zazaki.net
24 Teşrîne 2024 Yewşeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
01 Çele 2010 Îne 10:43

Minare Referandumu Üzerine…

[Makale]
İsmail Beşikçi

İsviçre’de, 29 Kasım 2009’da, minare konusunda bir referandum yapıldı. Referandum sonunda minare yasağı kabul gördü.

Referandumda minare yasağının kabul görmesi, Türkiye’de çok büyük tepkilerle karşılaştı. Gerek devlet ve hükümet yetkilileri, gerek siyasal partiler, gerek sivil toplum kurumları bu sonuca tepki gösterdi. Basında, pek çok kalem, pek çok ses, “İsviçre insan haklarını çiğniyor, İsviçre ırkçı, faşist bir devlettir.” diyerek İsviçre’yi protesto etti. Bu olay üzerine, minare yasağı algılaması üzerine bazı düşüncelerimi dile getirmeye çalışacağım.

24 Ekim 2004 de Trabzon’da, McDonals’a bomba atıldı.

5 Şubat 2006’da, Trabzon’da, Santa Maria Katolik Kilisesi rahibi Andrea Santoro katledildi.

3 Temmuz 2006 da, Samsun’da, İtalyan Katolik Kilisesi rahibi Pierre Brunissen (74) bıçakla ağır yaralandı.

19 Ocak 2007 de, İstanbul’da, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, katledildi.

18 Nisan 2007 de, Malatya’da, 5 kişi, Zirve Kitabevi’nde çalışan, biri Alman üç Hıristiyan, ellerini, ayaklarını bağlayıp, boyunlarını keserek katletti.

Rakel Dink bu ilişkileri, “bebekten katil yetiştiren bir sistem” diye anlatmaktadır. Bu Türk siyasal sisteminin azınlıklara bakışının dikkate değer bir özetidir. JİTEM’in Kürtlere nasıl zulmettiği bu yazının dışında bırakılan bir konudur.

Son iki olaya, emniyet görevlilerinin, albayların, generallerin isimlerinin, karıştığı da biliniyor. Hrant Dink’in katledilmesiyle ilgili olarak görülen davada, Hrant Dink’i öldürenlerle, McDonals’a bomba atanlar arasında organik bağlar bulunduğu da görüldü

Bu davada, güvenlik birimlerinin, delileri yok etmeye, davayı karatmaya çalıştığı da izlenebilen, gözlenebilen bir süreç oldu.

İsviçre’deki minare yasağına tepki gösteren Türk basınının, yukarıda sıraladığımız bu olaylara karşı tepkisi çok cılızdır. Özellikle ilk üç olaya, hiç tepki olmadığı, bilmezlikten duymazlıktan gelindiği, hatta benimsendiği söylenebilir. Son bir yıl içinde, Türkiye’de, Hıristiyanlara, Hıristiyanların ibadet yerlerine onlarca saldırı vardır.

İsviçre’de, 1970’lerde, 20 bin civarında Müslüman varken, bu sayı, günümüzde, 400 bine ulaşmıştır. Müslümanlar, İsviçre’de camilerin inşa edebilmektedir. İsviçre’de 200 civarında cami yapılmıştır. Bunlardan dört tanesi minarelidir, geriye kalanlar minaresizdir.

Müslümanlar, Tunus, Cezayir, Fas ülkelerinden gelen göçmenlerdir. Türk ve Kürt kökenli Müslümanlar da çoktur. Çeşitli Afrika ülkelerinden gelen Müslümanlar da vardır. (Aydın Dere, Akıl, Vicdan ve Şark Kurnazlığı, www.kurdistan-post.org 6 Aralık 2009)

Burada sözü edilen 400 bin Müslüman’ın bir kısmı, Alevi olabilir. Türkiye’de Aleviler resmi görüş doğrultusunda Müslüman kabul edildiği için, İsviçre’de de öyle kabul ediliyor olabilir.

Minare yasağının cami yasağı olarak, İslami ibadetin yaşanmasına getirilen bir yasak olarak değerlendirilmesi ise bir çarpıtmadır. Bugün Anadolu’daki bazı camilerde de minare yoktur. Mescitlerde minare yoktur. İsviçre’de minare Yasağı ile ilgili referandumun yargı denetimine tabi olduğu da bilinmektedir.

1924’de, İstanbul ve çevresinde bir milyon civarında insan yaşıyordu. Bunların 280 bini Rum idi. Bugün bu sayı 2.000 (ikibin) civarındadır. Mübadele, Varlık Vergisi (1942-1944), 6-7 Eylül olayları, (1955), 1964 sürgünleri, Rumlar için ne anlama gelmektedir? Bu konularda Osmanlı’ya ve Cumhuriyet dönemine hiçbir eleştiri getirmeyen kalem sahiplerinin, minare yasağından dolayı İsviçre’yi suçlaması ciddi bulunabilir mi?

1914-1915’de, 12 milyonluk Türkiye’de iki milyon Ermeni yaşıyordu. Bugün 70 milyona ulaşan Türkiye’de, sekiz-on milyon Ermeni yaşıyor olması gerekmez mi? Nerede bu Ermeniler?

Bugün taşrada, Rumlardan, Ermenilerden, Süryanilerden kalan kiliselerin, manastırların çok büyük bir kısmı harabe halindedir. Bu kiliseler, manastırlar yağmalanmış yıkılmıştır. Bu harabe yerler, hayvan barınağı olarak, çöplük olarak kullanılmaktadır. Burada temel amaç hiç şüphesiz, bu halklardan hiçbir iz bırakmamaya çalışmaktır. Basının, siyasal partilerin vs. Osmanlı’yı, Cumhuriyet dönemini bu çerçevede eleştiren bir tutumu yoktur.

Bu kiliselerin, manastırların onarılmasına engel olmak da bir devlet politikasıdır. Kiliselerin büyük bir kısmının camiye dönüştürüldüğü bilinmektedir.

Alanya, Antalya gibi yörelerde oturan Hıristiyanların kendi kiliselerini açmalarına da, valilikler engel olmaktadır. Bir Avrupalının Müslümanlaştırılması Türkiye’de çok makbul bir olay olarak değerlendirilmektedir. Bunu yapanlar övülmektedir, alkışlanmaktadır. Ama din değiştirip Hıristiyanlığa geçenler ölüm cezasıyla karşılaşmaktadır. Malatya’daki Zirve Kitapevi’nde, boyunları kesilerek katledilen üç kişiden ikisi din değiştirip Hıristiyan olan Türk veya Kürt’tü.

Uluslararası İlişkiler Profesörü Baskın Oran, “İsviçre Dibin Kara” başlıklı yazısında (Radikal İki, 13 Aralık 2009, s. 5) Ankara’da, Ortodoks Cemaatına mensup 3000 Alman’a kiliselerini açmaları için izin verilmediğini anlatmaktadır. Düşünelim ki bu çanı olan, çan çalan bir kilise falan değildir. Herhalde, bir iş yerine, bir apartman dairesine sığınmış bir-iki odalık bir mekandır.

İsviçre’de Müslümanlar mı öldürülmüş? İsviçreliler Müslümanları mı öldürmüş? Camiler mi yıkılmış? Camiler yıkılıp yerlerin kiliseler mi kurulmuş? Bunların hepsi, Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan olaylar… Hıristiyanların işkence edilerek öldürülmesi, kiliselerin yıkılıp cami yapılması, kiliselerin onarılmasına izin verilmemesi, yeni kiliselerin kurulmasına izin verilmemesi ancak Türkiye’de rastlanılabilen olaylar oluyor. Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına hala izin verilmemesi olayını yine bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bütün bunlara rağmen, bunlara ilişkin hiçbir eleştiri getirmemesi, inanç özgürlüğünün bu konularda hiç hatırlamaması, resmi ideolojinin, Türk düşüncesini yoğun bir şekilde etkilediğini göstermektedir.

İsviçre’de, 1970’lerde, 20 bin civarında olan Müslüman nüfusun günümüzde 400 bine ulaştığı belirtiliyor. Hıristiyan nüfusun, Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde, katliamlarla, soykırımlarla, sürgünlerle, baskıyla, zorla nasıl azaltıldığı, açık bir şekilde görülebilen bir süreçtir. Buna rağmen Türk düşüncesinin bunları görmezden gelip minare yasağı referandumundan dolayı İsviçre’yi eleştirmesi, suçlaması, Türk düşüncesinin, aslında, devlet düşüncesi olduğunu göstermektedir.

Kaldı ki, İsviçre’de, bu tür referandumların yargı denetimine tabi olduğu da belirtilmektedir. Ayrıca, İsviçre, eleştirilere karşı, “bu benim iç sorunumdur”, “dış düşmanların işidir” demiyor. Eleştirileri dinliyor.

Türk yöneticilerin sık sık vurgulamalarına rağmen, Türkiye laik bir devlet değildir. Anayasanın üçüncü maddesinde laiklik ilkesine vurgu yapılmasına rağmen, Türkiye laik bir devlet değildir. Bunun önemli bir göstergesi, Alevilere karşı izlenen asimilasyon politikasıdır. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu, devletin özenle uyguladığı bir politikadır. Alevileri Müslümanlığa asimile etmek için her yol mübah sayılıyor. Okullara mecburi din dersleri konulmasının, derslerde, İslami kuralların ve İslami ibadetin esaslarının öğretilmesinin, laikliğe aykırı uygulamalar olduğu açıktır. Rum Patrik Bartholomeos’un sitemlerini, serzenişlerini, “çarmıhtayım” sözlerini, nasıl algılamak gerekir? Heybelada’daki Ruhban Okulu neden hala açılamamaktadır?

Türkiye’de, devlet tarafından denetlenen bir din anlayışı vardır. Dinin içeriği de devletin siyasal çıkarlarına göre, devlet tarafından belirlenmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı bir devlet kurumudur. Başbakanlığa bağlıdır. Diyanet İşleri Başkanı da bir devlet memurudur. Bunların evrensel laiklik anlayışlıyla hiç bağdaşmadığı çok açık bir gerçekliktir. Böyle bir laiklik anlayışını devletin esası olarak kabul eden resmi ideoloji de aslında din gibi bir kurumdur. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu vurgulamak gerekir.

Kanımca Kızılbaş (Alevi) inancının, İslamla bir ilişkisi yoktur. Alevilik İslamiyet’ten çok önceki bir inançtır. Bugünkü Kızılbaşların, (Alevilerin) atalarının İslam olmadığı bilinen bir gerçekliktir. Şiilik şüphesiz İslamlıktır. Ali, Hasan, Hüseyin, 12 İmam gibi, Şiiliğin temel figürlerini Aleviliğe nasıl aşılandığı, Alevilerin neden Müslüman gibi görünme gereğini duydukları, sorunun incelenmesi gereken bir boyutudur.

Alevi köylerine cami yapmak, camilere imam göndermek, evrensel laiklik anlayışıyla uyuşmamaktadır. Aleviler, bugün, şehirlerde mahallelerde, Müslümanlarla birlikte, günde beş defa ezan sesi dinlemektedir. İsviçre’deki Müslümanların inanç özgürlüklerini savunanlar, Alevi inancını bilmezlikten, duymazlıktan geliyorlar. Cemevleri’ne karşı duyarsızlar. Cami ile, namaz ile hiç ilgisi olmayan Alevilere, “siz de Müslümansınız” denerek günde beş defa ezan dinletiyorlar. Alevileri camilere çağırıyorlar. Bunların evrensel laiklik anlayışına çok ters olduğu açıktır. Kilise kurulmasına izin verilmediği Türkiye’de, Çan sesinin işitilmediği Türkiye’de, Alevilere, Hıristiyanlara, Êzidîlere, günde beş defa ezan sesi dinletilmesi laiklik anlayışıyla nasıl bağdaştırılıyor?

İsviçre’deki minare yasağı, yasağın referandumla kabul edilmesi, çeşitli kişiler, çeşitli kurumlar ve yönetimler tarafından protesto edilmiş, kınanmıştır. Türkiye’deki eleştiri, kınama ve protesto daha şiddetli, daha yaygın olmuştur. Halbuki, Türkiye, bu yazının başında dile getirilen operasyonlardan dolayı, benzer onlarca operasyondan dolayı, bu konularda söz söyleyecek en son ülke olmak durumundadır.

Avrupa Birliği ile yürütülen müzakerelerden sorumlu devlet bakanı, Araplara seslenerek, “İsviçre bankalarındaki paralarınızı, İstanbul’a taşıyın” demesi ise, tam bir fırsatçılıktır. Bu tutumla, Türkiye ve İspanya başbakanları tarafından yürütülen, “Medeniyetler Arası Diyalog”dan da ciddi bir sonuç çıkmaz. Başbakan, “Müslümanlar soykırım yapmaz” diyerek, “ecdadımızda zulümkarlık yoktur” diyerek, totoloji yapmaktadır. Kürtlere soykırım yapan, Halebçe’yi yaşatan Saddam Hüseyin Müslüman değil miydi? Sudan’daki Darfur konusunda, uluslararası kurumların, örmeğin Bileşmiş Milletler’in raporları yok mu? Böyle bir ret, inkar zihniyetiyle, geçmişiyle yüzleşmekten kaçınarak Medeniyetler Arası Diyalog nasıl geliştirilebilir?

Bugün, Bağdat’ta bir Sünni Şii camiine girmekte ve ibadet edenlerin ortasında beline bağladığı bombalarla kendini patlatmaktadır. 60-70 kişi ölmekte 100-150 kişi yaralanmakta, sakat kalmaktadır. Birkaç gün sonra da aynı olgular, bu sefer bir Şii militan tarafından Sünni camiinde gerçekleştirilmektedir? Danimarka’daki peygamber karikatürlerinden dolayı Endonezya’dan Fas’a kadar ayağa kalkan İslam dünyası bu tür olaylara karşı neden duyarsızdır? Çok sözü edilen İslam kardeşliği, neden Şiiler ve Sünniler arasında gerçekleştirilememiştir? Medeniyetler arası diyalogdan önce, İslam içindeki bir diyalog gereği daha önemli değil midir?

Hükümet, beş ayı aşkın bir zamandır, Kürt açılımı, demokratik açılım, milli birlik projesi adı altında, bir program uygulamaya çalışmaktadır. Bu sürecin önemli bir yönü, kanımca, bu zaman zarfında, yoğun bir tartışmanın yaşanıyor olmasıdır. Kürt sorunu, Alevi sorunu, televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde tartışılabilmektedir. Sivil toplum kurumları, Kürt sorunuyla ilgili, Alevi sorunuyla ilgili paneller, açık oturumlar, konferanslar düzenlemektedir. Bu da kanımca başlı başına bir açılımdır. İfade özgürlüğünün genişletilmesi, kurumlaşması önemli olmalıdır. Özgür eleştiri, özgür tartışma, sorunun çok önemli bir boyutudur.

Türkiye, kendi geçmişiyle, kendi tarihiyle yüzleşmek istemiyor. Yüzleşmekten kaçınıyor. Ama ifade özgürlüğünün kurumlaşması, özgür eleştirinin, özgür tartışmanın gelişmesi sürecinde, zamanla yüzleşmek de gündeme gelebilir. Bu süreçte Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu, Kıprıs sorunu gibi sorunlar daha açık, daha özgür bir şekilde konuşulur.

Geçmişle yüzleşme, kendi tarihiyle yüzleşme denildiğinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı geliştirilen soykırım, şüphesiz ilk planda akla gelmektedir. 80 yılı aşkın bir zamandır, Kürtlere uygulanan politikalar da dikkatlerden uzak tutulamaz. Esas amacı asimilasyon olan bu politikanın, kitle katliamlarını, geniş kitlelerin sürgünlerini içerdiği de bilinmektedir. Son 25 yılı aşan savaş sürecinde yaşananların küçük bir kısmını, Av. Hüseyin Turhallı, Mermiler Tükenince ve İsyan Gerekçemiz başlıklı yazılarında (www. kurdistan-post.org 3.12.2009, 9.12.2009) dile getirmektedir. Bu geçmiş, bunların hatırlanması, insanları derin hüzünlere boğuyor… Bu olaylarla hesaplaşmadan, Kürtlerle Türklerin bir arada yaşaması, ve Türkiye’de, sağlıklı bir demokrasi kurulması mümkün değildir.

01.01.2010

Na xebere 2899 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.