Nişancı, İyi Nişan Alamamış - I
Roşan Lezgîn
Nişancı, ilk baskısı Nisan 2005, ikinci baskısı Mart 2006’da İstanbul’da Doz Yayınları tarafından yapılmış Metin Aktaş’ın 448 sayfalık romanının adıdır. Konusu “Şeyh Sait Ayaklanması” diye tabir edilen Azadî örgütünün Kürdistan devleti kurmayı amaçlayan 1925 Kürt Hareketi’dir. Kitabın arka kapağında şöyle yazılıyor:
Nişancı, müthiş bir kurgu. Her bir satırı insanın gerçeklik duygusunu altüst eden inanılmaz bir dram. Şeyh Sait Ayaklanmasını içerden ve içten bir bakış açısıyla gözler önüne seren gerçek bir öykü. Şeyh Sait Ayaklanması Türk resmi ve gayri resmi yazın dünyasının hakkında en fazla yalan ürettiği bir alandır. Nişancı, aynı zamanda bu yalan dünyasına karşı bir isyandır. Onulmaz bir aşk sarmalı ve sonsuzluğa uzanan bir onur mücadelesi…
Altında herhangi bir imza olmadığından bu değerlendirmenin yayınevine ait olduğunu anlıyoruz. Aslında Kürt yayınevleri genelde ulusal-ideolojik-politik bir arka plana sahiptirler ama yine de son tahlilde ticari kuruluşlardır diyebiliriz. Ticari bir kurum, ürününe albeni kazandırmak için reklam anlayışıyla abartılı bir değerlendirmede bulunmasına belli ölçüde anlayış gösterilebilir ama bunun da asgari ahlaki ölçülerde olması gerekir diye düşünüyorum. Fakat birçok dost, ahbap ve arkadaştan da yukarıdaki cümlelere benzer şeyler dinledim. Daha önce bu romanın okunması gerektiği tavsiyelerini de aldığımı burada belirtmeliyim*. İşin ilginç yanı bu arkadaşların çoğunun aslında bu romanı hiç okumadıklarını, aynı değerlendirme veya tavsiyeleri bir başkasından duyduklarını daha sonra itiraf etmeleridir. Daha ilginç olanı ise bir okurun, daha doğrusu yazarın arkadaşı olan bir muhteremin, hızını alamayarak milyarları göze alıp bu romanın Kürtçe’ye çevrilmesi arayışına girdiğinin de tanığıyım**. Zaten adı geçen metinle bu çerçevede ilişkim oluştu. Bütün bunlardan dolayı da bu eser farklı bir şekilde bana ilginç gelmeye başladı!
Nişancı, Kürtçe’ye çevrilmesi amacıyla özel olarak bana ulaştırıldı. Okudum. Kuşkusuz gerçeklik duygularım altüst oldu ama tahmin edilenin tersinden! Bir kere müthiş bir kurgu falan ortada yoktu. Hazır bir konuya keyfi eklentiler/yapıştırmalarla aslında edebi açıdan son derece sıradan, 3. sınıf diyebileceğimiz bir anlatıyla karşılaştım.
Sadece Şeyh Sait Ayaklanması değil, hemen hemen bütün Kürt hareketleri ve Kürtlüğün ta kendisi Türk resmi ve gayri resmi yazın dünyasının sürekli yalan ürettiği alanlar olduğunu bilmeyenimiz yok herhalde. Ama Nişancı, hiç de aynı zamanda bu yalan dünyasına karşı bir isyan falan değildir, aksine, edebi/estetik değeri pek aşağılardaki seviyesiyle bırakınız Türk resmi ve gayri resmi yazın dünyasının yalanlarına isyan edişi, bizzat kendisi adı geçen tarihsel hareketi amacından saptırmış, meseleyi özünden uzaklaştırmış, sulandırmış, basitleştirmiştir...
Kuşkusuz edebi bir eser tarihsel bir konuyu, örneğin, bir roman, 1925 Kürt Hareketi’ni kendine konu edinebilir. Ama karşı güçler kendi çıkarları doğrultusunda yalan ve çarpıtmalarda bulunsalar bile, bir Kürdün kalkıp sözde içerden ve içten (!) bir bakış açısıyla Kürt tarihini sahipsiz sanıp bu kadar çarpıtması, ayağa düşürmesi kabul edilmemeliydi. Dediğim gibi edebiyat, tüm yaşamı kapsadığından bir edebi eser de tarihsel bir olayı kendine konu edinebilir. Ama işte bu noktada metodolojik yaklaşım kendini dayatır: sanatsal bir metin, edebi/estetik anlatım ve edebi formu göz ardı etmeden tarihsel bir olaya iki şekilde yaklaşabilir:
1.Olayı gerçek olgularıyla inşa ederek
2.Olayı yeniden kurgulayarak
Edebi bir eser herhangi bir tarih kitabı veya araştırma-inceleme metni değildir elbette ama eğer ilk metodu uygulayacaksa, olaylara tamamen sadık kalınmalı, öznelliği sınırlandırmalı. İkincisinde ise, yeniden kurgulamaktan ötürü, kendi rengini biraz daha öne çıkarabilir. Birinci anlatım biçimi yazarı olayları realist bir şekilde anlatmaya zorlarken ikinci anlatım biçimi yazara, amacı ve niyetini uygulamaya geçirmesi için, daha geniş bir serbestlik sunar. Nişancı, -niyeti veya asıl amacı her ne ise- anlatımını gerçek olay, olgu ve kişilere dayandırmasına rağmen, yani gerçek kahramanların gerçek adlarını anarak gerçek bir olaydan gerçek**** mekanlardan söz etmesine rağmen, son derece keyfi, yavan, gerçeği çarpıtan yazarın hayal ürünü olan eklemelerle, çuvallamalarla dolu safsata bir anlatım olarak duruyor karşımızda.
Nişancı’yı okuyup bitirdiğimde bir okur olarak dimağımda, bir tortu olarak sadece adı geçen hadisenin ne yazık ki ne kadar sıradan ve basit oluşu kaldı! Kürt ulusunun (yazara göre sadece halk!) ne kadar amaçsız, başıbozuk, bilinçsiz, yağmacı ve hatta şakalaşma kültürüne bile sahip olmayışı kaldı!
“Neden gülüyorsun?”dedim kızgınlıkla.
“Ayakta uyuyorsun evlat! Uyku saatin mi geçti? Sen daha çocuksun evlat! Savaş sana göre değil! Git annenin kucağında uyu!”
Aslında bu iri yarı, kaba saba yontulmamış köylünün söyledikleri doğruydu. Bu yaşam bana göre çok ağır ve dayanılmazdı. Ama köylünün bıyık altından o küstah gülüşü beni çıldırtıyordu.” (s. 226, 227)
Romanın baş kahramanı, her şeyi bilen, birikimi günümüzün aydın diye tanıdığımız kesiminden daha geniş olmasına rağmen, -en azından romanın yazarı kadar entelektüel birikime sahip- gerçeküstü fiziki ve savaş kabiliyetine sahip (düşürülen tek uçağın faili) ama bir yanıyla da sadece Şerefdîn Dağları’nın eteğine kurulmuş yüz elli hanelik Baska köyü civarında dağ yamacındaki tek hanelik bir köyden, Lolan aşiretinden olan 18 yaşındaki Cem’in, veya bizzat Şeyh Said’in kendisine taktığı kod adıyla Palolu Emin’in ağzından şunları anlatır:
“Şeyh Said’in isyancısı mıydın?”
“Evet.”
“Niçin savaşıyordunuz?”
“Kendi topraklarımızda kendi dilimizi özgürce kullanmak ve kendi kültürümüzle yaşamak için! Devletin sırtımıza bindirdiği ağır vergilerden kurtulmak için.” (s. 422)
Evet, işte bu kadar büyük bir savaştan sonra -çok ilginç olanı bütün savaş sahnelerinin gece karanlığında olması ama gündüz aydınlığından daha iyi görmeleri/görünmeleridir!- romanın sonlarına doğru -448 sayfalık romanın 422. sayfasında- sadece bu iki tümceyle ayaklanmanın amacı nişancının ağzından hedefe tevcih edilir! Bundan başka savaşın çıkış nedenleri, hedefi anlatılmaz. Şeyh Sait ve arkadaşlarının toplantı veya toplantılar yaptığını bizzat olayın kahramanın ağzından, bakış açısı içerisinde anlatılır.
“O gece Şeyh Said ve ileri gelen yöneticiler hiç uyumadılar. Toplantı üzerine toplantı düzenlendi, alınan kararlardan bir kısmı milislere ve halka açıklandı, bir kısmı da saklı tutuldu.” (s. 225)
Her yerde her zaman hazır ve nazır olan baş kahraman, işkence odalarında Şeyh Sait’le karşılaşır. Kömür gibi kararmış yara bere içindeki çıplak ayaklarını, gözyaşlarını bize gösterir, onunla konuşur ama hiçbir yerde olayların nedenini veya hedefini anlatmaz. Şeyh Sait ve arkadaşlarının darağacına çekilişlerini de görür ama duruşmalarını, duruşmalardaki konuşmalarını, tavır ve duruşlarını es geçer. Kitabın hiçbir yerinde “Kürdistan” sözcüğü geçmez. Liderler darağacına çekilirken konuşmaları, Kürt davası ve Kürdistan’a gönderme yapan ifadeleri de yok sayılır. Kuşkusuz bu da tek sözcükle gerçek tarihin tahrifidir! 1925 Kürt Hareketi’nin içeriğini boşaltıp sulandırarak, çarpıtarak onu basitleştirmektir; yalan üretmektir! Okuyucunun zihnini bulandırmaktır:
“… Kendi aralarında gelecekleriyle ilgili tartışmalara giriyor, bazen de bu tartışmalar kavgaya dönüşüyordu. Herkes mevcut yönetim tarzından rahatsızdı, yönetimin yıkılmasını istiyorlardı, ama yerine ne koyacaklarını bilmiyorlardı. Bu durum insanların şevkini kırıyor, onları umutsuzluğa sürüklüyordu.” (s. 225)
…
“Biz kendimizi yöneteceğiz!”
“Nasıl?”
“Vallaha bilmiyorum!”
“Yıkmak rahat, kurmak zor!” dedi genç adam.
“Bizden sadece vergi alıyorlardı, bir de bizi zorla askere alıyorlardı…” (s. 235)
Gerçekten öyle mi? Dîyarbekir alınana kadar Dara Hênî geçici olarak Kürdistan’ın başkenti ilan edilmedi mi? Hükümet kurulup geçici kabine oluşturulmadı mı? Ele geçirilen her şehirde, örneğin Licê’de, Hêne’de, Pîran’da yöneticiler tayin edilmedi mi? Madem ki binlerce insan gönüllü olarak savaşa katılmıştı acaba bunların arasında idarecilik yapabilecek kimse yok muydu?
Anasında gözü olan Tüccar Süleyman adında biri, babası Hamidiye Alaylarında sürekli cinayet işlediğinden bunalıma girip intihar etmiş bir alevi Kürdü olan Cem’i 18 yaşına girmeden her nasılsa profesyonel bir şekilde eğitmiş:
“Bu daha çocuk!” dedi albay.
…
“Türkçe biliyor musun Cem?”
“Evet.”
Okuma-yazma biliyor musun peki?”
“Evet.”
“İyi. Okuma-yazmayı nerede öğrendin Cem?”
“Davar tüccarı Süleyman öğretti.”
“Kaç yaşındasın sen Cem?”
“On sekiz yaşındayım.”
“Hasan Ağa senin çok iyi bir nişancı olduğunu söyledi…” (s. 44-45)
İşte henüz yeni on sekizine girmiş olan Cem, albay rütbeli bir Türk subayının planlaması ve Baska köyünün sahibi Hasan Ağa’nın işbirliğiyle Şeyh Sait’in öldürülmesi için görevlendirilir. Ama Cem iğne deliğinden kurşunu geçirecek kadar usta bir nişancı olmasına rağmen, aynı zamanda müthiş birikimli, her şeyi şıpıdık anladığından, olup bitenleri tümüyle kavradığından (!) bu suikastı gerçekleştirmez. Daha sonra da 1925 Kürt Hareketi’nin her safında ve safhasında, her bölgesinde hazır ve nazır bulunur. Gece karanlığında bile tıpkı gündüzmüş gibi bütün yağmaları, çapulculuğu, basitlikleri, subayların kahramanca tavırlarını, Sünni Kürtlerin kadın linçlerini, saçma sapan Sünni tarikat şeyhlerinin kendilerine şiş batırma yobazlıklarını, zikirlerine sesleri karışmasın diye sopayla suyu döverek kurbağaları susturmaya çalışan ahmaklıklarını, ilgili veya ilgisiz yüzlerce ipe sapa gelmez saçmalığı gözleriyle görür ve anlatır.
Şeyh Sait yüzbaşı Kasım ile birlikte Abdurrahman Paşa Köprüsü üzerinde teslim olduklarında (!) Cem kendini kahramanca Murat nehri sularına bırakır.**** Günlerce aç-çıplak dağlarda dolaştıktan sonra Murat Nehri kıyısında bulunan Ömer Ağa’nın köyünde bir baba ile kızın yaşadığı tek katlı evin ahırına sığınır. Evin sahibi Hamidiye Alaylarında görev yaptığından dolayı kafayı yemiş. Kendi kendine düdük çalıp konuşmaktadır:
“Bıçağımı çektim! Azrail gibi kadının göğsüne oturdum! Başını kopararak iğde ağacının dalına astığım kadının kocasının kanı, akarak altımıza gelmişti. Güzel bir kadındı! Zembul otu gibi insanı baştan çıkaran bir koku yayıyordu! Bahar aylarında ineklerin peşine düşmüş boğa gibi kendimi kaybettim. Kadının şalvarının uçkurunu kopardım!..” (349, 350)
Birisiyle ilişkiye girdiğinden babası ve kardeşleri tarafından vahşice linç edilmekten kurtardığı Sünni Kürt kızı Zel’in daha sonra Cem’i kurtarmak için bir subayla yattığından dolayı buna tepki gösterip asla elini sürmeyen namus düşkünü onurlu (!) Cem, bu delirmiş adamın kızı olan Kürt kadınının henüz kendisine bile gelmeden onu soyup kendisiyle ateşli bir şekilde sevişmesini bize gururla anlatır:
“Birşey değil. Severek sana hizmet ettim! Seninle yattığım için beni bağışla! Genç bir kadınım. Dört yıldır bu evde bir erkek özlemiyle yaşıyorum!”
“Kendini üzmene gerek yok! Beni çok mutlu ettin!” dedim kadının sözünü keserek.
“Gerçek mi söylüyorsun? Gerçekten de mutlu oldun mu?” dedi kadın başını kaldırıp onlarca kez üstüste yanaklarımdan öperek.
“Çok mutlu oldum!”
…
“Ayşe, şu gece gündüz düdük çalan kim? Niçin hiç durmaksızın düdük çalıyor?”
“O babam.”
“Peki neden düdük çalıyor?”
“Babam Hamidiye Alayları’nda milislik yapmış. Görevi bitip eve döndükten sonra kafayı yedi! Bir süre sonra da kör oldu! Bütün gün yaptığı olayları biri dinliyormuş gibi anlatıp duruyor. Öldürdüğü insanların hayaletlerinin geri dönüp onu öldüreceğinden korkarak, hayaletleri kovmak için durup dinlenmeksizin düdük çalıyor!
…
“… o kadar sıcaktı ki, ateş gibi yanıyordu! Yüzüme dökülmüş uzun saçları tavuk tüyü gibi beni gıdıklıyor, uyarıyordu. Kadını kucaklayıp öpmeye başladım.
Defalarca seviştik. Kadın doymak bilmiyordu. Yorulup yanyana yatağa uzandığımızda…” (s. 352, 353, 354)
Sahi gerçekten Hamidiye Alaylarına katılmış olan herkes böylesine katil miydi? Tümü cellat mıydı ki sonradan çıldırıp delirdiler ya da intihar ettiler?! Peki, 1925 Kürt Hareketi’ne aktif olarak katılmış olan Cibran Aşireti, Hesenan Aşireti… bunlar Hamidiye Alayları değil miydi? Komîteya Îstîklala Kurdistan ya da diğer adı “Azadî” olan Kürdistan çatı örgütünün kurucuları Hamidiye Alaylarında görev yapmış olan Kürt subaylar değil miydi? Yani 1925 Kürt Kalkışması’nın asıl organizatörleri Hamidiye Alayları’nda yetişmiş olan subaylar değil miydi?:
“Altınları hanginiz aldı?”
“Bu aldı! Bu köpek oğlu köpek aldı!”
“Ben almadım!”
“Yalancı!”
“Geber!” diye bağırdı silahla havaya ateş eden köylü. Sonra hiç beklenmeyen bir hareketle altınları aldığı söylenen ve eskide Hamidiye Alayları’nda milislik yapmış köylüye ateş açtı.” (s. 236)
Her yerde hazır bulunan müthiş savaşçı/nişancı 18 yaşındaki Cem, çoğu zaman Şeyh Sait’e akıl verir:
“Şeyh Said beni odada yalnız kabul etti. Kucakladı, sıktı, öptü. Onu iyi görmedim. Solmuş, zayıflamış, yorgunluktan bitkin düşmüştü.
“Nasılsın Emin?”
“İyiyim.”
“İyi görünmüyorsun!” dedi Şeyh Said iki eliyle yüzümü yaşlı avuçlarına alıp gözlerimin içine bakarak. “Zayıflamışsın!”
“Birkaç gün içerisinde yaşadığımız olağanüstü olaylar beni şaşırttı, yıktı!”
“Haklısın.”
“Nereye sürükleniyoruz?”
“Ben de bilmiyorum Emin! Kontrolüm dışında gelişen olayları kontrolüme almaya çalışıyorum, başaramıyorum! Olaylar çok hızlı gelişiyor! Bu hıza ulaşmakta zorlanıyorum! Nereye sürüklendiğimizi bilemiyorum! Kontrolü elime alarak olayları bir hedefe yöneltmeye çalışıyorum, ama başaramıyorum! Nereye gittiğimizi bilemiyorum Emin! Sence biz nereye gidiyoruz?”
“Şavaşan insanlar örgütsüz. Çoğunun silahlar yok. Üstelikte isyan eden halkın arasında çok sayıda eski Hamidiye milisleri var. Bu insanlara hiç güvenilmez! Dün Hamidiye milisleriyle halk arasında bir kavgaya şahit oldum, çok korktum! Bu güçlerle düzenli orduların karşısında uzun süre dayanamayız!”
“Haklısın” dedi Şeyh Said. “Zayıf noktalarımızı iyi anlamışsın. …” (s. 238, 239)
Evet, işte görüldüğü gibi 18 yaşındaki Cem (Emin) bir kurmay gibi böylesi askeri-siyasi analizlerde bulunurken, düzenli ordunun, örgütsüz güçlerin ne anlama geldiğini belirtirken bazen de bir şey bilmeyen zavallı bir köylü çocuğu oluverir:
“… Bu haber beni fazla etkilemedi; çünkü ne hükümet hakkında , ne de Olağanüstü Hal hakkında yeterli bilgim vardı. Benim devlet olarak bildiğim jandarmalar, bir de tahsildarlardı. …” (s. 287)
Saçma çelişkilerle dolu olan Nişancı’da bütün çatışmalar geceleri patlak vermekte ama nedense her şey güpegündüzmüş gibi görülmektedir. Tümünü vermek, romanı buraya taşımak demektir ama şöyle bir örnek vermek yeterli olur sanırım:
“… Askerlerin pusuya yattığı noktaya yaklaştığımızda karanlık iyiden iyiye dağa çökmüş, ay gökyüzünü kaplamış, bulut kümeleri ardında kaybolmuştu. Bu hava işimizi zorlaştırdı. Eğer içimizde bölgeyi iyi tanıyan insanlar olmasaydı belki de bu havada Gabar Dağı’nda kaybolabilirdik. Karanlık ve karı üzerimize yığan rüzgâr yetmiyormuş gibi, birde dağı kör, puslu bir sis sarınca, milislerle askerler içiçe karıştı.”
...
“Korkma! Gözüne değen kurşun değil, taş parçası.”
“Gözüm kör oldu!”
“Hayır; bir şeyin yok!” dedim. İki eliyle gözünü tutmuş yaşlı köylünün ellerini kaldırarak gözüne baktım. Göz gitmişti; bir yumurta büyüklüğünde bir taş parçası göz çukuruna gömülmüştü. Ani bir hareketle serçe parmağımı gözün içine sokarak taşı çıkardım; gözden su gibi kan akıyordu.”
...
“Koşmaya başladım. Daha birkaç metre koşmamıştım ki, aniden önüme bir karartı çıktı! “Ellerini havaya kaldır!” diye bağırdım. Cevap almayınca Kürtçe olarak “Kiyi tu/ Kimsin sen?” dedim. Ama yine cevap alamadım. Biraz daha yaklaşınca karşımda duran varlığın bir insan olmadığını, bir kurt olduğunu gördüm. Az sonra karşımda bir kurt değil, üç kurt olduğunu görünce, silahımı kurtlara çevirerek beklemeye başladım. Kurtlar bir meşe ağacı altında öldürülmüş bir insan cesedini yiyorlardı. Siyah potinli bir insan ayağı, kurtlardan birinin ağzındaydı. Kurtlar beni görünce başlarını kaldırıp üçü birlikte kanlı ağızlarını açarak, salya döküp hırlamaya başladı. Gözleri alev alev yanıyordu kurtların.” (s. 214, 215, 217, 218)
İşte böyle! Karşısındakinin insan mı kurt mu veya bir mi üç mü olduğu bile fark edilmeyecek kadar gece karanlığında, gözleri alev alev yanan kurtların ağzındaki potinlerin renginin siyah olduğunu, kurtların ağzından akan kanlı salyaları net bir şekilde görebiliyor!
Bu çatışma Gabar Dağı’nda olmaktadır. Peki “Gabar Dağı” nerede? Hêne ile Dara Hênî arasında mı kalıyordu?:
“Nebi adını söylediğinde askerlerin dizlerinin bağı çözüldü; askerlerden biri yediği ilk dipçik darbesiyle bayıldı, diğeri de çözülerek bülbül gibi ötmeye başladı. Söylediğine göre halkın eline geçmiş Derehani’yi geri almak için Diyarbekir’den yola çıkmış büyük bir askeri birliğin keşif kolundaymışlar. Bizi izliyorlarmış. Diyarbekir’den yola çıkan askeri birlik şu an Gabar Dağı’nda kayalık ve ormanlık bir alanda gizlenerek bizi pusuya düşürmeye çalışıyormuş. Amaçları bizi pusuya düşürüp yok ederek Derehani’deki halkla birleşmemizi engellemekmiş.” (s. 213, 214)
Bir kere “Derehani” diye bir yer yok. Asimilasyon ve ilhak politikası gereğince adı değiştirilen yerleşim birimlerinden biri de günümüzde Çewlîg (Bingöl) iline bağlı Dara Hênî (Genç) ilçesidir. “Genç” adı da Dara Hênî’nin hemen yakınında bulunan, askeri garnizonun yerleştirildiği yerde bulunan Türkçe’de “define” anlamındaki “Gînc” köyünün adıdır aslında. Gabar Dağı da Botan bölgesindedir. Başka da Gabar Dağı yok! Hanî’nîn güneyünde Gaban adında bir geçit var. Acaba gidip Şirnex civarındaki Gabar Dağı’nda çatıştılar da, sonra tekrar geri mi döndüler? Çünkü başka ilginç bir yolculuk daha var! Pîran’dan (Dicle) Hêne’ye (Hani) doğru yola çıkarken önce Karaz’a (Kocaköy) uğramışlar:
“Karaz Köyü’ne girdiğimizde saat biri geçiyordu. Karaz Köyü altmış-yetmiş hanelik küçük bir köydü. Köyün tek ve iki katlı toprak damlı evleri, ahırları ve samanlıkları karla kaplı bir tepenin eteğine yapışmış, ayışığı altında beyaz bir örtüye çizilmiş kara lekeleri andırıyorlardı.” (s. 186)
Şunu anlayamadım, şimdi Karaz Dîyarbekir tarafında Hêne ile Hezro (Hazro) arasında kalıyor, yani Pîran Hêne’nin batısında, Karaz ise güneydoğusunda. Pîran’dan Hêne’ye doğru çıkan savaşçılar onca kar-kış kıyamette neden bu kadar yolu yürüyüp ovalık bir yerde, Dîyarbekir’e yakın olan Karaz’a kadar gider de sonra geri dönüp Hêne’ye saldırırlar. Karaz nerede, Pîran nerede, Hêne nerede?
Çatışmak için Şirnex Cizîre arasında bulunan Gabar Dağı’na kadar gidiliyorsa, Karaz’a kadar hay hay gidilir gibi bir düşünce geliyor insanın aklına! Ayrıca, diğer bir yerde, bir dipnotta Çapaxçur’un (Bingöl) Sêrt (Siirt) olduğu söyleniyor! (s. 49)
Diğer bir önemli husus da, tarih boyunca hiçbir zaman Dara Hênî, Hêne, Licê, Pîran bölgesinde at arabası, kağnı arabası veya kızak kullanılmamıştır. Arazi yapısı buna yol vermemektedir. Ama Nişancı’da tıpkı Deşta Mûşê’de, Deşta Gimgimê’de, Lolan aşiretinin bulunduğu Gimgim (Varto) civarında olduğu gibi her yerde her zaman bu araçlar vızır vızır yük taşımaktalar:
“O sabah erkenden Derehani’ye doğru yola çıktık. Kupar Köyü’ne ancak akşama doğru varabildik. Dün gece büyük bir milis grubu bizden ayrılarak esir, yaralı askerleri ve yaralı milisleri gece Derehani’ye götürdükleri için kafilemiz azalmıştı. Kafilemiz bin beş yüz milisten, bir o kadar at, katır, eşekten, yüzlerce yiyecek, giyecek, silah, top, cephane yüklü at arabasından, kağnı arabasından, kızaktan, bizimle birlikte Derehani’ye giden binlerce...”(s. 228)
…
“Arkamda iki atın çektiği ve üzerinde beş çocuk ile iki kadının oturduğu bir at arabası geliyordu.” (s. 232)
…
“Az daha iki atın çektiği bir kızağın altında kalacaktım! Son anda şimşek hızıyla karın üzerinde akan kızağın altında ezilmekten kurtuldum!” (s. 236)
İnsanın, Türk resmi ve gayri resmi yazın dünyasının yalanlarına karşı isyan etmeden önce hele bir tarihini, ülkesini, halkını; halkının toplumsal sosyolojik özelliklerini, durumunu, hedeflerini, istemlerini; coğrafyanı, coğrafyanın özelliklerini, yerleşim birimlerinin yerlerini, adlarını; Alevi ve Sünni Kürtlerin aynı hamurdan olduklarını, aynı bıçağın kurbanı olduklarını; edebi-estetik değerleri doğru dürüst tanı, ondan sonra isyana kalkış, diyesi geliyor.
Daha önce bu anlatının hiçbir yerinde “Kürdistan” sözcüğünün geçtiğine tanık olmadığımızı söylemiştim. Aslında hiçbir yerde Kürt milleti veya Kürt ulusundan da bahsedilmemektedir. Varsa yoksa “halk”, sadece “halk”. Tıpkı köy halkı, mahalle halkı veya Hêne halkı, Pîran halkı gibi. Adı geçen bu halk Şeyh Sait’i karşıladıklarında sloganları hep şunlardır:
“Govend’in başını çeken yüz yaşına merdiven dayamış, sakalı göbeğine değen ufak tefek bir ihtiyar, başına doladığı serpuşunu eline almış, bir mendil gibi sallayarak, “Yaşasın Şeyh Said!” diye bağırıyordu.” (s. 161)
…
“Durumun kötüye gittiğini gören sokakta toplanmış Piran halkı, Şeyh Said’e moral vermek için bağırmaya başladı:
“Yaşa, varol Şeyh’im!”
“Emredin ölelim Şeyh’im!”
“Şeyh’imize dokunmayın!”
“Ölürüz de Şeyh’imizi size vermeyiz!”
“Şeyh’e özgürlük!
“Yaşasın Şeyh’imiz!” (s. 167)
…
“Şeyh Said’in konuşmasını duyacak kadar Şeyh Said’e yaklaştığımda Şeyh Said konuşmasını bitirmek üzereydi:
“Söylediklerimi toparlamak istiyorum. Bundan sonra halk kendi kendisini yönetecek! Bundan sonra asker, jandarma, yerel yöneticiler size baskı yapamayacak, sizin malınızın zorla elinizden alınmasına sebep olan öşür vergisi kaldırılacaktır!”
Şeyh Said’in bu sözleri, çoğunluğu köylü olan ve öşür vergisinden bunalmış insanları coşturdu, galeyana getirdi. İnsan çığlıklarına geceyi parçalayan silah sesleri karıştı.
“Yaşasın Şeyh’im!”
“Yaşasın özgürlük!”
“Kahrolsun öşür vergisi!”
“İktidar halkın olacak!”
“Toprak istiyoruz!” (s. 234)
Şeyh Said’i görmek için atın sırtına çıkmış bir köylü, “Toprak isteriz Şeyh’im! Toprak istiyoruz!” diye bağırıyordu. Ama bu hengâme içerisinde adamın sesi silinip gidiyordu.” (s. 235)
Görüldüğü gibi, bunca savaşın hedefi, tıpkı bir Demokrat Parti mitinginde olduğu gibi, sadece öşür vergisinin kaldırılmasıdır, yerel yöneticilerin baskısının kalkma istemidir, köylünün toprak talebidir, iktidar halkın olmalı istemidir, -ve her ne ise- “özgürlük” talebi var ortada. İşte, halk bunun için ayaklanmış!
Daha önce de belirttiğimiz gibi, anlatıcı, hiçbir yerde Şeyh Sait’in siyasi hedefi belirten konuşmalarını duyamamıştır (!) veya sadece hedefin öşür vergisinin kaldırılmasıymış gibi basit bir nedenden dolayı isyanın çıktığını anlatmaya çalışır ama Türk albayının anlatımlarını net bir şekilde bize aktarmaktadır:
“... Vatanımız şu an tehlikede! Vatanımızın kurtuluşu, bütünlüğü için sana bir görev veriyoruz, sen bu kutsal görevi reddediyorsun. Bu vatana ihanettir! Bu suçun cezası ölümdür! Sen ki tam beş yıl Hamidiye Alayları’nda milislik yapmış o vatansever babanın evladısın. Devletin sana verdiği bir görevi nasıl reddedersin? Baban bunu duysaydı kahrından ölürdü! Sen de baban gibi cesur ol, vatansever ol! Baban bir kahramandı!” (s. 47, 48)
Görüldüğü gibi subayın vatanı var, bu vatanın kurtuluşu, bütünlüğü belirtiliyor, bu yolda verilecek görevin kutsallığından söz ediliyor. Bunlar net bir şekilde siyasi hedeflerdir ama Şeyh Said ve halkının hedefi sadece öşür vergisinin kaldırılması veya yerel yöneticilerin baskısının kalkması gibi sınırı, çerçevesi muğlak basit taleplerdir. Burada subaylardan söz açılmışken, ölüm karşısında nasıl kahramanca davrandıklarını da bize göstermekten geri durmaz:
“Başımı kaldırıp askerin yüzüne bakınca, o zaman ayağını sardığım askerin bir subay, bir binbaşı olduğunu gördüm. Elimi ateşe değmiş gibi geri çektim!
“Sen subaysın!”
“Evet.”
“Seni öldürecem!” dedim, silahımı binbaşının alnına dayayarak.
“Öldüreceksen acele et!” dedi Binbaşı. “Bu acıya dayanamıyorum!”
Binbaşını bu cesareti beni şaşırttı. Doğrusu cesur bir insandı. Ben silahımı ona doğrulttuğumda ağlayıp sızlayacağını, bana yalvarmaya başlayacağını düşünmüştüm.
“Sana savaşta esir alınan askerleri öldürmenin suç olduğunu söylemediler mi?” (s. 222)
Yazar kalkıp subayları kötü tasvir edecek diye bir serzenişte bulunmuyoruz veya bütün subayların kötü olduğunu da iddia etmiyoruz. Fakat burada subayları cesaretli ve kahraman göstermek için özel çaba sarf edildiği ortadadır.
Sonuç olarak, acaba Nişancı, Kürtlerin tarih anlayışının Kürtlük bilincinin gelişimine, Alevi-Sünni Kürtlerin aynı olduklarına, onların kader birliklerine, ulusal bilinçlerinin gelişimine herhangi bir olumlu katkı sunmuş diyebilir miyiz? Hayır! Bütün bunları bulanıklaştırmaktan başka bir işlevi yok bu metnin. Bundan dolayı, bu tür metinlerin acaba sadece masum bir niyetle mi yazılıp piyasaya sürüldüğü, elden ele, ağızdan ağza üstünkörü reklamı yapıldığı yoksa bilinçli bir şekilde farklı bir niyetle, örneğin genç, tecrübesiz okurları belli amaç doğrultusunda maniple etmek; ulusal bilinçlerini, tarihsel duyarlıklarını bulanıklaştırmak için mi kaleme alınmış olduğuna bakmak gerek sanırım.
_____________
*Bu yazıyı bitirdikten sonra Nişancı ile ilgili herhangi bir haber veya kapak fotoğrafı var mı diye enternet ağında gezinirken, www.demanu.com sitesinde Ahmet Bulut’un Metin Aktaş ile yaptığı bir röportajına rastladım. Bir yerinde Metin Aktaş’ın kendisi şöyle bir ifade kullandığını gördüm: “Medya tekelleri romanı yok saymalarına rağmen okuyucular romanı biri birine tavsiye ederek okutuyor.” Röportaj için bakınız: http://www.demanu.com.tr/arsiv/29_12_2005_134sy/sir_ahmet_bulut.htm
**Yine sanal ortamdaki gezintide, www.rizgari.com sitesinde Hasan Kaya’nın Nişancı ile ilgili bi yazısına rastladım. Doğrusu adı geçen yazıda Hasan Kaya’ın kendi kendine bazı şeyleri konuşmaktan başka herhangi bir metin analizi sayılabilecek anekdotuna rastlamadım. Hiçbir anlamı olmayan yazının sonundaki “Sanırım Metin Aktaş’ın romanı gelecekte mutlaka hak ettiği yeri bulacaktır Öyle umuyorum ki bu roman gelecekte Kürdistan Federal Bölgesinde Kürtçe’ye çevrilir. Hatta filminin yapılacağını şu an hisseder gibi oluyorum.” hayal kurma veya önermesi bana ayrıca ilginç geldi! Yazı için bakınız: http://turkish.rizgari.com/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=462
***Ve yine sanal ortamda gezinirken, www.peyamaazadi.com sitesinde Ruşen Aslan’a ait bir yazıda şöyle bir anekdota rastladım: “Kaldı ki, Şeyh Said’in yakalanmadığı ve teslim olduğu iddiası ilk kez Selim Kılıçoğlu tarafından ortaya atılmış da değildir. Bu makaleyi yazdığım sırada, Metin Aktaş’ın DOZ Yayınları’ndan çıkan ve enfes bir tarihi roman olan “Nişancı”yı okuyordum. Şeyh Said’i öldürmekle görevlendirilen roman kahramanın etrafında 1925 direnişi anlatılıyor. Romanda taktik de olsa, Şeyh Said’in teslim olmayı kabul ettiği belirtiliyor. (age. s.316) Her roman gibi, bu romanda da doğası gereği kurgu vardır. Metin Aktaş kurguyu, tarihi gerçeklik olarak kabul ettiği olaylar üzerine inşa etmiş. Bunu yapabilmek için yalnız yazılı tarihi bilgilere değil; Muş, Bingöl, Elazığ ve Diyarbakır’da halk arasındaki sözlü anlatımlara da dayandığı anlaşılıyor.” Peki, tam burada benim de aklıma şöyle bir soru gelmektedir: Mademki Şeyh Sait teslim olmuş, niye Dîyarbekir’de veya Hêne’de, Licê’de, Dara Hênî’de olmadı da bunca yolu yürüdükten sonra öldürülme riskinin çok daha büyük olduğu gece yarısı gidip Abdurrahman Köprüsü üzerinde çatıştıktan sonra teslim oldu?! Yazı için bakınız: http://www.peyamaazadi.com/modules.php?name=News&file=article&sid=616
****Dediğim gibi, bu yazıyı bitirdikten sonra Metin Aktaş ile ilgili bazı yazılara rastladım. Bunlardan biri de Agos gazetesinde ve daha sonra www.rizgari.com sitesinde yayınlanan “Yazılanlar Yaşandı” başlıklı röportajda Metin Aktaş zorlama bir ısrarla bu romanda yazılan her şeyin gerçek olduğunu savunuyor. Ama hiç de inandırıcı değil, çünkü, tıpkı romanında olduğu gibi bu röportajda da kendi kendisiyle çelişen ifadeler vermekte…
1925 Kürt Ayaklanması gerçek bir tarihi olaydır. Kuşkusuz romanda anılan bir çok siyasi şahsiyetin adı doğrudur. Ama romanın kendisi yazarın fantezisidir; hayal ürünüdür, uydurmasıdır!... Zaten yazarın kendisi de bu iddiayı doğrulayan şöyle bir ifadeyi anılan röportajda kullanmaktadır: “Beni etkileyen yazılı kaynaklar değildi. Çünkü yazılı kaynakların büyük çoğunluğu yalan üzerine kurulmuş resmi tarihi temel alıyordu. Beni etkileyen, değiştiren halkla yaptığım birebir söyleyişiler oldu. Çünkü gerçek tarih, kazananların değil kayıp edenlerin tarihi burada gizliydi. Dört yıl boyunca isyanın yaşandığı Elazığ, Bingöl, Diyarbakır, Muş illerinde yüzlerce insanla konuştum.” Bunları dedikten sonra da “Nişancı romanında da benden bir şeyler vardır. Bunu inkâr edemem.” sözlerini bir çelişki olarak ilave etmektedir. 2000 yıllarında 1925 Kürt Hareketi hakkında yüzlerce insanla görüşmeler yapmış olduğunu söylüyor. Eğer sahiden varsa bu tür görüşmeler, kuşkusuz görüştüğü bu insanlar bizzat Hareket zamanından kalmış olamazlar, bunlar ancak üçüncü kuşak insanlar olmalı. Kaldı ki, madem bu tür görüşmeler varsa, Metin Aktaş derlediği bilgilerin kaynaklarını da açıklamalıdır. Kimdi bunlar, Hareket ile ilişkileri hangi boyuttaydı?... Öte yandan, gerçekten bizzat savaşa katılmış Kürt şahsiyetlerin veya yabancı araştırmacıların adı geçen hadise hakkında geride bıraktıkları yazarı etkileyecek herhangi inandırıcı yazılı belge veya kaynak yok muydu acaba? Bu hadise hakkında sadece Türk resmi ve gayri resmi kaynakları mı var? Bütün bunlar şarlatanlıktan başka bir şey değildir! Röportaj için bakınız: http://turkish.rizgari.com/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=789
__________________
Kaynak: http://www.peyamaazadi.org/modules.php?name=News2&file=article&sid=2440, 25.08.2007 Saat: 10:33
li serî hettan jérî min nîvîsé te xwend, min rexneyén romané xwend....bi rastî tu ré nîşan didî kurda.... ez bawerim, ew é ku romané ! nîvîsîye bi ramanekî kemalistî nîvîsîye....waxté ku hewara şéx saîd dike viré xwu berda dibéje.. em ne tené gelin em milletin em netewin.....em kurdin em kurdistanin.... armanca şéx said hukumatek kurdistanî u islami bu, niviskaré nişanci vira diavéje.....te jî kifş kir û mera xeberé da, jî wé her bijî herdem bijî.......