Rencber Ezîz İle Üç Karşılaşma
Turabî Kişin
Yıl, yanılmıyorsam 1978 veya 79’du. Göğün yakınlarına düşen yaylamızda yazın düğünler olurdu. Günler süren güzel düğünler. Bizdeki düğünlerde öyle çalgılı vurgulu aletler pek olmaz. Şarkılar sözle söylenir ve onlar eşliğinde halaya durulurdu. Yaşlılar genellikle ezberlerindeki Kürtçe eski şarkılarla, gençler ise taze sesleri ve yeni şarkılarla çıkarlardı sahneye.
Hatırlıyorum o yıl “Batman e, Batman e” stranı, “De git Bayburt de git sende nem kaldı”, şarkıları düğünlerin vazgeçilmez parçalarıydı.
Biri Kurmancca diğeri Türkçe. Biri daha vardı. O da Kirmanckî (Zazaca) söyleniyordu. Bu lawıkın adı “Piro de” idi.
Ma ramenê, yî wenê
Ma xewetênê yî gênê
In lac kutkon ma ra se vonê
Piro de birayê mi piro de
Piro de kekê mi piro de
Cendirme, polês metersên
Siqiyunetîm ra metersên
Tifing xwo bigên xwo deston
Piro de kekê mi piro de
Piro de dezayê mi piro de
Herkesin söylemeye cesaret edemediği bu isyana davet eden şarkıyı isyancı bir ruha sahip olan amcamoğlu rahmetli Atik Hoca söylüyordu. “Ezo” ismi ve şarkılarıyla ilk olarak güzel insan Atik Hoca aracılığıyla karşılaştım. Düğünlerde şarkı söyleme sırası O’na gelince ilk “Piro de” ile açılış yapardı.
“Kimin bu şarkı?” sorularına “Ezo’nun cevabı veriliyordu. “Hangi Ezo?” sorusuna “Wısfanlı Ezo” cevabı veriliyordu. Hani tanıdık biri komşu köylerden biri, gibi cevaplar.
Çok gençtim, on üçünde heyecanlı ve arayışlar içinde.
Bizde doğum günleri pek kutlanmaz. 12 Eylül benim doğum günüm. O yıl her sonbahar olduğu gibi yeniden doğduğumda sabah gözlerim ışığa değil karanlığa durdu… Kürtçe namına ne varsa yeraltına çekildi. İbo’ların, Küçük Emrah’ların, Küçük Ceylan’ların, Çaçan’ların, Altınmeşe’lerin peydahlandığı lanetli bir zaman aralığına girdik. Kürtçe şarkıların darbe diliyle-dil darbeleriyle Türkçeleştirildiği yalakalık pahasına pazarlandığı bir kahpe zamandı artık zaman.
Yasaklı bir dilin çocukları olarak kekeme olan bizler artık dilsizdik. Dilsizdik artık biz, o dilsiz olan halk bizdik. Dilimiz içimize çekilmiş yaralı bir yürektik artık. Bedenimizin ışığı dilimiz, gırtlağımıza sıkışmış öylece duruyordu. Bir toplumun belleği dilidir derler, buruş buruştu belleğimiz artık. Işığımız dilimizle birlikte yok oluyordu. O milyonlarca sağır kulağı ve görme yeteneğini kaybetmiş gözleri tepesinde taşıyan bizlerdik. Zulüm kol geziyor, sözcükler içimizde puç oluyordu.
Her şeye rağmen büyüyorduk. Aradan 10 yılı aşkın bir zaman geçmişti. Kürt Özgürlük Hareketi tüm Bölge’de olduğu gibi Bingöl’de de etkisini gösteriyordu. Dilsiz bedenlerden sözcükler akıyordu sağır kulaklara, fısıltıyla. Hırıltıdan cümleler yapılıyordu. Bir bakıştan, bir işaretten, bir selamdan eylem yapılıyordu. Kapısı penceresi kapalı her oda, her yolculuk, Islahın Kahvesi, kürsüler, bir araya geliş, gece ve gündüz artık isyana odaklanmış bir zulaydı. Kendi çapımızda bir araya gelen kılıç artıkları oluyorduk. Bu aynı zamanda toplumsal belleğimizin kendisini yeniden yaratma süreci oluyordu.
Sene 1991′di Bingöl’e yakın “Qasiman” denen bir bölgede kızlı erkekli bir grup arkadaşımla piknik yapıyoruz. Az da olsa şehirden uzağız, polis asker gözlemiyor bizi. Dağdan gelen rüzgar yalıyor genç alınlarımızı… Halaya tutuşuyoruz ama ürkek… Sünni arkadaşlarımdan biri o Bingöl’ün güzel Zazacasıyla
Wusar dîyên, awkê Saxyêr xuşena dilo dilo
Kênek ha ver derî d’ pilasu şuwena dilo dilo
Erê wilay ti mi vîr a nêşina dilo dilo
Feqîrê Çewlîg mi vîr a nêşina dilo dilo
Omnun dîyên, awkê Saxyêr pêsena dilo dilo
Ti qe çi rê mi r’ mektup nênusena dilo dilo
De mi ra vaj, ti xwi r’ komî ra tersena dilo dilo
De mi ra vaj ti xwi r’ komî ra tersena dilo dilo
lawikını söylüyor. Coşkuyla söylüyor, diğer arkadaşlarımın bir kısmı da peşinden aynı coşkuyla söylüyorlardı, anlaşılan çoğu önceden duymuş, biliyor lawikı.
Adeta ağzım açık dinliyorum. Ağzım açık, çünkü lawik bir defa Kırmancki yani Zazaca, ikincisi ezgisi kulağa müthiş hoş geliyor. Üçüncüsü bir sevda türküsü, “bu inanılmaz güzellikteki lawik da nerden çıktı?” diyorum.
Bingöl Türkçesiyle “Wısfan’lı Ezo’nun şarkısıdır bilmêrsın?” Nasıl bilmezsin der gibi bir cevap alıyorum.
“Yox valla bilmêrım” diyorum ve bir daha söylemelerini istiyorum. Kırmıyorlar bir kez daha söylüyorlar. Bir kez daha Ezo ile karşılaşıyorum. Başım gözüm üstüne…
Dağ taş dilim kesiliyor adeta, çevremizdeki meşe ağaçlarının baharla birlikte yeni açmış yaprakları dilime dönüşüyor, yapraklar dilim hışırdıyor. Aşağı dereden akan su kendi sesini bir kenara bırakmış zazaca “dilo dilo” diyor. Yerdeki çimenler, tepemizde uçuşan kuşlar kıyıda köşede kalmış ürkek bakışlar “dilo dilo” diye dilleniyor.
Seviniyor, kuş kanadı takmış gibi halaya duruyorum.
Derler ki şarkıların günahı yoktur.
Derler ki yasakları ilk delen sevda şarkılarıdır Ferhat ile Şirin’den bu yana.
Derler ki yeryüzünde bir tek sevda şarkısı vardır, herkes onu kendi dilinde söyler bütün hikaye bu.
İşte bizim dilimizdekini de Ezo söylüyor. Artık bilêrem…
Sevda şarkılarını yaratmış diller ölümsüz dillerdir, farkına varıyorum. Biliyorum bu aynı zamanda bir direniş şarkısı oluyor. Çünkü yasaklı bir dille söyleniyor ve bedel gerektiriyor. Oradaki o topluluk bu şarkıyla aynı zamanda yerini de belirlemiş oluyordu, bu sevda türküsüyle anadillerini yaşıyor-yaşatıyorlardı.
Daha bir yaşındayken gözlerini kaybettiğini öğreniyorum. Şarkılarından ötürü hapis yattığını ve devlet zulmünden kurtulmak için o haliyle yurt dışına gittiğini öğreniyorum. Öyküsü kendi halkına benzeyen, öyküsü doğduğu topraklara benzeyen bir halk ozanı diyorum.
Gönül gözleriyle gören ve halkı gibi boyun eğmeyen sancılı bir yaşamın halk ozanı. Bunun içindir ki sürgündü… Bunun içindir ki Yılmaz Güney’den sonra Ahmet Kaya’dan önce yaban ellerde ve ülke özlemiyle gözlerini yumdu. Kimseler bilmeden… Kimseler duymadan…
Ezilenlerin öyküleri iç içe geçermiş. Hangisi benim, hangisi senin, hangisi Rencber Ezîz’in, ayırmak mesele. Akıp gidiyor zaman, devlet zulmü alıp gidiyor canları, bir halkın onuru ayaklar altında, yanı başımızda düşüyor canlar. Mahpuslar sürgünler, sessiz kalamıyorsun.
Biz de alıyoruz nasibimizi… Firari yaşantılar, cezaevleri derken yeniden Bingöl’e döndüğümde, zaman, çok yaşayan beni, kırklı yıllarıma taşımış oluyordu.
Dilimizin artık gırtlağımıza gömülü olmadığı bir zaman dilimine gelmiştik. Artık bize ait bir sözlüğümüz vardı. Uzaklara ulaşmayı bilen sesimiz vardı. Tuzaklara dayanıklı yüreğimiz vardı. Aradan geçen zaman içinde çok can yitirerek… Dile kolay yüreğe ağır bedeller ödeyerek…
13 yıl aradan sonra Rencber Ezîz’in benden önce doğduğu topraklara girdiğimde, çocukların, genç kız ve erkeklerin, yürüdüğüm sokakların, oturduğum kahvelerin, müzik malzemesi satan dükkânların, internet sitelerinin, bindiğim arabaların, gittiğim düğünlerin, çektiğim halayların, gezdiğim köylerin ve arkadaşlarımla yeniden çıktığım pikniklerin birçoğunda Rencber Ezîz’in şarkılarıyla karşılaştım. Ezîz bu kez o güzel şarkılarıyla Mikail Aslan’ın çok beğendiğim sesinde can bulmuştu. Yıllar sonra üçüncü karşılaşmam böyle olmuştu. Artık “bu kimin şarkısı?” diye sorular sormuyordum. Çünkü Wisfan’lı Ezo artık birikmiş anılarımdı.
___________
Kaynak: Esmer dergisi, Şubat 2010, Sayı: 59