Kürd Edebiyatına Kadınların Harfleri Düştü
“Kürtçe edebiyat” derken, Kürtçenin Kırmancca (Zazaca), Kurmancca, Soranca, Goranca ve Lur lehçelerinde yapılan bütün edebiyatı kastediyorum. Kürtçe, beş farklı lehçenin müşterek adı, dolayısıyla “Kürt edebiyatı” da beş farklı lehçede gelişen edebiyatın tümü.
Kırmancca (Zazaca), genel olarak Kurmancca ve Soranca karşısında geride olsa da son yıllarda düzyazıda hem nitelik hem nicelik açısından önemli bir atılım yaptı. Örneğin dört kadın yazar bir yıl içerisinde dördü öykü biri şiir, beş edebi kitap yayımladı:
1- Bedrîye Topaç, Bero Sûr (Kırmızı Kapı, öykü), Roşna Yayınları, Diyarbekir 2012, 72 sayfa
2- Şeyda Asmîn, Zeman Sey Fekê Kardî Bî (Zaman Bıçağın Ağzı Gibiydi, öykü), Roşna Yayınları, Diyarbekir 2013, 152 sayfa
3- Nadîre Guntaş Aldatmaz, Pîyê Mi Kemane Cinitêne (Babam Keman Çalıyordu, öykü), Roşna Yayınları, Dîyarbekir 2013, 96 sayfa
4- Burçîn Bor, Hêvîya Macire (Mülteci Umut, öykü), Roşna Yayınları, Diyarbekir 2013, 72 sayfa
5- Bedrîye Topaç, Wextê Heskerdişî (Sevme Zamanı, şiir), Roşna Yayınları, Diyarbekir 2013, 72 sayfa
Bedriye Topaç, 1977’de Dersim-Markasor köyü doğumlu. Yedi yaşındayken Kürt çocuklarının askeri bir disiplin içerisinde asimile edildikleri yatılı okullarda yedi yıl okumuş. Bedriye, “Men ye zeni tenhayem” diyen İranlı şaire Furuğ Ferruhzad’ı hatırlatıyor. Hem öykülerinde hem şiirinde Türk edebiyatçı Tezer Özlü’den çok daha rahat ve cesur bir şekilde kadının iç dünyasındaki fırtınaları, cinselliği işliyor. Örneğin “Kırmızı kapı” adlı öyküde şöyle bir anlatımı var:
“Yalnızlık, en sonunda beni bir kapıya götürüyor. Kırmızı bir kapı. Bunca kapılar arasından bir kırmızı kapı. Çalıyorum kırmızı kapıyı. Yasaklı kapıyı. Kapı yavaş yavaş açılıyor. Bir bahar esintisi yüzümü yalıyor. Hayalini kurduğum adam şimdi karşımda duruyor. (…) Uzatıyor ellerini, beni sıkıca kendine çekiyor, kucaklıyor. Açım ben. Ellerim aç. Gözlerim açtır… Hiç kimse görmüyor. Hiç kimse inlemelerimi duymuyor. Hiç kimse bu kapının yerini bilmiyor. Çünkü bu gece dağ dilinden kadınların yerine rüya görüyorum ben. Çünkü bu gece aşkı için öldürülen kadınlar için utanmazca bir erkeği vücuduma alıyorum. Bir adamı vücudumda aşk ile öldürüyorum. Çünkü bu gece kırmızı bir kapının ardındayım…”
Öğretmen Nadire Güntaş Aldatmaz da 1963 Dersim-Mamekî-Pilvank köyü doğumlu. Artuklu Üniversitesi’de Kürtçe yüksek lisans yapan ilk gruptaydı. Türkiye’de resmi olarak kabul edilen ilk Kürtçe (Kırmancca) yüksek lisans tezi sahibidir. “Mamekîye Masallarından” adlı derlemesi de Artuklu Üniversitesi’nden bu yıl çıktı.
Nadire, duru bir dille kadın sorunlarını anlatıyor. “Babam Keman Çalardı” adlı öyküsündeyse Dersim katliamından miras kalan travmayı işliyor:
“En önce babamı bir mağarada gördüm, orada tanıdım. Dört yaşlarında ya vardı ya yoktu. Mağaranın bir köşesinde oturmuştu, titreyen ellerini bacaklarının arasına almış, iri gözlerini kocaman açmış, bana bakıyordu. Yüreği öylesine çarpıyordu ki göğsü titriyordu. Mavi gözleri öylesine açılmıştı ki babam mağaranın duvarında bir çift gözdü. Bakışları bıçak gibi göğsüme işliyordu.”
Aşama aşama babasını görüyor. İlk aşkını, fakirlikten kendisini reddeden sevgilisinin bıraktığı sızıyı, gurbetlerde didinmesini, DGM önlerinde çocuklarını bekleyişini anlatıyor. Ve çok geç bir dönemde, ömrünün sonlarına doğru:
“Bir gün, elinde bir kemanla eve geldi. Şaşkınlık içerisinde bakakaldık. Şaşırmış bakışlarımız arasında çıkardı kutudan kemanı, akort etti ve Laç Deresi havasını çaldı:
Ah hele hele,
Yamandır halimiz!
Yürümüş üzerimize ordu,
Geçit vermiyor bir yerden!
Hele Laç Deresine bir gidin;
Sistir, dumandır…
Hele Laç Deresine bir gidin;
Yastır, şivandır!...
Kemanın melodisi eşliğindeki etkileyici sesiyle yine mağaranın içine gittim, sanki onun imdat diyen sesiydi bu, tarihin içinden çıkıp gelmişti.
Hepimiz donup kaldık öylece. Ezgisinin sonunu getirince başını kaldırıp bize baktı, o iri gözlerinde mutluluk gördüm. İlk kez böylesine rahattı. Yüzümüze baktığında sorularımızla karşı karşıya geldi:
-Neden şimdiye dek kemandan söz etmedin? Madem bunca güzel çalıyordun nasıl şimdiye kadar bekledin?”
Cevap, içe işleyen bıçak yarasıdır:
“Ciğerlerim, şimdiye kadar ekmeğin peşindeydim, keman kimin aklına gelirdi ki?”
Şeyda Asmîn ise, 1977 Varto’nun Sêgire köyünde doğmuş, Ege Üniversitesi Ziraat Mühendisliği Fakültesi’ndeki eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış. Şeyda Asmîn, tıpkı adı gibi özgürlüğün simgesi gökyüzünün şeydasıdır. Öyküleri, sivil yaşam ve dağ öyküleri olmak üzere iki kısımdan oluşuyor ama hepsi kadınca. Özellikle dağ öyküleri, mevsimler nasıl ki dağlarda en uç noktada yaşanır, hissedilirse, Şeyda’nın öyküleri de öylesine canlı ve içe işleyen öykülerdir. Sadece zaman değil yaşam da “bıçağın ağzı” kadar keskindir:
“Eğer düşman onları görürse, çaresiz çatışmaya girmek zorundaydılar. Çatışma! Çatışma, insanın aklına eşitliği getiriyor, öyle değil mi? Doğrudur, iki taraf çatışıyor ama nasıl? Bir tarafın elinde her çeşit silah; tank, top, uçak, helikopter, kimyasal silah. Öbürünün elinde sadece bir kılaşları! (…)
Şimdi yapayalnız, yalnız kalmış bir köyün ortasındaydı. Kayıp bir yaşamın izlerinin göründüğü bir köyde. Yakılmış, boşaltılmış bir köyde… Saklısında çocuk seslerinin kaldığı bir köyde. Çocuk çığlıklarının içinde haykırışa dönüştüğü bir köyde. Şimdi o haykırışlar kulağına kadar geliyor, kulak perdelerini yırtıyordu. O şimdi ne amansız bir zamandan geçiyordu. Yalnızlık, şimdi kör bir bıçak gibi gelip yüreğine işleseydi. Şimdi zaman belindeki bıçak olup yüreğinden kanlar akıtsaydı…”
Burçîn Bor ise, 1989’da Bingöl’de dünyaya gelmiş. Daha yedi yaşındayken ailesiyle Almanya’ya göç etmişler. O günden bu yana orada yaşıyor, Carollo Wilhelmina Universität Braunschweig’da mühendislik okuyor. Hem okuyor hem de sağlık hizmetinde çalışıyor. Ailesi, daha dün köyden şehre inip anadilini konuşmaktan utanan, anadilini terk edenlerden olmadığından, Burçîn de, tıpkı diğer üç kadın yazarımız gibi anadilini çok iyi kullanmaktadır. Dili iyi kullanamayan, edebiyat yapabilir mi? Edebiyat, aslında dilin ta kendisidir, diyor İspanyol sürgün yazar Juan Goytisolo. Konu dil ve yazmak olunca, Roland Barthes da, edebiyatçılar, edebiyat yaparken asıl amaçları dildir, der.
Burçîn, daha çok Almanya’daki göçmen yaşamlarından kesitler, üstün ırktan olduğuna inanan Almanların davranışlarını aktarır bize:
“Evde envai çeşit eşya vardı. Heykeller, kilimler, eski aletler, eski paralar, maskeler, kaplar, iskeletler vs eşyalar yan yanaydı. Ev, bir müze gibiydi. Kendisi de bir arkeologdu. Sudandan tutun Angola’ya, Peru’dan Meksika’ya kadar her yerde vurmuştu kazmayı yere. İnsan imreniyordu. Her şeyi muntazamca dizmişti. Fakat aralarında bir şey vardı ki çok dikkatimi çekmişti: Bidjar.
Bir Bidjar halısı evin tam ortasında seriliydi. Kendi kendime acaba bu adam bu halının Kürt kadınlarının göz nuru ve emeğiyle örüldüğünü biliyor mu, dedim. (…)
Bir hırıltı duydum, sesin geldiği tarafa yöneldim. Ah, yere düşmüştü, ayakları dikmiş, gözleri kocaman afallamıştı. Başucunda devrilmiş bir şarap şişesi vardı, başı şaraba bulanmıştı. Ölmüş olmasın mı diye korktum. Zaten yaşı doksan yediydi. Bir o kalmıştı bir de kemikleri. (…)
Sayın Schmidt, bir yerin ağrıyor mu diye seslendim. Git o yanı, ne ağrısı, dedi. (…)
Anladım. Bir yabancıydım, bir yabancı ona nasıl yardım edebilir! O arada karısı içeri girdi. Yahu bu ne aptal gururdur tutturmuşsun, bırak da kız sana yardım etsin, dedi. Hayır, kimsenin yardımına ihtiyacım yok, ilacımı masanın üzerine koysun, çeksin gitsin, dedi.”
Her dört yazarımız da Diyarbekir’de 2011 baharında yayın hayatına başlayan ve şimdiye kadar 10 sayısı yayımlanmış olan edebiyat sanat dergisi Şewçila’da yazmaya başladı.
_______________
Kaynak: Taraf Kitap, Sayı 34, Kasım 2013, Sayfa 8