Maruz mu Müdahil mi?
Geçmişle hesaplaşma, geçmişin nasıl kurgulandığıyla ilgili olmalıdır. Nasıl bir geçmiş tasarımı varsa, onun ekseninde bir hesaplaşma söz konusu olacaktır. Geçmiş değişmeyen ancak onunla ilgili tasarıma göre değiştirilebilen bir şeydir. Geçmişin asude bir bahar ülkesi ya da kaotik olarak kurgulanması ekseninde Montaigne ile Pascal tartışmasını hatırlamak yararlı olabilir. Ancak burada işlenecek geçmiş tasarımı ile Kürtlerin ilişkisi, yol açtığı trajik sonuçlar ve zihinsel durum itibariyle böylesi bir entelektüel spora elverişli değildir.
Mazur görülmeyi bekleyen bir mağduriyet söz konusu olduğunda eleştiri, etik denen görünmez bir duvarla karşılaşacaktır. Bununla birlikte bu yazıda mazur-mağdur ikiliğinin karşısına maruz-müdahil ikiliği konacaktır. Çünkü birinci ve verili durumda içeriden konuşma, içeriden haber verme, içeriyi görünür kılma gibi yaygın tutumlardan kaçınmak pek de mümkün değildir ve sürekliliğini, kendini başka türden bir eleştiriye kapatmak üzerinden gerçekleştirir. İçeriden haber vermeden içeriyi anlatmak, giderek başka yöne sevk etmek güç olacaktır. Bu yüzden “özet yapmadan özetleme” diyeceğimiz bir yöntem kullanacak ve “objektif hain” durumuna düşmemeye çalışacağız. Kullanacağımız birinci kavram, Octavio Paz’a ait olan “gizli bütünler” (toplumsal birliği sağlayan ve koruyan özellikler) olacaktır. Bize göre Kürt toplumunu ayakta tutan gizli bütünlerin başında ihanet-ihanet edememe ikiliği gelir. İhanet, efendi-köle ilişkisinin süregelen halinin kabulü ve savunulmasını esas alır. İhanet edememe ise, kimi muhalif değerleri içerse de egemenlik ilişkisinin sıhhati hakkında kaygılar taşır ki, onu “self-orientalism” şeklinde ifade edebiliriz. İhanet edemeyen kişi, toplumuyla ilgili yaygın epistemenin içinde devinir, dolayısıyla “hain”e ulanır. “Şarklıyı Şarklı olduğuna ikna etme” (Edward W. Said) burada da işler. Kürt, Kürt olmaya razı edilmişse, gerçeklik karşısında nerede konumlandığının önemi azalmaya başlar. Çizilen çerçeve içinden bakıldığında, bunun geçmiş ve geçmişe ilişkin tasarıma bağlanan yönlerini açığa çıkarmak ve müdahil olmak için başa dönmek gerekecektir, Şerefname’ye ve Mem û Zîn’e. Zira bize göre Kürtlerin tarih tasarımını değiştirmekten çok, tarihin “aslını” anlatmak, tasarımı bozmaya yetecektir.
Geçmişinizi Nasıl Alırdınız?
Şerefxanê Bedlîsî’nin (1) (Şeref-Han Bitlisî) 1597 yılında kaleme aldığı Şerefname, Kürt toplumuyla ilgili olarak yapılmış en önemli çalışmaların başında gelmektedir. Kürtlerin tarihsel, sosyolojik, politik, etnolojik, antropolojik, filolojik haritası şeklinde tanımlanabilecek olan Şerefname, bir kurucu metindir. Bu kitaptaki iki dikkat üzerinde durmak ve müdahil olan bu metnin nasıl maruz bir metne dönüştürüldüğüne odaklanmak istiyoruz. Bunu yaparken, Hür’le ilgili dipnot gibi dipnotlarla Kürdoloji alanının nasıl bir keşmekeş ve bilmezliğe terk edildiğini tespit etmeyi tasarlıyoruz. Birinci dikkat, Şerefxan’ın tarihte kurulmuş olan Kürt hanedanlık, devlet ve mîrlikleri (beylik, hükümet) hakkındaki yorumudur. Ona göre bağımsız olmanın iki ölçütü vardır; sikke bastırmak ve adına hutbe okutmak -Halil İnalcık da bir yerde aynı kategorileri kullanır. Yazar, bu açıdan baktığında yirmiden fazla Kürt hanedanlık ve devleti ile onlarca mîrliği sayar. Bununla birlikte Kürtlerin tarih boyunca hiç devlet kuramadıkları iddiasına karşılık olarak Şerefname’den örnek veren –söylemsel anlamda gereklilik/gereksizlik bir yana- tek bir Kürt aydını yoktur. Ya okumamışlardır ya da okumuşlarsa bile örneklemezler. Zira bu argümana karşı çıkmak, “Kürt” olmaya rıza göstermemek anlamına gelebilir.
Şerefname’ye göre Kürt mîrleri, sultanları ve pek tabii ki Kürt halkı cesur ve mert sıfatlarıyla anılabilir, ancak bir türlü birleşemezler. Burada bir müdahale var, yazar iki süper güç arasına sıkışıp kalmış dağınık Kürt iktidarlarının birliğe ihtiyacı olduğunu söyler. Alman ve İtalyan birliklerinden önce üretilen bu düşünce, çağına gerçekten de ciddi biçimde müdahale eden bir zihnin ürünü olabilir. Ona göre Goran, “Dimbilî” (Zaza) (2), Kurmanc, Lor ve Kelhorlar tek bir liderin idaresi altında birleşmelidir. Şerefname’deki bu ilerici nüve, ondan tam 98 yıl sonra tamamlanan Mem û Zîn’in “Sebeb-i Telif” bölümünde de karşımıza çıkar. Ehmedê Xanî’ye göre Arap topraklarından Gürgan’a (Hazar Denizi’nin Güneybatısında bir bölge; her ne kadar çeviri ve edisyonlarda “Gurcan” deniyor ve “Gürcüler” şeklinde kabul ediliyorsa da, bir türlü ikna olamıyoruz) kadarki bölgede (3) kılıç ve adaletle nam salan Kürtler, yiğitlik bahsinde minnetten bile nefret edecek kadar mağrurdurlar, ama birlik olamazlar! (4) Xanî, adı geçen bölümde “bizim de aramızdan bir padişah, bir kadirşinas çıkmış olsaydı” diyerek güçlü (ve tek) liderliği işaret eder. Böylece Şerefname’deki tespit tekrar edilir (5).
Görüldüğü gibi her iki metin de müdahil metinlerdir. Ancak yaklaşık iki yüz yıldır bağımsızlık mücadelesi veren Kürtlerin sürekli biçimde yenilgiye uğramaları, müdahilden maruza geçişi getirdiği gibi, her iki metinle ilgili yorumu da belirlemiştir. İstanbul düşerken, Bizans tarihçilerinin de düşmenin nedeni olarak karadan gemi yürütülmesi uydurmasına inanmalarına benzeyen şekilde Kürtler, birlik olamamayı, her türlü olumsuzluğun en önemli nedeni olarak görmeye başlarlar. Bu birlik, güçlü bir lider çevresinde gelişmelidir. Günün de ihtiyacı olan birlik ve tek lider sorunu, böylece her iki esas metne yaslandırılmış olur. Şerefname okur yazar zümreyi ikna eden metindir, Mem û Zîn kara kamuyu. Bu yüzden seçimle gelen bir Kürt lider olmadığı gibi, seçimle giden tek bir Kürt liderden de söz edilemez. Yaşlılık, maluliyet gibi durumlarda “yerine Yıldırım Akbulut’u oturtma modeli” kullanılır. Bu yüzden Abdülmelik Fırat gibi Kemal Burkay’ın da halefinin adını aklımızda tutamayacağız. Böylesi bir liderlik sorunsalı elbette yasal ve yasadışı bütün Kürt partileri için geçerlidir. Her birinin birbirlerine yönelik eleştirilerinin başında, birbirlerinin liderleri gelir. Buna göre diğerlerinin lideri, her iki metnin tek lider önerisine uymaz.
İhanet (Edememe)
Mem û Zîn’deki Beko tipi, sonradan ihanetin simgesi olarak “yeniden kurgulanmıştır”. Aslında onu “üçgen arzu” çerçevesinde ya da tasavvufî aşkın engeller çıkaran mübarek kişisi/simgesi olarak okumak da mümkündür, hatta bu okuma gerçekliğe daha bağlı ve ilişkindir. Ancak müdahilden maruza geçilmiştir bir kez. Beko eğer hainin “kurmaca” simgesi ise, İdris-i Bitlisî de “gerçek” simgesidir. Böylece yenilginin rasyonalizasyonuna geçilmiş olur. Bütün tarihi ihanet üzerinden okumanın, bize de tuhaf gelen bir adlandırmayla “ulusal Kürt psikolojisine” etkisinin bir yansımasını İdris-i Bitlisî üzerinden okumak mümkündür. Bilindiği gibi Bitlisî, Kürt sarayından İran sarayına, oradan da Osmanlı/Türk sarayına geçen ve padişaha danışmanlık yapan birisidir. Bu büyük tarihçinin II. Selim ve Kürt mîrlikleri arasında sağladığı mutabakat, tam bir diplomatik başarıdır. Zamanın iki süper gücünün ortasında yüzyıllar sürecek bir huzur ve tam otonomiye kavuşan Kürt iktidarları için bu mutabakat neden kötü bir durum olsun? Sözgelimi Bulgarların çocukları 6-7 yaşında alınıp devşiriliyor ve bu kez Müslüman olarak belki de kendi ailelerine karşı savaştırılıyordu. Bir karşılaştırma yapılırsa Bulgarlar mı daha mağdur, Kürtler mi? Bugünden bakıldığında etik bir sorun da varsayılabilir tabii, sonuçta Bitlisî, yaygın lehçeyle söylersek, gerçekliğine sırtını dönmüş, ihanet etmiştir. Ama bugünden bakamayız da, tarihteki bir anda var olan birini bugünün algısıyla ele alamayız -bize kalırsa Bitlisî böyle yorumlansa bile “hain” değildir. İskendernâme’nin yazarı Ahmedî, Kürtlerin de egemen sınıf içinde önemli bir yer işgal ettiği Germiyan sarayından Osmanlı sarayına gitti, Timur gelince onun Amasya’daki sarayına gitti, Timur gidince Edirne sarayına geri döndü. Bu örnek nasıl şair/alim-patron ilişkisini örnekliyorsa, Bitlisî de öylesi bir örnektir aslında. Ama bu gerçek, tasarımın yerini alamaz bir türlü.
İhanet eden Kürt, ihanet eden Kürtlerin sonlarının ne olduğunun bilgisine sahiptir. Bu yüzden ne kadar yürekten olursa olsun, şöyle ağız tadıyla ihanet edemez (Türkiye’deki diğer halkların Kürtler karşısında sahip oldukları “ayrıcalık”ların başında, ihanet edebilme gelmektedir. Ulusal değerlerine ihanet eden, etnik kökenini bir tarafa itip Türk ve Türk olma kimliğine teslim olan kişilerin bağlılıkları pek sorgulanmaz ve önleri açılır). Ya bir gün nedamet getirip onu tekrar kabul etmeye hazır toplumuna geri dönecektir ya da bizzat intisap ettiği efendi tarafından güvenilmezliği bir şekilde kanıtlanacak ve cezası kesilecektir. O halde bir Kürt için ihanet etmek mümkün değildir –Kemal Kılıçdaroğlu istediği kadar Onur Öymen’i alkışlasın ve Kürt sözcüğünü ağzına almasın, başkaları ona her gün, patronu ise “bir gün” Kürt olduğunu hatırlatacaktır. Bu noktada ihanet edememe durumuna geçilebilir. İhanet edememe, Kürdün kulaklarına, belki de doğduğu andan itibaren fısıldanan, bütün Kürt tarihini hainlerin ihanetleri üzerinden okuma tavrının karşılığıdır. İbrahim Özcoşar’ın deyimiyle, “Bütün toplumlar tarihlerini kahramanlar üzerine inşa ederler, Kürtler ise hainler üzerine”. Buna göre Kürtler defalarca isyan etmiş, güzel ve yemyeşil Kürdistan’ı kurtarmış, ancak tam bağımsızlık ilan edilecekken birinin (bu kişi genellikle lidere akrabalık ilişkisiyle bağlı kişilerden biri olur; yeğen, kıskanç küçük oğlan, damat vb.) ihaneti nedeniyle yenilmişlerdir. Yenilginin tek nedeni budur. Bu arada dünya değişmiş, jeo-politik, ekonomik, ideolojik öğeler belirleyici olmuştur, ama bütün bunlar damadın ihaneti karşısında sözü bile edilmeye değmeyen şeylerdir. Bu “izah”, Kürtlerin dünya gerçeklikleriyle ilişki kurmalarının önüne geçen bir izahtır. Bununla birlikte bir gizli bütündür ve toplumun çelik çekirdeğini oluşturur.
En büyük Kürt isyanları (Dêrsim, Zîlan, Şêx Saîd gibi) bastırılırken, isyana katılanlar gibi katılmayanlar da ibretlik şekilde ezilmişlerdir. Ancak isyancıların teslimiyete razı oldukları da görülür. Onca acı yaşamış liderler, boyunlarını yağlı ilmeklere uzatırlar. Efendinin derûnda yüceltildiği bu algı, onun son anda merhamet göstereceği umuduna da bağlanır. Bu, avcı-av, efendi-köle, ezen-ezilen oyununun sürekliliğinin bir örneği şeklinde okunabilir. Burada ikiliklerin sağında yer alanların, solunda yer alana bazen kesintiye uğrayan sürekliliği hatırlatmalarına da rastlanır. İki yıl kadar önce Abdullah Öcalan, PKK’ye, “teslim bile olamıyoruz” diye serzenişte bulunuyordu. Karşıda olmak, asi olmak, her zaman efendinin konumundan şikâyet etmek anlamına gelmemektedir. Samir Amin’in Nahdacılar için söylediği cümleye benzeyen bir durumdur bu: “Nahdacılar el-müstebit el-adil’in (adil despot) iyi olması için dua ederler.”
Kürtlerin efendi algısı öyle bir algıdır ki, bütün Kürt zihnini kendine bağlar, teslim alır, dondurur, felç eder. Bu yüzden Kürt siyasetinin neredeyse yüzyıldır “Kürt sorunu” konusunda geliştirdiği en belirgin argüman, “Kürt sorunu çözülürse Türkiye’nin yararına olur, Türkiye daha da büyür” söylemidir. Kürtlerin bu derecede hoyratça ezilmelerinin en önemli nedeni, devletin büyük olan gücüdür aslında, ama ne önemi var? 1952’de, Şam’da, derin bir teessür içinde, belki de yüzyılının en dokunaklı diliyle Kürdistan Tarihinde Dersim kitabını kaleme alan Nuri Dersimî bile, anlattığı onca korkunç hikâye, onca korkunç katliamdan sonra, üstelik kitabın sonundaki yer yer ırkçı denebilecek milliyetçi söylevinden (Gençliğe Hitab) hemen önce aynı cümleyi kullanır (6). 2008 seçimlerinden önce Bejan Matur, Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesi durumunda etkisinin Erbil’e uzanacağını yazmıştı. Müfit Yüksel ise, bu etkinin Basra Körfezi’ne kadar uzanacağını temin etmişti. Dolayısıyla Kürtler, kendileri için bir şey istememekte, efendinin iyiliği için çalışmakta, efendinin merhamet duyduğu anda, uğruna mücadele ettikleri şeylerden kolayca feragat edebilecek noktada durmaktadırlar. Bunu bir Kürt atasözüyle anlatabiliriz: “Malê axê diçe, canê xulam diêşê” (Ağanın malı gider, rençberin canı yanar).
Anlatma ve Empati Beklentisi
Kürt toplumu, yıllardır taşıdığı ve yaşadığı acı hikâyenin ancak egemenlerce bilindiği ve bir empati kurulduğu zaman çözülebileceğine inanan, bu yüzden sürekli bir anlatma isteği, hatta oburluğu gösteren bir toplumdur. Bir öğrenci evinde, bir kahvede, bir kır gezisinde, bir tatil sitesinde, bir yolculukta kendinden, ailesinden, geçmiş günlerinden en çok söz eden kişi, bir Kürttür her zaman. Bununla birlikte kendinden söz etme, gizli bütünlerin içine doğru akmaz. Burada içeriden haber vermek gibi olacak, ama “yabancı”nın öğrenecekleri, sınırlı kalmaya mahkûmdur. Kürt köylüsü ambarında gerilla saklar, ambarın kapısında askerlere güler yüzle ayran ikram eder. Bu anlamda istihbarî ya da bilimsel -pek fark etmez- araştırmaların sürekli biçimde toslayacakları duvar, gizli bütünleri çevreleyen çelik hale olacaktır. Bu korunma itisi, yoğun baskı yaşayan diğer toplum ve sınıflarda da görülebilir elbette. Kürtlerdeki ise, paradoksal olarak yanlışları doğrularla harmanlayan bir algının yansıması şeklinde tanımlanabilir. Eğer unvanları ikişer tırnak işareti gerektiren antropologlar, tarihçiler, dilciler (Orhan Türkdoğan, Tuncer Gülensoy ve parantezlere sığmayacak kadar çok sayıdaki isim) Ruth Benedict ya da onun çalışmalarını (Krizantem ve Kılıç) yorumlayan psikolojik savaş uzmanları gibi “becerikli” olabilseler ve düşman toplumun gizli bütünlerini çözümleselerdi, Kürtleri dize getirmek mümkün olabilecekti.
İhanet-ihanet edememe ikiliğinin gizli bütünler olarak gösterildiği, empati beklentisi taşımayan bu yazının bir yere bağlanması lazım; Kürtlerle ilgili olarak eline kalem alanların çoğundaki nasihat ya da nasihatçi tonuna! Kürtleri her şekilde Kürt olduklarına ikna etmek lazım. Dışarıdan göründükleri gibi olmalılar, modern-kentli-ihanet etme ayrıcalıklı kitlenin herhangi bir alet kullanmadan yapabildiği şeyleri (mesela Yıldıray Oğur’un Kürtlerin en büyük eksikliklerinin başında saydığı “kendisiyle dalga geçme” özelliğini) bakarak öğrenebilmeli, tatbik edebilmeliler. Kendi kaderini tayin hakkı (yazının sonuna gelindiği ve bir daha kullanılmayacağı için kısaltmasını yazmak gerekmez, ama bizim dilin en güzel kısaltmalarından olduğu için yazmadan geçilemeyecek haliyle KKTH) gibi zararlı düşüncelere kapılmamalı, Roni Margulies’in pornografik “boşanma hakkı” kavramıyla yetinmeli, efendi-köle denklemine zinhar halel getirmemelidirler. Denklem bozulmamalı. Dağdan sağ salim inmemeliler, boyunlarını yağlı ilmeklere uzatmalılar, sevinmemeliler, sevinseler bile belli etmemeliler (7). Kendi gerçeklikleri de dâhil olmak üzere herhangi bir konuda olgusal bilgi üretememeli, boyuna hikâye anlatmalılar. Ancak artık iyice anlaşılmış olmalı: Müdahil olmayan maruz kalır.
___________
Dipnotlar:
(1) Geçenlerde Ayşe Hür, şöyle bir cümle kurdu: “Şeref-Han (Kürt düşmanı)…” Şerefxanê Bedlîsî Kürt düşmanı filan değildir. Hür, onu İdris-i Bitlisî’yle karıştırıyor, ki o da Kürt düşmanı değildir, bir “tarihçi”nin böyle kategorileri olmamalıdır. Ancak Hür, diğeriyle karıştırıp hain yaftasını yapıştırırken, aslında İsmail Beşikçi’nin deyimiyle, “Kürtlerin sevdiği Türkler”den olmayı hedefler. Bu kategoriye girmenin yolu, tarihi ya da tarihsel kişilikleri Kürtlerin yorumuyla değerlendirmektir.
(2) İnternet yazarları ile “resmi” Kürdologların en sık kullandıkları cümlelerin başında, Şerefname’de Zazaların Kürt sayılmadığı saptırması gelir. Onlar da Şerefname’yi okumamışlardır. Bir kere Şerefname’de Kürt olmayan/sayılmayan halklardan, onların özellikleri ve tarihlerinden söz edilmez. Bu anlamda sıklıkla Dimbilîlerden, Eğil, Pertek, Palu, Çemişgezek vd. beylerinden söz edilmesi, Şerefxanê Bedlîsî’nin onları Kürt saymasının en açık kanıtıdır.
(3) Burası tam da Şerefxanê Bedlîsî’nin “tarihî Kürdistan” olarak tarif ettiği coğrafyadır: “Kürtlerin ülkesi, ki Kürdistan adını taşır, Hint okyanusuna bağlanan Hürmüz denizi kıyılarından düz bir çizgiyle Malatya ve Maraş’a kadar uzanır. Fars ülkesi, Irak-ı Acem, Azerbaycan, Küçük ve Büyük Ermenistan bu çizginin kuzeyinde kalırlar. Arap Irak’ı, Musul ve Diyarbakır bu sınırın güneyini teşkil ederler” (çeviri bize aittir).
(4) Bakmayın Hakan Özoğlu ve ondan mülhem Mustafa Armağan yazılarına, Şerefname’de de, Mem û Zîn’de de çok ilginç ve tarihsel açıdan “erken” bir dönemde ulus, hatta ulus-devlet ifadeleri vardır. Şerefname’de Kürdistan denirken, kitabın başında sınırları çizilen bir ülkeden söz edilir. Sözgelimi Loristan bu sınırlara dahil edilmez. Tarihî Kürdistan ile Kürtlerin hükmettikleri Loristan birbirinden farklıdır. Şerefxanê Bedlîsî sık sık, “Loristan’dan Kürdistan’a geçtiler” der. Mem û Zîn’de Kürt de denir, Kurmanc da. Ancak Kurmancın farkı, sözcüğün aynı zamanda alt tabakaları da anlatmasıdır. Ehmedê Xanî, Nûbara Biçûkan adlı kitabını aristokratlar, seçkinler için değil, Kurmancların, hadi kitabına uygun yazalım, ezilenlerin çocukları için yazdığını söyler. Bu dikkatler, bu tarihler için o kadar ilginçtir ki, metinlere sonradan eklendikleri bile düşünülebilir. Neyse ki Şerefname’nin 39 nüshasında da aynı şey vardır, Mem û Zîn’in 1730 (tarihli) nüshasında da.
(5) Mem û Zîn’deki “Sebeb-i Telif” bölümünü yorumlamak gerçekten güçtür. Zira Ehmedê Xanî de diğer divan şairleri gibi bir patron tarafından himaye ediliyordu (Bazîd-Doğubayazıt mîri). Belki o da meslektaşları gibi patronunu övüyordu. Ona, Kürtler senin adil kılıcının altında toplanmalı, sen ki bir bakışınla keremin kapısını açarsın, diyordu. Hatta onun Kürtçe yazmakla ilgili olarak söylediklerinde de daha fazla “telif” istediğini çıkarmak mümkündür. Ancak burada olağandışı bir durum tespiti yapılmalıdır, Bedlîsî gibi Xanî de bir “kavram-öncesi düşünür”dür.
(6) “Kardeş katliamı, Türk hazinesine milyonlara mal oldu. Bunun ağırlığını zavallı Türk köylü ve işçisi omuzlamağa mahkûm oldu. Türkiye iktisaden de zarar gördü […] Osmanlı imparatorluğunun Doğu sınırlarını asırlar boyunca koruyan biz Kürtler değil mi idik? Fakat bütün bu fedakârlığımıza karşı ne gördük?” Benzer cümleleri Seîdê Kurdî (Said-i Nursî) de Hutbe-i Şamiye’de tekrar etmektedir: “Ey bu câmi'deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır.”
(7) PKK siyasetinin Kürt zihinsel dünyasında yarattığı çok sayıdaki sarsıntılardan sonuncusu, bu son “dönüş”tür. Kürtler ilk kez dağlarından idam ve affedilmek için değil, müdahil olmak için inmektedirler. İlk kez sağ salim gerçekleşen iniş/dönüş, zihinsel algıyı değiştiren bir durumdur. Ancak bunun efendinin zihninde yeni bilgiye yol açamadığı da açıktır. Zira PKK başından beri hep belli, daha doğrusu kendi tarif ettiği bir kitleye seslenmektedir. Efendinin zihninde bir dönüşüme yol açamayışın en belirgin örneğini, Serdar Turgut’un malum yazısında bulmaktayız. Turgut, Kürdün boynunu yağlı ilmeğe uzatan tarihiyle doludur, ilmeği elinde tutar. Onun Kürdü, Kürt olmaya razı olmuştur, bu yüzden asla siyasal militan olamaz, olsa olsa şakidir, sergerdedir, dağa kız kaldırır.
Makalenin alındığı kaynak: Birikim dergisi, sayı: 248, Aralık 2009, s. 18-23