Hakemliğe Soyunmadan Sorunu Bilmek Gerekir!
28 Kasım Günü e-mail adresime gelen Prof. Baskın Oran’a ait “Dersim: bir toparlama” başlıklı yazı olmasaydı, sizler bu satırları okumuyor olacaktınız. Ne var ki, onun Dersim ve Kürtler hakkında ileri sürdüğü kimi iddialara değinmeden önce, 1937-38 soykırımı ile ilgili olarak son bir ayda Berlin’de gerçekleştirilen iki etkinliğe bir kaç cümle ile de olsa değinmek istiyorum. Zaten Prof. Oran’ın yazısının omurgasını da konuşmacı olarak katıldığı bu etkinliklerden biri oluşturuyor.
Etkinliklerden birincisi, 14 Kasım günü Dersim Cemevi’nde (Dersim Cemaati)’nde “Tertelê Dêrsimî” adıyla düzenlenen bir panel, ikincisi ise 24 Kasım günü Berlin Eyaleti Parlamentosu (Abgeordnetenhaus Von Berlin)’nda gerçekleştirilen konferanstı.
Parlamentodaki Konferansın düzenleyicisi, Sol Parti Fraksiyonu (Die Linkefraktion) idi. Partisi adına Konferansı düzenleme çalışmalarını, bu Parti’den eyalet Parlamenteri olan Giyasettin Sayan üstlenmişti. Bazı Kürt kuruluşları ise bu işte Sol Parti Fraksiyonu’na aktif destek sunmaktaydılar. Gün boyunca süren Konferans, hem kitlesel katılım, hem program yönünden hayli zengin ve başarılıydı. Konferansın, Eyalet Parlamentosu’na ait binada, bir Alman partisinin organizatörlüğünde gerçekleşmesine ek olarak Parlamento Başkanı SPD’li Walter Momper’in katılması ve bir açış konuşması yapması, kuşkusuz, eylemin önemini daha da arttıran bir durumdu.
Konferans sonucunda yayınlanan sonuç bildirgesinde de 1937-38’de Dersim’de yapılan kitlesel katliam bir soykırım olarak nitelendiriliyor ve uluslararası kamuoyuna, olayın bu şekilde kabul edilmesi için çaba harcama çağrısında bulunuluyor.
3 konuşmacının hazır bulunduğu 14 Kasım paneli de kitlesel katılım bakımından başarılıydı. Konuşmacılar, kendi bakış açılarıyla, Dersim’i ve Dersim’de gerçekleşmiş olan 1937-38’i soykırımını anlatmaya çalıştılar. Panelistlerin, bu olaya değinirken, onun temel nedeni olan Dersim’in Kürt kimliğine vurgu yapmaktan kaçınmaları, kanımca panelin en zayıf yanıydı.
Prof. Baskın Oran’ın, konuşmacı olarak katıldığı panel buydu. Oran, 1937-38 soykırımına değinirken, Türkiye Cumhuriyeti yönetimlerinin izlediği politika ile ilgili kimi gerçekleri dile getirmekte hayli başarılıydı. Ancak yine de, Dersim hakkındaki bilgilerinin zaman zaman yüzeysel kaldığı gözden kaçmıyordu. Bazı noktalarda ise düpedüz yanlış şeyler söyledi.
Diyelim ki 1937-38 döneminden bahsederken Dersimliler için “Dünyadan haberleri yoktu” derken, aslında kendisinin Dersim ve Dersimlilerden hayli habersiz olduğunu ortaya koyuyordu. 1920’lerde, Dil ve kültürel haklardan tutun da, bağımsız bir devlet istemeye kadar varan istemler ileri süren ve bunları gerçekleştirme uğruna, silahlısı dahil, politik mücadele yürüten bir bölgenin halkını hiç bir ayırıma tabi tutmadan “dünyadan habersiz” ilan etmek, gerçekle ne derece bağdaşır, düşünmek gerekir.
Baskın Oran’ın, CHP milletvekili Onur Öymen’in parlamentodaki konuşmasından önce Dersim soykırımının tartışılmadığını ve unutulduğunu söylemesi ise bir yönü ile doğru, bir yönü ile yanlıştı.
Kemalistler şurada kalsın, demokrasi mücadelesi veren Türk entelektüelleri bakımından bile bu konular öteden beri pek de ilgilenilmeye değer şeyler olamadı ve genellikle de tabu olarak kaldı. Bu, işin doğru yanıdır. Ama Kürt yurtsever çevreleri bakımından durum bunun tam tersidir. T.C.’nin 20. Yüzyıl Kürt politikası ve bu çerçevede bu halkın çektiği acılar, doğal olarak Kürtlerin gündemden hiç düşmedi. Dersim ve özellikle de 1937-38 soykırımı ise bu çabada hemen daima baş sırayı işgal etti ki bugün de bu durum değişmiş değil. Sözün kısası, Baskın Oran gibileri için yeni olan şey, bizim için oldum olası aktüeldir.
Prof. Oran’ın Berlin toplantısında, 1923-38 döneminde, Kuzey Kürdistan’da sürdürülen demiryolu yapım çalışmalarının amacı üzerinde dururken, bunu “Dersimi Kuşatmak”la sınırlı tutması da yine dikkat çekici bir eksiklikti. Oysa bizzat kendisinin değindiği belgelerde, devletin demiryollarını sırf Dersim’i kuşatmak için değil, Kuzey Kürdistan’ın tamamına hâkim olmanın bir aracı olarak yaptığı açık bir şekilde dile getiriliyor.
Örneğin, 1926 yılında kabul edilen Şark Islahat Planı’nın bu konuya ilişkin 20. Maddesi şu şekildedir:
“Şark şimendiferlerinin Erzincan’a, Sivas, Elâziz-Diyarbekir, Elâziz-Çapakçur-Muş, Van Gölüne mümkün olduğu kadar az zamanda varmasını temine çalışmak lazımdır.” (M. Bayrak, Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri, 1993, Ankara, s. 488)
Baskın Oran, bahsi geçen toplantıda İsmet İnönü’den “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ulusal haklar talep etmek hakkına sahiptir...” alıntısını yapmıştı. Oysa bu cümlenin yer aldığı paragrafın tamamı, devletin Kürdistan’da, demiryolu yapımı ile güttüğü amacı açıklığa kavuşturuyor. Paragraf şu şekildedir:
“Beş senden beri Doğu vilayetlerimizde meydana gelen ve kökü dışarıda entrikalarla körüklenen isyan bugün gücünün yarısını kaybediyor. Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ulusal haklar talep etmek hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur. (...) Bu demiryolu sınıra ulaştığı gün, her türlü tereddüt ortadan kalkacak ve her türlü entrika, o zaman mutlak bir şekilde yerleşmiş bu hakikatin önünde tesirsiz kalacaktır.” (C. Aladağ, Kürdistan’ın Sömürgeleştirilmesi ve Kürt Ulusal Hareketleri, s. 52’den naklen.)
İnönü bu konuşmayı 1930 yılında Sivas Demiryolu’nun açılış töreninde yapmıştı. Görüldüğü gibi Türk Başbakanı, olayı herhangi bir bölge ile sınırlı tutmuyor, Kuzey Kürdistan’ın tamamından bahsediyor. Onun, beş seneden beri sürdüğünü söylediği isyan, 1925-30 yıllarında meydana gelen Kürt direnişleridir. Bu yüzden de demiryolunun sınıra kadar uzatılmasına vurgu yapıyor.
Yine anlaşılan, Baskın Oran’ın Dersim halkının önemlice bir kesiminin Kurmancca konuştuğundan haberi yoktu ki Berlin’deki panelde Dersimlilerin tamamının Dımılice konuştukları anlamına gelecek sözler söyledi.
Oran’ın konuşmasının sonunda, Dersimlilerin CHP’ye sundukları desteği “Stockholm Sendromu”na benzeterek açıklaması, salonda tartışmalara neden oldu. Kendisi de konuşmacı olan Yrd. Doç. Dr. Zeliha Hepkon buna şiddetle itiraz edenler arasındaydı.
Kanımca Baskın Oran’ın bu saptaması yerinde ancak eksikti. Dersim’de öteden beri Mustafa Kemal’e sahip çıkan, onun 1937-38 soykırımından haberdar olmadığı balonunu bıkıp usanmadan uçuran, dönemin tek partisi CHP’ye destek veren önemli bir kitlenin bulunduğu bir gerçektir. Hatta kendi anadillerinin konuşulmasına, ona ilişkin haklar talep edilmesine bile en az Kemalistler kadar karşı çıkan Dersimlilerin sayısı da yabana atılır gibi değil.
Beri taraftan, Dersim halkının, tümünün bu durumda olmadığı gerçeğini de gözden uzak tutamayız. Kemalizm’in kuyruğuna takılmış kesimine karşılık, Dersim’de sol ve demokratik saflarda yer alan, Kürt özgürlük mücadelesinde büyük katkılar sunan ve bu yüzden çok ağır bedeller ödeyen aydın ve mücadeleci bir kesimin varlığı inkâr edilebilir mi? Şu an Dersim’in iki parlamenterinden biri ile merkez Belediye Başkanı Kürt kimlikli bir partinin mensuplarıdır, seçim kazanarak bu görevlere gelmişlerdir. “Tunceli” il merkezine “Sey Rıza”nın heykelini onlar diktiler.
O halde, aslını inkâr eden CHP Genel Başkanı ve benzerlerinin varlığı ne kadar Dersim’in utancı ise, kalemiyle, sazı, sözü ve öteki çabalarıyla barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yer alan Dersimlilerin varlığı hatta öteki birçok yöreye oransal çokluğu da oranın gururudur.
Ne var ki Baskın Oran, “Stockholm Sendromu” benzetmesine duyulan tepkilerden bir hayli rahatsız olmuşa benziyor. Öyle olduğu içindir ki yukarıda bahsini ettiğim makalesinde, Dr. Zeliha Hepkon için küçümseyici cümleler kullanmış, onun akademisyen kimliğini alaya almış vs.
Baskın Oran’ın o toplantıda söylediği ve yazısında da tekrarladığı en ilginç görüş bence şuydu:
“Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler. Akvaryumdaki balık suyu kolayına anlayamaz. Suda olmayan daha iyi bilir...
Mazlum kendisine ‘sen en büyüksün’den başkasının denmesini istemez. Tahlil yaparsınız, ‘tahkir’ diye anlar; ikisi de t’yle başladığı için herhalde.”
“Hoca”nın bu sözlerle kastettiği genelde Kürtler, özelde ise Dersimlilerdir. Ona göre biz Kürtler, ezilen ve katliama uğrayan taraf olduğumuz için, olayları, onun gibi dışarıdan bakanlar kadar sağlıklı bilemeyiz. Bizim durumumuzdakiler alıngandır, hissi davranır ve “tahlil” ile “tahkir”i birbirine karıştırırlar vs.
Mazlumun hissi olması mümkündür, bu doğru. Peki, bundan hareketle, Baskın Oran’ın yaptığı tarzda bir genelleme yapılabilir mi? O kanıda değilim.
Örneğin, dışarıdan bakanlar, sudaki ısı farklılaşmasını balıklar kadar yakından bilemez, ses dalgalarını onların algıladığı gibi algılayamazlar. Oksijen miktarı, kirlilik vs. bakımından da öyle.
Sosyal olaylarda ise bu daha da belirgindir. İşkence görmeyen biri, işkenceyi, onu gören kadar iyi tanıyamaz. Tecavüze uğrayan bir kadının çektiği acıyı başka birisinin aynı derecede hissetmesi düşünülemez. Bir Kürdün, dili ve kimliği nedeniyle uğradığı haksızlık karşısında hissettiklerini, bunu yaşamayan bir türkün hissedebileceğini düşünmek gerçekçi olmaz vs.
Diyelim ki bizim çocukluğumuz, 1937-38 soykırımı üzerine anlatılanları dinlemekle geçti. O olayı bilir, hissederiz. Daha da önemlisi biz Kürtler, on yılardır 1937-38 jenosidi başta olmak üzere Kürt kırımları ile yakından ilgiliyiz ve bunu kamuoyuna duyurmak için de oldukça aktif bir çalışma yapmaktayız. Oysa Türk aydınlarının ezici çoğunluğu bu insanlık trajedisinden, Onur Öymen’nin parlamentoda yaptığı o ünlü konuşmadan sonra haberdar oldular. İşte size suyun içerisinde olanla, onun dışında kalan arasındaki farka bir örnek.
Tabi Prof. Oran, suda yaşayanla, suyun dışında olan arasındaki farkı durup dururken dile getirmiyor. O, bundan hareketle suyun dışındakilere ve tabi en başta da kendisine çok önemli roller veriyor.
Örneğin, yukarıda bahsi geçen yazısı şu satırlarla başlıyor:
“Arı kovanına çomak sokan, sokulur. Normaldir. Ama çok hayırlı bir iş olduğuna kuşku yok. Çünkü Kürt-Zaza meselesi gibi tabulara bir an önce neşter atılması teşhis ve tedaviyi hızlandırır. Üstelik kardeşler birbirini genellikle daha sert hırpaladıklarından, bunun ‘dışarlıklı’ tarafından yapılması uygundur.”
Peki, “Hoca”nın söylediği tarzda bir Kürt-Zaza meselesi var mı? Benim bildiğim, ister Kurmancca konuşsun, isterse Kırmancca (Zazaca) Kürt halkının böyle bir sorunu yok. 1980’nin ortalarından itibaren Kırmancların (Zazaların) Kürt olmadıklarına ilişkin bir tartışma başlatıldı, bu doğrudur. Bu görüşü savunan herkesin devletin adamı olarak damgalamak gibi bir yanlışa düşmek istemem ama oyunun baş aktörü devletten başkası değildi. Üstelik devlet bu işi artık kapalı kapılar arkasında durarak da yapmıyor; oyunu, herkesin gözü önünde oynuyor. İşte size Genelkurmay internet siteleri, kimi üniversitelerdeki çabalar, bakan demeçleri, Kemalist köşe yazarlarının “Zaza aşkı” vs. Eskiden “Kürt yoktur” diye çırpınan, bu yüzden insanlara kan kusturanların, bu gün her fırsatta “Zazalara ilanı aşk!” etmeleri nedensiz değil herhalde.
Ne var ki Kürt halkı artık o eski halk değil. Onu aldatmak, geçmişe oranla hayli zorlaştı. Bu nedenle de harcanan bunca çabaya rağmen, Kırmancca (Zazaca) konuşan Kürtlerin ezici çoğunluğu, oyunun farkındalar. Onların kendi Kürtlüklerinden yana herhangi bir kuşkuları yok ve ulusal kurtuluş mücadelemizde çok aktif olarak yerlerini alıyorlar.
Zazaca konuşan küçük bir grubun “Zazalar Kürt değil” demesinin, “Kürt-Zaza” sorununun varlığına kanıt teşkil etmeyeceğini “Hoca”nın bilmesi gerekir.
Prof. Oran bununla da kalmıyor, devam ediyor:
“15. Yüzyıldan beri Sünni kırımı yaşayagelmiş Alevi Dersim, Hilafeti kaldırdığı için Cumhuriyete çok sevindi... Ama haksızlık da etmemeli. Dersim’e uzatılan tek bir el çıkmadı. Kimileri onun özel kimliğini reddedip benim bir uzantımdır dedi, kimileri gidip köyüne zorla cami yaptı.” (aynı yazı).
Açıktır ki Prof. Oran, burada yine yanılıyor ve bir alışkanlığını tekrarlayarak yabancısı olduğu bir konuda aynı temelsiz şeyleri söylüyor.
Bir kere “Alevi Dersim, Hilafeti kaldırdığı için Cumhuriyete çok sevindi...” sözlerinin gerçekle bağdaşır tarafı yok. Bu söylem, öteden beri sol ve demokratik çevrelerde süregelen içi boş, kof bir belirlemeden öte bir anlam ifade etmiyor. Dersimliler acaba hangi eylem ve davranışları ile “Hilafeti kaldırdı” diye “Cumhuriyete çok sevindi”ler acaba? Her nedense eline kalemi alan sol slogancılar sürekli bu iddialarda bulunuyor ama bir tek somut kanıt gösteremiyorlar.
Profesörün, Dersim halkı için “Kimileri onun özel kimliğini reddedip benim bir uzantımdır dedi” derken, Kürtleri kastettiği açıktır. Baskın Oran’a önerim, “küçük dağları ben yarattım” havasını terk etmesi ve bu halkın son yüz yılki tarihini ama özellikle de Dersimlilerinkini çok dikkatli okusun. Prof., bu işi daha önce yapabilseydi, eminim ki kendisini zor durumda bırakacak olan bu gibi yanlış şeyi söyleme bahtsızlığına uğramazdı.
Beri taraftan, kimileri tarafından sürekli gündeme getirilen ama bir türlü adı da konmayan “Dersim’in özel kimliği” nedir, onu da merak etmemek elde değil. Eğer bununla kastedilen Alevilik ise, bu inanç, sadece Dersim’de değil, Kürdistan’ın Dersim dışındaki değişik yörelerinde, Türkiye’de ve daha başka ülkelerde de var. Yok, eğer bu kimlik vurgulaması ile dil kastediliyorsa, bu daha da büyük bir yanılgı olur. Çünkü Dersim’de konuşulan Kurmancca ve Kırmancca (Zazaca) lehçeleri de Dersim’le sınırlı değiller. Her iki lehçe, Dersim dışında da konuşulmaktadır. Onlara “lehçe değil, ayrı dillerdir” deseniz bile bu gerçeği değiştiremezsiniz.
Güneşin kutsallığı, Gaxan ve Xizir (Hızır) bayramları, ziyaretler, kirvelik ve musahiplik gibi dinsel ya da dinsel olmayan gelenek ve töreler bakımından da durum ana hatları itibariyle farklılık arz etmiyor. Söz konusu inanç ve geleneklerin, bazı bölgelerde göreceli olarak daha canlı olmaları bu gerçeği değiştirmez.
Bir dile, kültüre ve kimliğe sahip çıkmak, onun yaşatılması için çaba harcamak ve sonuçta ona sahip olanların özgürlüklerini savunmak başka, bunu politik amaçlarla istismar ederek farklı kalıplarda göstermeye çalışmak başkadır. Bu bakımdan, Baskın Oran gibileri dâhil, “Dersim’in özel kimliği”nden bahsedenlerin bununla neyi kast ettiklerini açık-seçik ortaya koymaları gerekir. Bu da yetmez; Prof. Oran ayrıca bu “özel kimliği” kim, hangi yol ve yöntemle “reddedip benim bir uzantımdır,” demişse, bunun da somut verilerle söylenmesi gerekiyor. Bulanık suda balık avlama sevdasında olmayanların bundan kaçınmak isteyeceklerini sanmıyorum.
Baskın Oran, Dersim’de Kırmancca (Zazaca)’nın seçimlik ders olarak okutulmasına değinirken de yine skandal niteliğinde bir yanlışa düşmekten kurtulamıyor:
“Tunceli’de bir grup basın açıklaması yaptı, üniversitede Kürtçenin yanı sıra Zazacanın da seçimlik okutulması Kürt hareketini bölmektir, dedi...” (aynı yazı)
Oysa gerçek hiç de Prof. Oran’ın söylediği gibi değil. “Bir Grup” dediği için kimi kast ettiğini tam olarak bilemiyorum ama Oran’ın bahsettiği tarzda bir bildiri Tunceli Üniversitesi Öğrenci Birliği tarafından yayınlanmıştı. Bu yaz, Munzur festivali nedeniyle gittiğim Dersim’de, o birliğin başkanı ile konuştum. Bahsedilen bildiri de Kırmanccanın (Zazacanın) seçmeli ders olarak okutulmasına karşı çıkılmak diye bir şey yok. Bu iş için “Kürt hareketini bölmektir” tarzında bir belirlemede bulunulmuyordu. Öğrencilerin karşı oldukları şey, Üniversite yönetiminin “Kürtçe ve Zazaca” şeklinde bir ayırım yapmış olması, yani Zazaca’yı fiilen Kürtçeden ayrı bir dil olarak ilan etmesiydi. Öğrenciler tepkilerinde haklıydılar, çünkü yönetim, bu adlandırma ile hakkı olmayan tarzda Kürtlerle ilgili politik bir belirlemede bulunmaktaydı. Dersimliler, Kurmancca lehçesine “Kırdaski”, başka yörelerde, “Kirdki” “Dimilki” ya da “Zazaki” diye adlandırılan lehçeye ise “Kırmancki” diyorlar. Üniversite yönetimi tartışmalı bir konuda taraf olacağına, buna uygun bir adlandırma yapabilirdi, ama öyle yapmamış bir politik tavır sergilemişti.
Şimdi bir de sıkı durun ve yazarın şu sözlerine bakın:
“Dersimliler büyük ölçüde Alevilikten gelen çok farklı bir kültüre/kimliğe sahip. Eğer Kürtler, Türk devletinin kendilerine yaptığını Dersimlilere yapacaklarsa, bu katiyen olmaz. Olur tabi de, Kürt Kemalizmi olur. Anlıyorum, devletten sadece bunu gördüler. Ama biz Türkiyeliler, Kemalizm’in bu yönünü Kürtler için reddederken Dersimliler için kabul edemeyiz. Kürtçe konuşulduğunda devlet ‘Birlik-beraberliği bozmayın; Kürtçülük yapmayın’ dedi; Kürtler Dersimlilere benzer durumda ‘… Zazacılık yapmayın’ diyor. Eğer ‘Vakti zamanı gelince kardeşler arasında çözeceğiz’ demeye getiriyorsa, çok tanıdık bir söz, Kürtlere M. Kemal TBMM’de 24.04.1920’de söylemişti. (bkz. R-2’deki yazım.)”
Peki, Kürtler arasında böyle bir tartışma, Kürt kurum ve kuruluşları içerisinde bu yönde herhangi bir öneri ya da dayatmada bulunan var mı? Ben bu güne kadar rastlamadım. Kim bilir belki de bu mücadeleye ömür adamış bizlerin görmediği, duymadığı şeyleri Prof. Oran fark etmiştir. Öyle ya ne de olsa o “suyun dışında” olandır ve doğruları görüp neşter atma şansı suyun içindeki bizlerden “daha yüksektir!”
İşin espirisi bir yana, ben şahsen “Prof. Oran gerçeklikten bu derece uzak şeyleri nerden buldu da ortaya attı acaba?” diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Bence Baskın Oran bir yerlerden, muhtemelen de Zaza ve Dersim sevgisi (!) Kürt karşıtlığı ile orantılı çevrelerden bilgiler aldı, bunların doğruluğuna peşinen inandı ve sonuçta da böylesine hatalı tutuma sürüklendi.
Kürt Sorunu’nun çözümünde bula bula “Türkiyeyilik” denilen Kemalizm’in restore edilmiş bir versiyonunu bulan “Hoca”, bütün bu yazdıklarıyla “Kürt Kemalizmi”ne karşı çıkma adına, muhtemelen de farkında olmadan gerçek Kemalizm’in değirmenine su taşımış olmuyor mu?
Burada yeri gelmişken Türk entelektüellerinin tutumuna ve kendilerinden beklentilerimize ilişkin bir kaç söz söylemeyi gerekli görüyorum.
Şu bir gerçek ki Türk entelektüelleri, bir bütün olarak Kürt sorununu irdelemeye hayli geç başladılar. Böyle olduğu için de hem toplum olarak Kürtlere ve hem de onların özgürleşme mücadelesine önemli ölçüde yabancı kaldılar. Son yıllarda bu yönde gösterilen olumlu çabalar var ama basılan zemin henüz yeterince sağlamlaşabilmiş değil. Onlar, hayli çorak bir arazide ürün elde etmeye çalışıyorlar ki bu da kolay olmuyor.
Bu gruba giren entelektüeller içerisinde samimi davranan mütevazi insanlar elbet var. Çeşitli konularda bizimle aynı görüşte olmamaları, kendileri ile uygarca diyalog kurmamıza engel teşkil etmez. Onlardan gelen eleştiri ve değerlendirmelerin, Kürt sorununun nihaî çözümüne katkı sağlayacağı tartışma götürmez. Örneğin, iki Türk gazetecisinin; Hasan Cemal ile Cengiz Çandar’ın 24 Kasım tarihli Berlin Konferansında yaptıkları konuşmayı, benim gibi birçok Kürt zevkle dinledi ve kendilerinden yararlandı.
Ne var ki Türk entelektüelleri içerisinde burnu havada dolaşanların bulunduğu da bir gerçektir. Bunlar, kendilerini peşinen bilmiş saydıkları için, yeterince araştırmadıkları, hatta hiç bilmedikleri konularda bile uluorta konuşmaktan, başkalarına yüksek perdeden ders vermekten pek hoşlanıyorlar.
Söylemeye gerek yok ki güdülen amaç ne olursa olsun, bu gibi tavırlar hem Kürt yurtsever hareketine hem de iki halkın aydınları arasında, en ileri düzeyde bulunması gereken diyaloga zarar veriyor.