tür duygular düşünceler uyandırdı. Hewlêr’de Ankawa isimli bir semt var, Hıristiyanların oturduğu bir mahalle. Orada Müslümanların mülk alması da yasakmış. Bunlar Hıristiyanları koruyucu, onların rahatsız edilmelerini önleyici tedbirler. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde Hıristiyanların daha özgür bir yaşam içinde oldukları görülüyor.
Barış ve Demokrasi Partisi’nin Hewlêr’de bir bürosu var. Barzani Vakfı’ndan sonra burayı da ziyaret ettik.
Oradan da Sinem Xan’a gittik, Celadet Bedirxan’ın kızı Sinem Xan... Sinem Xan Selahaddin Üniversitesi’ndeki konferansta bizi evine davet etmişti. Sinem Xan Kürt milli değerlerine bağlı bir kadın. Evi müze gibi... 1927 Hoybun’un bayrağını Sinem Xan’ın evinde görmek insanda duygu yükselmesi, yücelmesi yaratıyor. Bu bayrak karşısında insanın duyguları düşünceleri yüceliyor, yükseliyor. Bu, Mahabad’da da dalgalanan bayrak... Kürdistan Bölgesel Yönetimi semalarında dalgalanan bayrak da bu bayrak...
Sinem Xan bize 1782 yılında, bir İtalyan tarafından yapılmış dünya haritası da gösterdi. Bu haritada Kürdistan da görünüyor. Bugün Kürdlerin yaşadığı alanlar üzerine Kürdistan yazılmış.
Sinem Xan’ın evinde Bedirxanilerden kalan çeşitli eşyalar, kitaplar, belgeler de var.
Daha sonra Serhat Tepe’nin bürosuna gittik. Reklam bürosu... Bugünlerde, Şemdinli taraflarında, Rubaruk, Girana Nehri, Benavik yörelerinde gerilla faaliyeti yürütmüş olan birkaç arkadaşl da tanıştık. Bu arkadaşlarla sohbet fırsatı da buldum. Bir akşam da bir otelde Nizamettin Taş ve arkadaşlarıyla sohbet ettik. Buraya oğlu Dara ile birlikte Yaşar Kaya da gelmişti. Şivan da o akşam Avrupa’dan Hewlêr’e gelmişti. Kısa bir süre Şivan’ı görmek ve sohbet etmek fırsatı buldum.
İstanbul’dan iş adamı bir arkadaşımız Hewlêr’de bir apartman yapıyor. O apartmanın bir dairesini İBV’na bağışlıyor. O inşaatı da gördük. Hewlêr’de merkezi bir yerde. Apartman inşaatı tamamlanınca bağış işlemi de tamamlanacak..
1 Mayıs günü Başbakan Neçirvan Barzani’yi ziyaret ettik. Başbakanlık Hewlêr’de çok geniş bir alan üzerinde kurulu. Görüşmede başbakanlıkta görevli bazı bürokratlar da vardı.
Neçirvan Barzani genç, dinamik bir kişi. Türk yöneticilerle iyi ilişkiler kurmuş. Bu ilişkileri sağlamlaştırmaya çalışıyor. Görüşmelerin ilk yıllarında Kürdistan’dan söz etmesi Türk bürokratlar tarafından şımarıklık olarak algılanmış. Zamanla bu sözler doğal karşılanır olmuş. Neçirvan Barzani, Hewlêr merkezinde, İBV adına bir bina yapmak istediklerini, bunun için plan proje peşinde olduklarını söyledi.
Kuzey Kürdistanlı olup da bölgede iş yapan çok kişi var. Muşlu bir işadamı da var. Tuhafiye mağazası çalıştırıyor. Vakıf Başkanı İbrahim Gürbüz’e, İshak Bey’e ve bana çeşitli armağanlar da verdi.
O akşam Şiwan Perwer’i kendi evinde bir defa daha ziyaret etme fırsatı bulduk
2 Mayıs sabahı Hewlêr’den İstanbul’a hareket ettik.
Ek 1 Askerlik Dönemi
1962-1964 yılları arasında askerlik yaptım. Eğitim dönemi Tuzla, Yedek Subay Piyade Okulu’nda geçti, 59. Dönem (Ekim 1962-Mart 1963).
O zaman becayiş (yer değiştirme) vardı. Becayişden yararlanarak ben Bitlis’e, dostum Yılmaz Öztürk Çorlu’ya, Süleyman Saim Tekcan Trabzon’a gitmişti.
Bitlis’te, 34. Piyade Alayı’na tayin edilmiştim. 34. Piyade Alayı Bitlis-Tatvan yolu üzerindeydi. Tuzla’daki altı aylık eğitimden sonra, Nisan 1963 de, burada göreve başlamıştım. Üçüncü bölükte takım komutanıydım.
O dönem, Irak’ta, Mele Mustafa Barzani liderliğinde Kürdlerle Irak devleti arasında çatışmalar vardı. Bu çatışmalar nedeniyle sınırı korumak için, Bitlis, Muş, Bingöl, Erciş’deki piyade alaylarından, iyi donanımlı bölüklerin Hakkari’ye, sınıra takviye gücü olarak gönderilmesi konuşuluyordu. Bir önceki yıl yani 1962’de de böyle bir güç Hakkari taraflarına gönderilmiş.
Şöyle deniyordu: “Eşkıyalarla Irak devleti, Irak ordusu arasında, çatışmalar var. Irak silahlı kuvvetleri, eşkıyalarla, haydutlarla yaptığı mücadele sırasında, onları sıkıştıracak. Eşkıyalar, sınıra kadar gelip Türkiye topraklarına sığınmak zorunda kalacaklar, işte onların bu geçişlerine izin vermemek gerekir. Sınıra öyle sıkı önlemler alınmalı ki, bu eşkıyalar sınıra kadar geldiklerinde, onları yakalamak, Irak hükümetine teslim etmek mümkün olsun…”
Bu haydutlar 1946-47’de de Irak devletine başkaldırmışlardır. O zaman Irak ordusu bu eşkıyaları sıkıştırmış, onlar da sınırı geçerek Türk topraklarına girmişler, Yüksekova’dan geçerek İran topraklarına varmışlar, daha sonra da Sovyetler Birliği’ne sığınmışlardı. Bugün sınırda öyle önlemler almalıyız ki 1947’deki durum tekrar etmesin.
O dönemlerde Kürtler haydut, eşkıya, hain, sergerde diye anılıyorlardı. Mele Mustafa Barzani’ye de eşkıyaların başı denirdi. Ben Bitlis’teki alayda sınıra sevk edilen bölükteydim. Asteğmendim, takım komutanıydım. Bölük 21 Mayıs 1963’ten sonra yani Talat Aydemir’in ikinci darbe teşebbüsünden sonra Van’a oradan da Başkale’ye doğru hareket etmişti.
Bölük Haziran’da bir süre Başkale’de konakladı. Daha sonra haziran sonlarında Yüksekova’ya intikal etti, oradan da Şemdinli’ye… Temmuz’da Haruna-Tisi yörelerinde konakladı. Daha sonra bir süre de Şapatan’da konakladı. Şapatan, Derebanî, Sirinüs, Bembo, Nogaylan, Bigolta yörelerinde de kaldı. Temmuz sonlarında Şapatan’dan Şemdinli’ye sevk edildi. Şapatan’dan Şemdinli’ye geçmek için yüksek bir dağı tırmanmak gerekiyordu. Ağustos’ta Şemdinli’den sınıra sevk oldu. Sınırı, Rubaruk’a varmak için Şapatan köyünden dağa tırmanmak gerekiyordu. Bu, ikinci Şapatan oluyor. Dağa tırmanmak gerekiyordu. Daha sonra Nehri köyüne iniyorsunuz. Nehri’den sonra da Benavik, Besusin, Zerin, Mavan üzerinden Rubaruk’a varıldı. Birlik uzun süre Rubaruk’ta konakladı. Şemdinli’den sınıra, Rubaruk’a kadar, 90 km. kadar mesafe vardı. Birkaç defa dağlara tırmanıp indikten sonra Rubaruk’a varılıyordu, yürüyerek gidiliyordu. Ağır silahları katırlar taşıyordu.
Sık sık keşfe çıkmak söz konusu oluyordu. Halk nasıl yaşıyor, Irak’taki mücadeleyi nasıl algılıyor, ne ekiyor, ne biçiyor, ne alıyor, ne satıyor, devletin ve hükümetin politikalarını, uygulamalarını nasıl algılıyor, orduya, jandarmaya, öğretmene, tahsildara, imama karşı tutumu ne gibi konuları anlamak için sık sık keşfe çıkmak söz konusu oluyordu. O zaman muvazzaf teğmenler, astsubaylar keşif işlerini küçük bir askeri iş görürlerdi, keşfe çıkmak istemezlerdi. Bense bu görevi isteyerek yapıyordum. Keşif sırasında yukarıda belirttiğim köyler yanında Girana’ya da uğruyordum. Burası da sınırda, sıfır noktasında bir köydü.
Bölüklere, Hakkari’deki, Van’daki tugay karargahlarından sık sık emirler gelirdi. Bu emirlerde Mele Mustafa Barzani ve Kürt güçleri için “sıkıştırıldılar, yakalanmaları an meselesi, kaçıyorlar, Türk sınırlarına doğru kaçıyorlar, aç kaldılar, yiyecek bulamıyorlar…” şeklinde bilgiler verirlerdi. Dikkatli olunması, sergerdelerin geçişlerine izin verilmemesi, sınırda yakalanmaları istenirdi. Sınırda, takım komutanı olarak benim de sorumlu olduğum 8-10 km.lik bir bölüm vardı.
Temmuz ayı içerisinde bu emirlerde hiç söz konusu edilmeyen bir durum gerçekleşmişti. Mele Mustafa Barzani’ye bağlı “Kürd” güçleri değil, bu güçlerin mücadele ettiği Bradost aşireti mensupları Mavan taraflarından sınırı geçip Türkiye’ye sığındılar. O günlerde Bradost aşireti Irak hükümetini destekliyor, Mele Mustafa Barzani’ye ve güçlerine karşı mücadele ediyordu. Bunun için de Irak hükümeti Bradost aşiretini maddi ve manevi olarak çok destekliyordu. Bradostlar Barzani taraftarlarının sınırdaki köylerini yakıyorlardı. Barzaniler de Irak ordusuna karşı savaş yürütürlerken Bradostlara karşı da savaş veriyordu. İşte bu mücadele sırasında Bradostlar sıkışmışlar, sınır köylerini geçip Türkiye’ye iltica etmek durumunda kalmışlardı. Bradostlar Irak hükümetine dost güçler oldukları için Türkiye tarafından iyi karşılandılar. Liderleri Şeyh Reşit hemen sınırdan alınarak Van’daki tugay komutanlığına götürülmüştü. O günlerde Şeyh Reşit için, yaşlı, hasta bir kişi deniyordu.
Bradostlar kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar kalabalık bir grup olarak gelmişlerdi. Sürüleriyle, katırlarıyla, eşekleriyle, tavuklarıyla gelmişlerdi. Yaşam devam ediyordu. Aşağı mahalleden yukarı mahalleye geçmiş gibiydiler. Çadır kuranlar, hamur yoğurmaya başlayanlar, yemek pişirmek için çaba sarf edenler, çamaşır yıkayanlar, çocuklarını yıkayanlar… yoğun bir faaliyet vardı. Kadınlar üç taş buluyor, üzerine bir tencere oturtuyor, ocak yapıyordu. Bir grup kadın üç taş buluyor, üzerine bir sac oturtuyordu. Çocuklar kendi havalarındaydılar. Birbirleriyle itişip kakışıyorlardı. Yaşam dinamik bir şekilde sürüyordu. Çevredeki köylüler de yeni gelenlere karşı dostluk gösteriyordu.
Bir gün keşif yürüyüşü sırasında peşmergelerle karşılaştık. 11 kişilik bir mangaydık, komutanları da bendim. Peşmergelerle karşılaşınca çok şaşırdım. Peşmergeler bazı şeyler söylüyorlardı ben hiç anlamıyordum. Çok zor durumda kaldım. O sırada bir asker “teğmenin ben konuşabilir miyim?” dedi. Konuştu. Asker Kars’ın Arpaçay ilçesindendi ve peşmergelerle çok rahat bir şekilde konuşuyor, anlaşıyordu. Peşmergeler sınırı geçtiğimizi söylüyorlarmış. Geçerek birkaç kilometre ilerlemişiz. O günlerde sınırda ciddi önlemler, tel örgüler vs. yoktu, 5-6 kilometrede bir sınır taşları vardı.
Askerin peşmergelerin dediklerinden, neler konuştuklarından çok birbirleriyle konuşabilmeleri, anlaşabilmeleri dikkatimi çekmişti. Çünkü o dönemde, 27 Mayıs’tan sonra Kürtlerin Türklüğü, Türk olduğu çok konuşulan bir konuydu. Kürt diye bir halk yok, Kürtçe diye bir dil yok, çok konuşulan konulardı. Devletin bu konuda yoğun bir propagandası vardı. Bunu basın, üniversite, yargı devletin bu görüşünü çok yoğun bir şekilde, tartışmasız bir şekilde destekliyordu. Kürtçe diye bir dilin olmadığı, Kürtlerin birbirini anlamadığı, bir köyde yaşayanların komşu köyde yaşayanların dilini anlamadığı, bunun için Türkçe konuştukları vurgulanıyordu. Mehmet Şerif Fırat’ın Doğu İlleri ve Varto Tarihi isimli kitabı Milli Birlik Komitesi başkanı ve devlet başkanı Cemal Gürsel’in önsözüyle yeniden yayımlanmıştı. Bu, Kürtlerin Türk olduğunu, Kürtçe diye bir dil olmadığını anlatan, ispatlamaya çalışan bir kitaptı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılmış, üniversitelere, liselere, öğretmenlere ücretsiz olarak dağıtılıyordu. Buradaysa Kars’ın Arpaçay ilçesinden bir askerle peşmergeler çok rahat bir şekilde konuşup anlaşıyordu. Barzan veya Barzan’a yakın bu bölge ile Arpaçay arasında en az 700 km. mesafe var. Bu olgu, resmi görüş hakkında, Kürtler, Kürtçe hakkında kafalarda bir kıvılcım etkisi yaratıyor.
Ek 2 Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da Kürtler
1930 yılında Türkiye’de yayımlanan Milliyet gazetesinde bir karikatür yer alıyordu. Karikatürde Büyük Ağrı Dağı ile Küçük Ağrı Dağı arasında bir mezar yapılmış, mezar üzerine de “Muhayyel Kürdistan burada medfundur” (Hayali Kürdistan burada gömülüdür) yazılmıştı. Mezar, beton dökülerek kapatılmıştı. Son 40-50 yılda yaşanan olaylar, üzeri betonla kaplı bu mezarın parçalandığını, Kürtlerin dirildiğini göstermektedir. Bu sürecin temel dinamiği şüphesiz Kürtlerin güneyde, kuzeyde, doğuda, batıda kararlı bir şekilde sürdürdükleri mücadelededir. 1980’lerin ortalarında gerçekleşen ve hala sürüp giden gerilla mücadelesine de elbette işaret etmek gerekir.
ABD ve koalisyon güçlerinin 20 Mart 2003’te Irak’a yaptıkları müdahaleyi ise dış dinamik olarak değerlendirmek gerekir. Bu müdahaleden sonra Saddam Hüseyin rejimi yıkılmıştır. Bu süreçte Baas Partisi, ordu, El-Muhaberat dağıtılmış, kitle imha silahları yok edilmiştir. Belli başlı bu tehditlerin ortadan kalkmasıyla Kürtlerin önü açılmış, Kürtlerin kararlı mücadelesiyle Federal Irak anlayışı dile getirilmiş, bu anlayış doğrultusunda anayasa yapılmış, Kürdistan Bölgesel Yönetimi kurulmuştur. Bu artık uluslararası bir statüdür. Böylece Yakındoğu’da 1920’lerde kurulan ve Kürtlere herhangi bir statü vermeyen bu statükoda çok önemli bir gedik açılmıştır. Güney Kürdistan’da yaşanan bu sürecin Kuzey Kürdistan’da Doğu Kürdistan’da ve Batı Kürdistan’da yaşayan Kürtleri de etkileyeceği açıktır. Bu iki dinamik yani iç dinamik ve dış dinamik birbirlerini etkileyerek birbirlerini tetikleyerek Kürtleri, Kürdistan’ı bugünkü duruma getirmiştir. Kürtler artık Ortadoğu’da, Yakındoğu’da çok önemli bir güçtür. Bölge yeniden düzenlenirken Kürt dinamiği artık dikkatlerden uzak tutulamaz.
1920’LER, MİLLETLER CEMİYETİ DÖNEMİ
Bu çerçevede 1920’lere bakmak gerekir.
1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Kürtler ve Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya ve Fransa bunu Yakındoğu’daki Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği, güç birliği yaparak gerçekleştirmiştir.
1920’ler ulusların kendi geleceğini tayin hakkı anlayışının, halkları en çok etkilediği bir dönemdir. Sovyetler Birliği liderleri Lenin, Stalin, Troçki bu temel ilkenin yaşama geçmesi için önemli bir çaba içindedir. ABD başkanı Wilson yine böyle bir çaba içindedir. Böyle bir dönemde Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması dikkate değer bir durumdur.
Bu, Kürtlerin ve Kürdistan’ın üçüncü bölünüşü, parçalanışı ve paylaşılışıdır. 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde yaşanan bu süreç bize şunu göstermektedir. Bir ulus tarihinin belirli bir aşamasında bölünmenin parçalanmanın ve paylaşılmanın hedefi olduğu zaman o ulusun artık derlenip toparlanması zor olmaktadır. Bu artık kendini üreten, çoğaltan, derinleştiren, yaygınlaştıran bir etki yaratmaktadır.
İlk bölünmenin 16. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında gerçekleştiği biliniyor. O dönemde Osmanlı İran savaşlarının Kürdistan’da yapıldığı, her iki tarafın da Kürtlerden oluşturdu ordular olduğu, bu orduların İran adına ve Osmanlı adına birbirleriyle savaştıkları biliniyor.
İkinci bölünme 1812-1813, 1826-1828 İran-Rus savaşları sonunda gerçekleşmiş, İran İmparatorluğu sınırları içindeki Kürdistan’ın kuzey kesimleri Rus imparatorluğunun egemenliği altına girmiştir. Kafkasya’da Ermenistan ile Karabağ arasında 1923-1928 yılları arasında yaşam bulan Kızıl Kürdistan bu toprakların bir kısmı üzerinde kurulmuştur. Gürcistan’da, Ermenistan’da ve Azerbaycan’da yaşayan Kürtleri yine bu durumla ilişkilendirmek gerekir.
Bölünme, parçalanma ve paylaşılma giderek aşiretleri, aileleri bölmekte hatta aynı ailedeki kardeşler bölünmektedir. Güney Kürdistan’daki, Doğu Kürdistan’daki Kürtlerin Arap alfabesi, Kuzey Kürdistan’daki Kürtlerin Latin alfabesini kullanmaları ve bu durumun sürüp gitmesi yine bu durumla ilgilidir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Miletler Cemiyeti uluslararası barışı kurmak ve korumak için kurulmuştur. Uluslararası anlaşmazlıklar, devletlerarası anlaşmazlıklar, savaşa varmadan, barışçıl yollardan çözülsün diye kurulmuştur. Ama bu dönemde Kürtler ayakta oldukları halde, örneğin Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmut Berzenci’nin bunu sık sık gündeme getirmesine rağmen Milletler Cemiyeti’ni kuranlar Kürt isteklerini dinlemek, duymak istememiştir. Kürtler ve Kürdistan bölünmüş parçalanmış ve paylaşılmıştır. Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da Kürtlere hiçbir statü vermeyen bir statüko kurulmuştur.
Milletler Cemiyeti kendisinden bekleneni, yani uluslararası barışı kuramamış, ikinci dünya savaşının patlak vermesine engel olamamıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve savaştan sonra da uluslararası barışı kurma ve koruma anlayışı devam etti. 1945’te Birleşmiş Milletler bu doğrultuda kuruldu. İkinci Dünya Savaşı sürecinde de Kürtler ayaktaydı. Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kurulması ve yıkılması dikkate değer bir durumdur. Ama Kürtler bu dönemde de Birleşmiş Milletler’i kuranlara seslerini duyuramamışlardır. Birleşmiş Milletler’i kuranlar, örneğin İngiltere Fransa, ABD, Sovyetler Birliği, Kürtleri görmek istemedi, Kürt isteklerini duymak dinlemek istemedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler oldu. Örneğin Afrika’da İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sadece iki bağımsız devlet vardı bugün 57 bağımsız devlet var ve bunlar 1950’lerde, 1960’larda bağımsızlık kazandılar ama Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. Kürdlere herhangi bir statü vermeyen bu statükoda hiçbir şey değişmedi. Bunların bilincinde olmak gerekir.
1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde kurulan uluslararası nizam anti-Kürd bir uluslararası nizamdır. Birleşmişler Milletler’i kuranlar da bu anti-Kürd uluslararası nizamı aynen korumuştur. Bugün de bu anti-Kürd uluslararası nizam aynen korunmaktadır. Kürdlerin bu anti-Kürd uluslararası nizama karşı mücadelelerinin sürmesi ise çok önemlidir.
Anti-Kürd uluslararası nizam konusunda bazı olaylardan söz etmek yararlı olacaktır.
16 Mart 1988, Saddam Hüseyin rejimi Halepçe’de Kürdleri zehirli gazlarla boğdu, soykırım yaptı. Bu soykırıma karşı dünyanın hiçbir yerinde bir tepki, eleştiri, suçlama yapılmaması dikkate değer bir durumdur. Ne Paris’te, ne Londra’da ne Berlin’de ne Washington’da, ne Kahire’de, ne Şam’da bu konuda bir yürüyüş, miting olmadı. Tel-Aviv’de bu soykırımı protesto eden bir miting, yürüyüş yapıldığına ise işaret etmek gerekir. Hâlbuki Saddam Hüseyin rejimi “hangi gaz daha zehirlidir, hangi gaz kitlesel bakımdan daha çok ölüm yaratır” konusunda 1983’ten beri araştırmalar yapıyordu. Bunun için de subay olarak Kürd köylerini, cezaevindeki Kürd mahkûmları kullanıyordu. 1983’ten beri bu konuda yapılan deneyler sırasında katledilen Kürdlerin sayısı Halepçe’de bir anda katledilen Kürdlerin sayısından çok daha fazladır. Zamana ve mekâna yayılmış bir soykırım.
İslam Konferansı bu soykırımın yapıldığı günlerde Kuveyt’te toplantı halindeydi. Türkiye’yi 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren temsil ediyordu. O dönemde İslam Konferansı’nın 53 üyesi vardı. İslam Konferansı’nın soykırım karşısında bir tepki göstermemesi Saddam Hüseyin rejimini eleştirmemesi, suçlamaması dikkate değer bir konudur. O zaman Bulgaristan’da Türk azınlığa isim değiştirme, Türklere Bulgar isimleri verme operasyonları vardı. Bulgar hükümeti Türklere “Bulgar isimleri alırsanız, Bulgaristan Komünist Partisinde ve Bulgaristan devlet bürokrasisinde görev alırsınız, görevde hızla yükselirsiniz. Ama Türk isimleriyle kalırsanız günlük yaşamınızda sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz diyordu. İslam Konferansı sonuç bildirisinde bu tutumundan dolayı Bulgaristan eleştiriliyordu. Benzer bir nedenden dolayı Batı Trakya’daki Türklere yürüttüğü eğitim politikasından dolayı Yunanistan da eleştiriliyordu. Batı Trakya’daki Türk çocukları için Türkiye’de hazırlanmış bir alfabenin Yunan hükümeti tarafından kabul edilmemesi Yunan hükümetinin bu konuda bizzat kendisinin hazırladığı bir alfabeyi kullanması… İslam konferansı tarafından eleştiriliyordu. Ama İslam Konferansının Kürt soykırımına karşı küçücük bir tepkisi olmamıştı. Bu uluslararası nizamın ne kadar anti-Kürd olduğunu, İslam Konferansı’nın ne kadar anti-Kürd olduğunu açıkça göstermektedir.
Bu soykırımdan iki ay kadar sonra soykırım konusunda Avrupa’da uluslararası bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıya “soykırıma en çok maruz kalan biziz, Kürdistan” diyerek Kürdler de katılmak için başvuruda bulundu ama Uluslararası Soykırım toplantısını düzenleyenler “siz devlet değilsiniz, bu toplantıya ancak devletler katılabilir” diyerek Kürdlerin başvurusuna olumlu cevap vermedi. Kürdlere “Siz ancak Irak devleti adına katılabilirsiniz. Irak katılmanıza onay verirse katılabilirsiniz” dendi. Bütün bunlar uluslararası nizamın ne kadar anti-Kürd olduğunu, her zaman Kürtlere baskı yapan devletlerin çıkarının gözetildiğini göstermektedir. Kürdlerin, Kürdlere soykırım yapmış bir devletin onayıyla böyle bir toplantıya katılabileceklerinin söylenmesi, uluslararası nizamın ne kadar anti-Kürd bir şekilde, adaletsiz bir şekilde kurulduğunu bir defa daha göstermektedir.
13 Temmuz 1989’da İran Kürdistan Demokrat Partisi lideri Adurrahman Gassemlo ve iki arkadaşı Viyana’da bir otel odasında öldürüldüler. Bunu gerçekleştirenler İranlı Pasdaranlardı. Onlar görüşmeci kılığında, diplomat kılığında İran hükümeti tarafından gönderilmişlerdi. Devlet Kürd sorunu konusunda Abdurrahman Gassemlo ile görüşmeler yapıyordu. Görüşmeler gizliydi, basına ve kamuoyuna açık değildi.
Bu otel odasında görüşmeye oturur oturmaz, görüşmeci kılığında, diplomat kılığında İran devleti tarafından görevlendirilen ve gönderilen Pasdaranlar tarafından katledildiler. Bu katliamı gerçekleştirenler çok kısa bir süre içinde oteli terk ettiler. Çok kısa bir süre içinde Viyana’yı, Avusturya’yı terk ettiler. İran’da maddi ve manevi ödüllerle karşılandılar.
Abdurrahamn Gassemlo’nun eşi Helene Krulich bu cinayet hakkında ceza davası açılması için Avusturya hükümetine, Savcılığa başvurdu. Avusturya hükümeti bu konuda ceza davası açmak istemedi ama Helene Krulich bu konuda çok ısrarlı oldu. Fransız, Alman, Amerikan İtalyan, İngiliz vs. yönetimlerinin yardımını isteyerek bir ceza davasının açılması için çok çalıştı. Çeşitli devlet adamlarıyla görüşmeler yaptı. Bu ısrarlı takibat üzerine Avusturya hükümeti bir soruşturma açtı, bu dosya sürüncemede kaldı ve kapatıldı.
Avusturya hükümeti İran’la ikili ilişkilerimiz bozulmasın gerekçesiyle böyle bir dava açmadı. Dava açarsa ilişkilerin yara alacağını düşünüyordu. Kürtler ise hiç önemsenmiyordu. Kürd kamuoyunu dikkate almak gereği duyulmuyordu.
Avrupa’nın ortasında, insan hakları anlayışının çok gelişkin olduğu bir yerde Kürdlerin hiç önemsenmemesi, Kürd duygularının düşüncelerinin dikkate alınması gereğinin hissedilmemesi, üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulması gereken bir olaydır.
İran hükümeti Avusturya’nın, Avrupa’nın bu duyarsızlığından yararlanarak bu sefer Berlin’de, Abdurrahman Gassemlo’dan sonra İran Kürdistan Demokrat Partisi başkanı seçilen Sadık Şerefkendi ve arkadaşlarını 17 Eylül 1992’de bir lokantada katletti ama bu sefer Alman hükümeti bu cinayet hakkında soruşturma açtı.
Almanya’da kanımca bir milyondan fazla Kürd yaşamaktadır. Bir buçuk milyon olduğu da söylenebilir ama Almanya Kürdleri hala Kürd olarak kabul etmemektedir. Türkiye’den gittiyse Türk, İran’dan gittiyse Fars, Irak’tan gittiyse veya Suriye’den gittiyse Arap olarak kaydetmektedir.
47 üyeli Avrupa Konseyi’ne bağlı üyeler, Andorra’nın, San Marino’nun Monaco ve Liechtenstein’in yani bu dört devletin toplam nüfusu iki yüz bin kadardır. Yani bu dört devletin toplam nüfusu Almanya’da yaşayan Kürtlerin beşte biri bile değildir. Bu da uluslararası nizamın ne kadar anti Kürd olduğunu yine göstermektedir.
Irak’ta 2005 yılında Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulmasından sonra bu bölgeden Almanya’ya giden Kürtlerin artık Kürd olarak yazıldıkları da söylenmektedir. İngiltere, Fransa gibi devletlerde de Almanya’da yaşanan benzer durumlar cereyan etmektedir.
Burada önemli bir konuya daha dikkat çekmekte yarar vardır.
Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da Kürdlerin haklarını kısıtlayan, Kürdleri baskı altında tutan, Kürdleri şu veya bu şekilde asimile etmeye çalışan bütün devletler Müslüman devletlerdir. Bu devletler Kürdlerin haklarını, özgürlüklerini İslam kardeşliği sloganını kullanarak engellemeye çalışmaktadır. Irak’ta, İran’da, Türkiye’de, Suriye’de Kürdler milli haklar, özgürlükler talep ettikleri zaman hemen İslam kardeşliği sloganını gündeme getirmektedirler. Bu taleplerin İslam kardeşliği anlayışına aykırı olduğu, İslam’da kavmiyet gütmenin yasak olduğu vurgulanmaktadır. Bu devletlerde basın, üniversite, yargı gibi temel kurumlar da devletin bu görüşünü dile getiren düşünceleri savunmaktadır.
Bu bakımdan İslam kardeşliği sloganının değerlendirilmesinde ve Pakistan-Bengal halkının mücadelesinin incelenmesinde yarar vardır.
Yukarıda Halepçe soykırımında İslam Konferansı’nın nasıl duyarsız bir tutum sergilediğine dikkat çekilmiştir. Müslüman Bengal halkının Müslüman Pakistan yönetiminden hakları ve özgürlüklerini nasıl aldığı irdelenmesi gereken bir konudur.
Hindistan 1947’de bağımsızlık kazandı. Büyük Britanya’nın Hindistan’dan çekilmesiyle Güney Asya’da iki devlet ortaya çıktı. Hindistan, Pakistan. Büyük Britanya’nın Hindistan’dan çekilmesi sürecinde Müslüman liderler, örneğin Cinnah, Hint kurtuluş hareketi yöneticilerine Hintlilerle birlikte yaşayamayacaklarını, Müslüman halkın dilinin ve kültürünün çok farklı olduğunu vurguladılar. Gandi ile Nehru ile tartışmalar yaptılar. Sonunda Hindistan’la birlikte Pakistan da bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktı. O zaman Pakistan iki parçalıydı. Bugünkü Pakistan’a Batı Pakistan deniyordu. Doğu Pakistan Bengal halkının yaşadığı bir ülkeydi. Batı Pakistan’la Doğu Pakistan arasında 1200 km. kadar mesafe vardı. Bengal ülkesi de iki parçalıydı. Batı Bengal’e de Doğu Pakistan deniyordu. Doğu Bengal Hindistan’ın bir eyaletiydi. Bugün de Doğu Bengal Hindistan’ın büyük eyaletlerinden biri. Başkenti Kalküta olan eyalet… Ganj nehrinin Umman okyanusuna döküldüğü alan. Hindistan’da federal bir yönetim var.
Pakistan ayrı bir devlet olarak kurulur kurulmaz Müslüman Bengal halkı Pakistan yönetiminden haklarını, özgürlüklerini istemeye başladı. O dönemde Müslüman Pakistan yönetimi Bengal halkının taleplerinin İslam kardeşliği anlayışına aykırı olduğunu vurguluyordu. İslam’da kavmiyet gütmek yasaktır diyordu. Bengal halkı da “Asıl sizin bize karşı yürüttüğünüz politika İslam’a aykırıdır. Haklarımızı, özgürlüklerimizi gasp ediyorsunuz. Bengal dilini yasaklıyorsunuz. Çocuklarımızı Urdu diline asimile etmeye çalıyorsunuz. İslam’a aykırı olan temel durum budur” diyordu.
Pakistan’da 1950’ler, 1960’lar Eyüp Han dönemi, Yahya Han dönemi böyle geçti. Müslüman Bengal halkı Müslüman Pakistan yönetiminin Bengal’e uyguladığı politikaları esas İslam’a aykırı olan budur diye eleştirdi.
1970’lerde Bengal halkının mücadelesinde bir yükselme oldu. Bengal vatanı konusunda çok yoğun ve yaygın bir bilinç gelişti. 1971 baharında seçim yapıldı. Mucibürrahman liderliğindeki Müslüman Avami Birliği Partisi seçimlerde büyük başarı kazandı. Bengal halkı kendi kendini yönetim ve kendi geleceğini tayin anlayışı çerçevesinde kendi milletvekillerini seçmişti ama Yahya Han yönetimi bu seçimleri kabul etmedi. Bengal parlamentosunun toplanmasına engel oldu. Bengal parlamentosu toplanamadan dağıldı. Bunun üzerine Pakistan yönetimine karşı silahlı mücadele başladı. Ama bu süre zarfında Pakistan yönetimi Bengal’de devlet terörünü yaygınlaştırdı ve tırmandırdı. 300 bine yakın kayıp var. Pakistan ordusu Bengal’de katliamlar yaptı. Mücadelede Bengal halkının şöyle bir avantajı vardı. Hindistan sürece müdahale etti. Hint ordusu Bengal topraklarına girdi. Pakistan birliklerini esir aldı. 1971 sonunda bağımsızlık bu yolla elde edildi. Bangladeş Hindistan, ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere gibi devletler tarafından tanındı. Bağımsızlık elde edildikten sonra Hint ordusu Bangladeş’ten çekildi. O dönemde Hindistan başbakanı İndra Gandhi idi.
Şöyle bir değerlendirme yapılabilir. İslam kardeşliği anlayışı Kürtleri çok kandırıyor. Kürdeler de bu slogana çok kanıyor ama Müslüman Bengal halkı bu slogana kanmamış. Haklarını, özgürlüklerini kazanmak için yoğun bir çaba içine girmiş. İbrahim Sediyani’nin Kürtleri Kandıran ama Bengal Halkını Kandıramayan İslam Kardeşliği yazısı bu bakımdan değerlidir. Azadi inisiyatifinden Kadir Amaç’ın da bu görüşü dile getiren yazıları vardır.
Bengal halkının mücadelesinin Türkiye Cumhuriyeti tarafından nasıl algılandığına da bakmak gerekir. Türkiye bu mücadele sırasında her zaman Pakistan devleti tarafında yer almıştır. Müslüman Bengal halkına hiçbir zaman destek vermedi. Bengal halkının haklı mücadelesini yürütenler “eşkıyalar, sergerdeler, haydutlar” olarak değerlendiriliyordu. Türk devleti Bangladeş’i, Pakistan Bangladeş’i tanıdıktan sonra tanıdı. 1975’te İslam Konferansı toplantısında…
Türk siyasal düşüncesinde bir görüş var “Türkiye, Türk halkı bütün mazlum uluslara, ulusal kurtuluşları yönünde önderlik etmiştir. Onlara, ulusal kurtuluşları yolunda ilham vermiştir” Türkiye’nin Bengal halkının mücadelesine karşı tutumu dikkate alındığında bu görüş hemen çürüyor. 1954-1962 Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde de Türkiye her zaman Fransa’nın yanında yer almıştır. Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesine hiçbir zaman destek vermemiştir.
Bugün Barış ve Demokrasi Partisi, PKK, BASK, İRA sürecinin, Güney Afrika’daki sürecin nasıl geliştiğini inceliyor. Kendisine bir yol bulmaya çalışıyor. Bu incelemeler değerli olabilir. Bunlar Kürd mücadelesine ışık tutabilir ama Kürt mücadelesine ışık tutabilecek esas eylem, esas örnek Pakistan-Bengal örneğidir.
Kısaca barış ve çözüm sürecinden de söz edelim. Bütün savaşların bir gün sona ermesi ve barış yapılması kaçınılmazdır. Bu süreç ne kadar erken yaşanırsa, savaşan taraflar için o kadar iyi olur.
Burada barış ve çözüm süreciyle ilgili bazı kuşkularımı ve endişelerimi dile getirmeye çalışacağım.
Barış ve Demokrasi Partisi’nin bir ay önce “Kürdistan’a Statü, Öcalan’a Özgürlük” gibi bir sloganı vardı. Bugünlerde Öcalan’a özgürlükten yine söz ediliyor ama Kürdistan’a statüden söz edilmiyor, bu slogan artık kullanılmıyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “sorun silahlı unsurların varlığıdır. Silahlı unsurlar ülkeyi terk ederlerse sorun biter” diyordu. “Silahlı unsurlar silahlarını bırakıp bu ülkeyi terk etsinler” diyordu. Kandil’deki PKK yöneticileri, örneğin Murat Karayılan da şöyle söylüyordu: “Burası Kürdistan, bizim ülkemiz. Sen ülkemizi terk et. Biz piknik yapmak için mi dağa çıktık?” Kandil’deki yöneticiler bugün bu sözleri söylemiyorlar, “başkanımız çekilin dedi, çekiliyoruz” diyorlar, “başkanımıza inanıyoruz, güveniyoruz” diyorlar.
Barış ve Demokrasi Partisi’nin bir yıl öncesine kadar sık sık kullandığı bir sloganı vardı “Münafık Erdoğan” sloganı. Bunu Diyarbakır, Batman, Van, Hakkari, İstanbul, Adana, Mersin, İzmir, gibi alanlarda, Almanya’da, Kürdlerin yaşadığı her yerde, özellikle kadınlar ve çocuklar çok bağırırlardı. Şimdi ise bazı BDP milletvekilleri AKP’ye, hükümete “Anayasayı birlikte yapalım” diyorlar. “Otuz küsur milletvekili bizim var, 320 küsur milletvekili sizin var anayasayı birlikte yapabiliriz” diyorlar. “Münafık Erdoğan”dan “Anayasayı birlikte yapalım”a nasıl gelindiği elbette dikkate değer bir konudur.
Statü elbette çok önemli bir konudur. Statü denildiği zaman, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden bağımsız devlete kadar çok geniş bir yelpazeden söz etmek mümkündür. Statü denildiği zaman en azından federasyon savunulmalıdır. Statü kazanılmadan Kürt/Kürdistan sorununun çözülmesi mümkün değildir.
Bunlar süreç hakkında kuşkuların kaynağı olan durumlardır. Hâlbuki barış denildiği zaman, gerillaların ülkeyi terk etmesi değil, Kandil’deki, Avrupa’daki Kürtlerin de ülkeye gelmesi anlaşılmalıdır. Buysa genel affı gerekli kılar. Hükümet açıklamalarındaysa bunlardan söz edilmemektedir. Bilakis yeni karakollar yapılmaktadır. Korucu sayısını artırma girişimleri söz konusu olmaktadır. Bunların barış ortamının oluşmasına aykırı girişimler olduğu açıktır. Ayrıca başbakanın, hükümetin dili de barış dili değildir. Buna da işaret etmek gerekir.
PKK başkanı Abdullah Öcalan’la MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın görüştüğü, anlaştığı, mutabakata vardığı vurgulanmaktadır. Ama anlaşmanın içeriğinin belli olmadığı belirtilmektedir. Geri çekilme karşılığında ne gibi haklar kazanıldığının bilindiği dile getirilmektedir.
Bu görüşmelere müzakere demek doğru değildir. Burada sadece gerillanın belirtilen zaman içinde çekilmesi söz konusudur. Şöyle bir beklenti olabilir. “Esir askerleri bıraktık, geri çekildik, hükümet artık sorunun çözümü konusunda bir şeyler yapmalı, bazı adımlar atmalı...” Başbakanın Kürt sorunu diye bir sorun yoktur görüşü çok olumsuz bir yaklaşımı ifade etmektedir. Hükümet adım atmayabilir ama PKK, BDP statü konusunda kendi kendini yönetme, kendi geleceğini tayin etme konularında ısrarlı olmalıdır. Anadilinde eğitim, Kürtçe mecburi eğitim vazgeçilmemesi gereken bir hak olmalıdır.