Ölmemek İçin Değil Onurlu Kalmak İçin Direndik
12 Eylül askeri darbesinden sonra yapılan işkencelerde çok sayıda insanın hayatını kaybettiği Diyarbakır Beş No’lu Cezaevinde yaşananları araştırmak için kurulan TBMM Alt Komisyonu, son toplantısında PKK davasında yargılanıp beraat eden Mevlüde Acar’ın işkence açıklamalarıyla sarsıldı. Acar, Mardin’de gözaltına alındıktan sonra Diyarbakır Beş No’lu Cezaevinde geçirdiği 6 yıl boyunca yaşadığı işkenceleri ve kullanılan yöntemleri anlatırken “Bana soyun dediler. Soyunmayınca biz soymayı biliriz dediler. Askıda ellerim asılı olarak tutuldum. Zorla soydukları için o vaziyette yere atıyorlardı. Kum ve çakılların üzerine atıyorlardı. Ne kadar süre işkence gördüğünüzü, ne kadar kaldığınızı hatırlamıyorsunuz o şartlarda” dedi.
İşkenceciler hakkında bilgiler veren Mevlüde Acar, “Bunlardan birinin yüzünü çok iyi hatırlıyorum. Bu Veli Küçük olarak yargılanan kişiydi ve o zaman yanındaki ekipler ona ‘herkül’ diyordu. Elinde copla falakadayken, özellikle bana vururken yüzünü gördüm, yüzünü korkunç biçimde kasmış. Sanki insana değil de böyle bir şey cezalısına yani kürek mahkûmuna diye edebiyatçılar tabir eder ama ben kürek mahkûmunu bile makul görmüyorum. Böyle çok büyük bir kin ve öfkeyle vururken o yüzündeki ifadeyi gördüm, o korkunç… Bir insan şekli değildi kesinlikle, hayvandan öte bir şeydi, o nasıl bir şeydi, bilmiyorum. Ben bunun tanığıyım” diye konuştu.
‘BEN ASLINDA TÜRK’ÜM’
İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde kurulan ”12 Eylül Askeri Darbesinden Sonra Oluşturulan Diyarbakır Beş No’lu Cezaevi İnceleme Alt Komisyonu”nun başkanlığını AK Parti Mardin Milletvekili Orhan Miroğlu yapıyor. Komisyonun son toplantısında ilk kez bir kadın mağdur Mevlüde Acar’ı dinlendi. Acar’ın tutanaklara yansıyan konuşması şöyle:
– Ben PKK dosyasından yargılandım ama hiçbir delil yoktu, sonra beraat ettim, üstelik altı yıl cezaevinde kaldıktan sonra beraat ettim. O yüzden de dosyamı göstereceğim ve bu konuda şunu rica ediyorum: Benim mağduriyetin hâlâ giderilmiş değildir. Zaten zihniyetimizi değiştirmek zorundayız, yüz yıllık, bin yıllık vurma, öldürme, yok etme zihniyetini değiştirmedikçe, Diyarbakır’ı müze yapsak, insan hakları müzesi, utanç müzesi yapsak ya da bütün dünyanın şeyine bile açsak, bu zihniyet değişmeyince, bu ülkenin geleceği için değişecek hiçbir şey olmaz, olamaz. Aslında beni bir rüzgâr savurdu oraya, ben siyasetçi değildim, öğrenciydim, ben Mardin’e öğrenci olarak gitmiştim ve ben aslında Türk’üm.
– Öğretmen okuluydu, ben başladıktan sonra değiştirildi, liseye dönüştürüldü ve bu yüzden, yine bir devlet politikasının yanlışı sonucu öğretmen olmak yerine lise mezunu oldum. Ben Nisan 1984’te gözaltına alındım, mayısta Mardin’e getirildim, Mardin Çarşı Karakolunda bir ifade aldılar, hemen arkasından gözümü bağlayıp, aracın içinde boynumu eğdirip, kafamı da saklayarak beni bir yerlere götürdüler. Gözüm açık olsaydı ya da şöyle ince bir çizgi hâlinde bile o doğayı görmüş olsaydım muhakkak orayı tanıyacaktım, çünkü ben Mardin’de bir sürü zaman geçirmişim, iyi kötü o yolları tanıyorum. Çarşı Karakolundan gözlerimi bağlayıp kafamı araç koltuklarının altına saklayarak beni bir yerlere götürdüler, sonra indirdiler, hiç gözümü açmadan… Bir de öyle kirli bir bez ki o bez, nasıl oldu da gözlerim gerçi şu an gözlerim bozuk ama- şu an hâlâ görüyor, görme şansını taşıyorum, onu bile bilmiyorum.
‘HAYVANLARIN BARINDIĞI YERE TIKTILAR’
– Ondan sonra, götürdüler bir yere, kollarımdan tuttular, sürükleyerek bir merdivenden indirdiler, bir kuytuya götürdüler, bir kapıyı açtılar, beni içeriye attılar, “Gözünü sakın açmayacaksın.” dediler. Öyle demelerine rağmen, az şöyle sıyırdım burnumun yarısına kadar, gözümü böyle kaldırarak bulunduğum alanı görmeye çalıştım. Yerlerde bir yığın kum dökülmüş, bu asfalt yollara dökülen kum harçları dökülmüş, öyle bir yerin üstüne attılar beni öyle. Yerde yeşil mi, siyah mı, aslen rengi asker rengi, askerlerin yatakları olan yataklardan ama, rengi yeşille hiç alakası olmayan simsiyah bir renge bürünmüş bir yatak, üstünde bir battaniye, bir de hiç rengi belli olmayan yastığa benzer bir şey, yani yükseltisinden yastık olduğu belli oluyor, hiçbir şeye benzemeyen bir şey. Zaten, burayı, daha sonra o bölgeyi tanıyan arkadaşlardan sordum da koç deposuymuş orası, yani hayvanların barındığı yere bizi tıkıp, sonra da günün belli saatlerinde alıp götürüp –ben tektim o zaman kadın olarak- işkence yapıyorlardı.
– Ellerimi bağladılar, falakaya yatırdılar; zaten gözlerim bağlı, tekmelerle tokatlarla… Öyle bir hareket yapıyorlardı ki “Soyun.” dediler, ben soyunmayı kabul etmediğim için “Biz seni soyarız.” dediler. Birisi bir elimden tuttu, birisi bir elimden tuttu, biri bir ayağımdan tuttu, biri bir ayağımdan, dördü dört yöne çekiyor. Bir insan dört yönden çekilirse… Ve “Soyunacak mısın?” diye bana şey dayatıyor. “Soyunacak mısın, soyunmayı kabul ediyor musun?” O acılar içinde ben ne diyebilirim. Hatta konuşmaya, cevap vermeye de artık dermanım, takatim yoktu.
‘ZORLA SOYUP ÜZERİME SOĞUK SU SIKTILAR’
– Askıya alıyorlar, kollarımdan bağlıyorlar, hem omuzlarımdan hem bileklerimden; ayaklarımın altı bir boşluk, ne kadar zaman orada kaldım, bilmiyorum zaten. Öyle bir psikoloji oluşuyor ki insanda, insan günleri ve saatleri de tahmin edemiyor. Belki de on dakika orada kaldım, belki de bir dakika kaldım ama o süre içerisinde benim vücudumun, organlarımın birbiriyle bütün bağlantıları koptu, neredeyse damarlarımın bile birbiriyle ilişkisi kalmıyordu. Nefessiz kalıyordum, konuşamayacak duruma geliyordum, zaten gözlerimi bile açamayacak duruma geliyordum. Ondan sonra indiriyorlardı, bir ceset gibi yere atıyorlardı. Zaten zorla soydukları için üzerimde giysi falan da yok. Sonra da üzerimize soğuk su sıkıyorlardı hortumlarla. Ondan sonra tekrar götürüp o kumların, çakılların üstüne atıyorlardı ceset gibi. Giysilerimi de bir kenara atıyorlardı. Ben o kumların, çakılların üzerinde ne kadar zamanda kendime geliyordum, ne kadar zamanda tekrar sürünerek, tutunarak, toparlanarak ayağa kalkıyordum, şu an bile ben hatırlamıyorum ki üzerinden bu kadar zaman geçti. Böyle korkunç şeyler.
‘BANA ÇIPLAK ERKEKLERİ GÖSTERİYORLARDI’
– Erkek arkadaşları götürüyorlardı askıya, beni bir tabuta koyuyorlardı, onlara yapılan işkenceleri gösteriyorlardı, onları çırılçıplak bana gösteriyorlardı. “Bak bak, belki bunun gibi hiç şeyini görmemişsin” diyorlardı. Onların dili çok terbiyesiz, çok kuralsız ve çok insanlık dışıydı. Ben onların kullandığı kavramları, kelimeleri kullanmak zaten istemiyorum. Yani başka zaman ben yaralıyken, yerlere çırılçıplak atılmışken kalkıp sürünerek bile kendimi bir yerlere taşımayacak durumdayken, gözlerim bağlı olduğu hâlde, o insanlara işkence yaparken benim özellikle gözlerimi açıp bana böyle şeyler gösteriyorlardı.
– Ondan sonra sıra bana geliyordu tabii. Soyuyorlardı, götürüyorlardı, askıya asıyorlardı, falakaya yatırıyorlardı. Yani ayaklarımdan dizlerime kadar cop değmeyen yer yoktu. Vücudumun hiçbir tarafında tekme ve cop ve kalas ve benzeri… Zaten 1 kişi değil, yaklaşık 10 kişi diyebiliyorum. Gözlerim kapalı olduğu için gelen kalabalık sesleri böyle tasavvur ediyorum. Tabii, zaman zaman gözüm açılıyordu. Çünkü falakadayım, yerlerdeyim, son derece dengesiz biçimdeyim ve her biri bir yandan bana vurduğunda göz bağım gözümden kayıyordu. O zaman bir telaşla sağa sola kaçışıyorlardı. Birisi gelip gözümü tekrar kapatıyordu, yeniden devam ediyorlardı.
‘VELİ KÜÇÜK’E HERKÜL DİYORLARDI’
– Bunlardan birinin yüzünü çok iyi hatırlıyorum. Bu Veli Küçük olarak yargılanan kişiydi ve o zaman yanındaki ekipler ona ‘herkül’ diyorlardı. Elinde copla falakadayken, özellikle bana vururken yüzünü gördüm, yüzünü korkunç biçimde kasmış. Sanki insana değil de böyle bir şey cezalısına yani kürek mahkûmuna diye edebiyatçılar tabir eder ama ben kürek mahkûmunu bile makul görmüyorum. Böyle çok büyük bir kin ve öfkeyle vururken o yüzündeki ifadeyi gördüm, o korkunç… Bir insan şekli değildi kesinlikle, hayvandan öte bir şeydi, o nasıl bir şeydi, bilmiyorum. Ben bunun tanığıyım.
– ‘Herkül’ vardı, ‘Kartal’ vardı, ‘Doktor’ dedikleri biri vardı, ‘Türkmen’ vardı, bir de ‘Baba’ dedikleri biri vardı. Baba biraz yaşlı, biraz daha olgun. Genelde işkence ekibinde yoktu zannederim, o geceleri gelip nöbet tutuyordu. Hatta nöbet tutarken aç bırakılanlara bazen gizliden ekmek veriyordu, bazen gizliden sigara veriyordu. Bu Türkmen yani Erzurum Türkmenlerinin ağzıyla konuşan birisi geldi. Tabuttayken bana kapıyı açtırdı, üstümü de açtırdı. “Açmam.” dedim, kendisi zorla açtı ve benim bedenime, benim canımı da çok yakacak şekilde ve onurumu da rencide edecek şekilde iki eliyle birden bir taciz saldırısı yaptı. Ondan sonra ben nasıl bir çığlık attıysam çığlığımın sesine o baba denilen kişi -öbür ara boşlukta nöbet tutarken ben tabutluk kısmındaydım, tektim o zaman- geldi içeriye. “Ne oldu?” dedi. Dedim: “Böyle böyle, beni taciz etti.” Ertesi gündü sanırım, bir odaya götürdüler beni. Yüzü köşeli, beyaz tenli ama hiç yüzünde deri, kemik yok gibi bir insan yüzüyle… Vallahi kendisini de hiçbir sıfatla tanıtmadı, dedi ki: “Arkadaşlar sana ne yaptılar? Şeyine bir cop ya da benzeri bir şey soktular mı?” falan gibi sorular sordu bana. Ben de dedim “Bana işkence yapılıyor, benim vücudumun her tarafına dokunuluyor, ben her türlü tacizi yaşıyorum. Ben bu konudan çok rahatsızım.” Dedi ki: “Onları geç, onlar arkadaşların görevi.” Yani tecavüzü, tacizi, bilmem neyi sadece bir noktayla sınırlı koymak da bana göre bu durumda çok acayip kalıyor. O insan “Onları geç.” dedi. Yani benim vücudumun her tarafıyla oynanıyor, her şeyi kendilerinde hak gibi görüyor.
‘ESAT OKTAY’A BENZETİYORUM’
– Birisi vardı mesela, bir gün geldi, karşıma geçti, “Soyun” dedi. Gözlerim de hafif yukarıdaydı, şöyle kaldırdığımda hafif görüyordum. Tabii, çok uzun bakamıyordum çünkü bu sefer “Gözünü kapat.” diyecek, kendisi örtecek, o kadarını da göremeyeceğim. Karşımdaki askerî kıyafetli, üzerinde pır pırları falan filan var. İşte, o şahsı ben Esat Oktay’a benzetiyorum. “Soyun” dedi, “Ben soyunmuyorum.” dedim, niye soyunacağım? Öyle rahat, sanki böyle kırk yıllık hayat arkadaşına, bana “Soyun.” diyor. “Niye soyunacağım?” diyorum, “Soyun, sen soyunmazsan ben soyarım seni.” diyor. Ben dedim: Hayır, ben soyunmuyorum. Niye soyunayım? Ben senin karşına geçip niye soyanayım ya da sen benim karşıma geçip bunu benden niye istiyorsun? Bir insan niye soyunur, dedim, ben soyunmuyorum. “O zaman ben zorla soyarım.” dedi. Geldi, bütün düğmelerimi çözdü. Tabii ellerim o zaman bağlı değil, serbest. Ondan sonra karşıma geçti, tekrar oturdu, dedi: “Soyun şimdi.” Hani yani ben seni zorla soyarım, işte sen kendin gönüllü soyun der gibi geçti karşıma. Ben de tekrar düğmelerimi kapattım yeniden. “Lan ben sana soyun diyorum sen niye tekrar kapatıyorsun?” dedi. Dedim: Ben soyunmuyorum. Ben senin karşında niye soyunayım, sen kimsin, benim neyimsin? Yani bu kadar rahat, bu kadar pervasız, bu kadar hiçbir şeyden nasibini almamış… Yani bir insana nasıl bu denilebilir, bunu diyen, dedirten zihniyet nedir ve bu insan bu yetkiyi, bu hakkı, bu şeyi nereden alıyor, biz bunları sorgulamak zorundayız. Bunlar, bu ülkede yetişen insanlar, bu zihniyeti onlara nesilden nesile aktaran bir gelenek var, biz bu geleneği sorgulamalıyız aslında. Bunların aşılması gerekiyor, eğer yüzleşeceksek bunlarla yüzleşelim, eğer çözüm arayacaksak bunları aşarak çözüm üretelim, eğer hukuk ve siyasi sonuçlar diyorsak bunlardan samimi bir şekilde sonuç çıkararak biz şey yaparız.
‘KADINLARI KARIN ÜSTÜNDE FALAKAYA YATIRDILAR’
– İşte, kadınları havalandırmada kışın karın üstünde sıraya dizdiklerini, askeri yürüyüş yaptırarak marş söylettiklerini, ondan sonra karın üstünde falakaya yatırıp, kiminin üzerinde etek olduğu hâlde, etekleri açık olduğu hâlde -falakaya yatırınca ister istemez vücut ters dönüyor ve etekleri de açılıyor- buna rağmen binlerce askerin önünde, hatta karşı idare binası olduğu için idareden bir kısım izleyicilerin eşliğinde, hatta zaman zaman Esat Oktay’ın eşinin bile o pencereden bakarak kadınlara yapılan işkenceleri izlediğini, izlettirildiğini anlatt arkadaşlar bana.
‘KADIN KOĞUŞUNA BAKAN GARDİYANLARA HOROZ DENİYORDU’
– Yok, kadın koğuşunda da asker ve askeri eğitim yaptırıyor gardiyanlar yani şey gibi kumandan gibi, ne bileyim subay gibi daha yetkili bir general gibi. Kadınlar koğuşunun generali gibi davranıyordu ve çok ilginç; kadınlar koğuşunun gardiyanına kendi aralarında “horoz” derlerdi, nedense “horoz.” Yani çok korkunç bir mantık. Şöyle bir akıl yoluyla düşündüğümüzde, bu bile bu zihniyetin ne kadar akıl dışı şeyler yaptığını, yapacağını anlatabilecek bir tek özettir. Kadınları havalandırmaya dizip karşılarında kendi organlarını el hareketleriyle şey yaptığını falan anlatan arkadaşlar vardı.
‘TECAVÜZE UĞRADIĞI İÇİN İNTİHAR ETTİ’
– Tecavüz gibi bir şey, Cahide isimli bir kadın… Cahide mi, Kezban mı; bir kadın var, ona gözaltında tecavüz edildiğini, cezaevine gelip konuşulup bu konuda çok korkuyla geldiğini, korkarak anlattığını ve anlatamayacak duruma geldiğini hatta onun utancından dışarı çıktıktan sonra da intihar ettiğini duyduğum bir kadın var. Bir de, Hakkârili bir kadın getirmişlerdi -bu 1987’de olabilir- gözaltı kısmındaydı, koğuşa getirmediler ama biz işte, yemek arasında, havalandırma arasında aynı yerden çıktığımız için geçerken selamlaşıp konuşuyorduk. İlk başta bizimle konuşuyordu; Hakkârili olduğunu, adının Hazal olduğunu söyledi falan. Ama tekrar bunu sorguya götürdüler, bir daha geldiğinde hiçbir şey konuşturamadık.
– Aynı şeyi ben Kurtoğlu’nda iken bir erkek öğretmen üzerinde de gördüm. Çünkü öğretmen arkadaş genç, gerçekten çok girişken, çok sıcakkanlı ve her seferinde de, her bulduğu fırsatta da -zaman zaman o da benim gibi gözünü açar etrafını izlerdi- gelir konuşurdu, özellikle sohbet ederdik, çok güzel bir gülümsemesi vardı, çok güzel diyalog kurardı benimle de insanlarla da. Birkaç kez ona işkence yaparken bana izlettiler, ben onun bütün tavrını biliyorum ama sonuncusunu ben izlemedim. Ondan sonra o da birdenbire suskunluğa büründü, hiç konuşmaz oldu. Ben sadece kadınlara değil erkeklere de tecavüz edildiğini biliyorum, duydum hatta bu kadar yakından da tanığıyım demek istiyorum yani.
‘ÖLMEMEK İÇİN DEĞİL ONURLU KALMAK İÇİN DİRENİYORDUK’
– Ölmemek için hiçbir şey yapamıyorduk, ne bir savunma aracımız var ne bir güvencemiz var ne bir güvenliğimiz var, hiçbir şeyimiz yok. Ne yapabiliriz ölmemek için? Öldürmek için her türlü silah onların elinde var. Ölmemek için değil ama hiç değilse onurlu kalmak için direniyorduk.
___________
Kaynak: www.gazeteduvar.com.tr, 2016/08/31