Sey Rıza’nın Bedduası Tuttu
Doğrusunu söylemek gerekirse, Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün bir gazetede yayınlanan röportajı nedeniyle yeniden güncelleşen Dersim üzerine bir şeyler yazmayı düşünmüyordum. Çünkü ben 40 yıldan fazladır, bu olayla 1. dereceden haşir-neşirim. Konu ile ilgili olarak söyleyebildiklerimi söylediğim, yazabildiklerimi yazdığım kanısındayım. Üstelik ben ve benim durumumda olanların yazdıkları, ”bizden olanlar” dışında bu güne kadar pek de dikkate alınmadı. Ama işin içerisine bir düzen gazetesinin röportajı girince iş değişti. Altın madeni keşfetmiş Kanada altın arayıcılarının sayısı birden bire o kadar arttı ki sormayın. Neyse, bu şekilde de olsa sonunda maden keşfedildi ya, önemli olan budur.
Ne var ki bu arada, doğrusu hiç de beklemediğim ölçüde telefonlar aldım. Dostlar, neden yazmadığımı sorup durdular. Düşüncemi açıkladım ama ikna olmadılar ve yazmam gerektiğini söylediler. En son, 1967’lerden, yani üniversite yıllarından beri tanıdığım Süleyman Atay’dan telefon geldi. Silo, hala gençliğindeki gibi duruyor. Hızlı hızlı konuşur, gerektiğinde sizi okşar, gerektiğinde fırça atar, dobracı mı dobracının tekidir. Benimle de bu çerçevede konuştuktan sonra yazılarını bekliyoruz deyince, bu ”baş belası” sempatik adamı kıramadım ve aşağıdaki yazıyı hazırlamaya başladım…
Bilindiği gibi 1937-38 soykırımı, basın ve politik çevrelerde oldukça hararetli tartışmalara neden olurken Erdoğan bu yörede bir katliam yapıldığını itiraf etti ve Başbakan olarak özür diledi. Ama olayı aynı zamanda, CHP’yi vurmak için bir silah olarak kullanmaktan da geri kalmadı. Peki, buna karşılık CHP yönetimi ne yaptı? CHP yönetimi, Erdoğan’ın söylediklerini Ermeni Diyasporasının propagandasına benzetmek, devleti dinamitlemek ve ulusu bölmek türünden kalıplaşmış resmi söylemlerle geçiştirmeye çalışmaktan öte bir şey yapmadı.
Hiç kuşkusuz, niyeti ne olursa olsun, Başbakan’ın Dersim’de bir katliam yapıldığını kabul ve ilan etmesi, ardından da özür dilemesi önemlidir. Buna karşılık CHP, bu utanç verici tutumuyla sadece Kürt sorunu ile ilgili değil, öteki toplumsal sorunların çözüme kavuşturulması konusuna da olumlu adımlar atabilecek bir güç olmadığını bir kez daha göz önüne sermiş oldu.
Bu arada, Zaman gazetesinin röportajı bu döneme denk getirmesi, Başbakanın ise böylesine net bir şekilde tavır alarak özür dilemesinin nedenleri üzerinde durulabilir. Ancak, Erdoğan’ın 1937-38 yıllarında Dersim’de yaşananlarla ilgili tavrını sırf CHP’yi köşeye sıkıştırmak gibi bir gerekçe ile açıklamak da gerçeği yansıtmaktan uzak kalır. Bana kalırsa olayın, bu çerçeveyi aşan daha derin stratejik yanları var.
Bunlardan birincisi şudur:
Kemalistlerle aralarında süregelen iktidar mücadelesinde AKP şu an önde gözükse de kesin bir zaferden bahsedebilmek için zaman henüz erkendir. Mücadele alttan alta devam ediyor ve günün birinde pekâlâ yeni biçimlerle tekrar patlayarak sahneye çıkabilir.
Bu nedenle de AKP iktidarı, kemalizmi ve bu arada onun önemli ayaklarından birini teşkil eden CHP’yi köşeye sıkıştırmayı ve hatta çökertmeyi hem örgüt olarak kendisi hem de temsil ettiği kesimlerin geleceği bakımından gerekli görüyor. Onların kanlı geçmişlerini teşhir etmek ise bu bakımdan eline bulunmaz fırsatlar veriyor. Unutmamak gerekir ki Başbakan tarafından ”katliam” olarak adlandırılan 1937-38 soykırımı, kemalistlerin en zayıf oldukları noktalardan birini teşkil etmektedir. Başbakan bu konuda yeni bir şey söylemiyor ama okları isabetle hedefi buluyor.
Yine Erdoğan’ın, bu çıkışı yaparken, işin ucunun sonunda nereye varacağını, bizzat Mustafa Kemal’in de payına düşeni alacağını biliyor. Üstelik kanımca bu bir başlangıçtır, arkası çorap söküğü gibi gelirse şaşmamak gerekir. Tabi, Erdoğan bu manevra ile en açık mesajı CHP’nin Alevi, özellikle de Kürt-Alevi olan tabanına vermiş oldu. Başbakan bu kesime gayet net bir dille ”Bakın sizi katledenler, sizin kurtarıcı olarak gördüklerinizdir. Destek verdiğiniz parti, Dersim katliamı sırasında devleti yöneten partiydi. Bu parti bu gün hala da size karşı yapılmış bir katliama karşı çıkmıyor, sizi değil, onu yapanları savunuyor,” diye seslenmiş oldu.
Başbakanın tutumunda bir haksızlık var mı? Hayır! Kendi açısından yerden göğe kadar haklıdır o. Hem haklı hem de çok başarılı! Bu başarıyı, CHP’nin, başına darbe almış sersem tavuk gibi ne yaptığını bilemez halde çırpınışlarına bakarak da anlayabiliriz.
Erdoğan’ın ikinci hesabının ise Kürtlere yönelik olduğunu düşünmek için yeterli neden var sanıyorum.
Dersim’in bu şekilde gündeme gelmesi, KCK Operasyonları adı altında estirilen terör dalgasının azgınlaştığı ve bir döneme rastlıyor. Kürt halkını rahatsız eden ve ondan da öte endişelendiren söz konusu gelişmeler yaşanırken yapılan bu çıkışı, Kürtlere yönelik bir sempati toplama gösterisi olarak algılamak yanlış olmaz.
Ayrıca, Dersim soykırımının gündemin başına oturması, iktidarın Van Deprem’inin yaralarını sarmadaki skandal tutumunu da bir süre için kamuoyunun gözünden uzaklaştırmış oldu.
Türk entelektüellerinin içler acısı hali
Dersim’le ilgili tartışmalar sürerken, Türk entelektüel çevrelerinin değerlendirmelerinde açık bir kaos hali ortaya çıktı. Bu konuda bilgi sahibi olmayanlar, yarım-yamalak bilgilerle vaziyeti idare etmeye çalışanlar gibi, göz göre göre gerçekleri çarpıtan ve yapılanları doğru bulanlar da oldu.
Adını koymak gerekirse, olayla ilgili olarak ciddi bir bilgi kirliliği yaşanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde soykırımlar dâhil, Kürt halkına uygulanan zulme kulp takmayı iş edinmiş kemalistleri bir kenara bırakalım, değişimden, yenileşme ve yüzleşmeden bahseden çevrelerde bile var olan bu bilgisizliği nasıl açıklamalı?
Türk entelektüel kesimi, on yılarca kendi tarihini sağlıklı analiz etme ve bundan sonuçlara varma çabasından ısrarla kaçındı, tabiri caizse tabulara biat etmekte kusur göstermedi. Tarihi olayları sistemin çizdiği sınırlar çerçevesinde ele alma ve resmi tezgâhtan çıkmış kalıpları tekrarlama şeklindeki aynı alışkanlık, eskisi ölçüsünde olmasa da günümüzde hala güçlü bir gelenek olarak yaşıyor.
Yine bunun bir sonucu olarak Türk entelektüelleri için kısa bir dönem öncesine kadar ne Kürt vardı ne de Kürt sorunu. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Kürtlerle devlet arasında yaşanan olaylar, bir yandan Kürt feodallerinin reformlara karşı çıkması bir yandan da Türkiye’yi güçten düşürmek isteyen emperyalist güçlerin kışkırtmaları sonucu meydana gelen olaylardı. Üstelik dış güçler bu gün hala da aynı oyunu oynamaya devam ediyorlardı. Anlayacağınız resmi tezin buyruğu böyleydi, onlar da böyle söyleye geldiler.
Silahlı mücadelenin de etkisi ile Kürt sorunu yakıcı bir tarzda yeniden eşikten içeriye adım atınca, Türk entelektüelleri oldukça hazırlıksız yakalandılar. Son 15-20 yıl içerisinde epey mesafe alındı ama bilgi bakımından donanımsızlık halen önemli ölçüde devam ediyor.
Elbet bir ülke entelektüellerinin yakın tarihleri ile ilgili olarak bile bu ölçüde bilgisiz ve ilgisiz olmaları, kendileri bakımından hazindir ama ne yapalım ki gerçek de başka türlü değil.
Beri taraftan, Dersim soykırımı üzerine başlayan tartışmalar, birçok taşı yerinden oynatabilecek güce sahip gibi gözüküyor. Türk toplumu bakımından bir dönemin üzerini örtmüş olan sis perdesi hızlı bir şekilde dağılmaya başladı. ”Atatürk’ün bu işten haberi var mıydı?” türünden komik sorular giderek daha az soruluyor artık. Açık ifade edilmese de, onun, bu ve benzeri olayların birinci dereceden sorumlusu olduğu kanısı toplumda giderek yaygınlaşıyor.
Soykırım Neden yapıldı?
Dersim 1937-38 soykırımının nedenleri ile ilgili olarak söylenebilecek şeyleri, bu soykırımı yapanların kendileri hiç bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde ifade etmişler. Dönemin devlet yöneticileri tarafından hazırlanan rapor ve öteki belgelerde, sürekli olarak vurgulanan ve bir tehlike olarak görülen, Dersim’in Kürtlüğüdür.
Diyeleim ki Müfettiş Hamdi Bey, TBMM Başkanı Abdulhaluk Renda, Başbakan İsmet İnönü, Başbakan Celal Bayar, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, General Kazım Karabekir, Erzincan Valisi Ali Kemal bu çerçevede rapor hazırlayan veya başka türden çalışmalar yapanlar arasında ilk akla gelenlerdir. Hedef, Dersim halkıydı; onun dili, kültürü, kimliği ve dini inancıydı.
Üstelik, TC’nin o yıllardaki yöneticileri, sadece her fırsatta bunu vurgulamakla da yetinmemiş, alınması gereken önlemleri peş peşe sıralamış, ona uygun şekilde kararlar almış, yasalar çıkartmış, öteki hazırlıkları sürdürmüşler. Açıkçası, 1937-38 yıllarında Dersim’de yaşanlar, on yıldan fazla bir sürede hazırlıkları yapılmış olan planlı, programlı bir devlet operasyonuydu.
Genelkurmay Başkanlığına ait aşağıdaki paragraflarda, böyle bir kararın 1926 yılında alındığı açıkça ifade ediliyor:
"Cumhuriyetin ilanını takip eden senelerde özellikle Şeyh Sait ayaklanmasından sonra, diğer doğu illeri ile beraber Dersim de önemle dikkate alınmış ve kesin ıslahat esaslarının tesbiti için incelenmesine başlanmıştı...
"Keza; Genel Kurmay Başkanlığı da bu mesele üzerinde büyük bir ilgi ile durmuş ve muhtelif teşekküllerden aldığı raporları değerlendirmek sureti ile Dersim ıslahatının zaruri olduğu kanısına varmıştı.
Neticede; Dersim'in ıslahı esasları tesbit edildi ve bu keyfiyet uzunca vadeli bir programa bağlandı." (Genel Kurmay Başk. Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar, Harp Tarihi Yayınları, 1972, s. 373)
Yine 1934 yılında Trabzon’da dinlemekte olan Mustafa Kemal’in de Dersim’de yapılacak askeri harekat üzerinde çalışmalar yaptığı, krokiler hazırladığı, müzelerde duran kendisine ait el yazmalarından da anlaşılıyor.
Kaldı ki 1937 yılına gelindiğinde, böyle bir eylemin gerçekleşebilmesi için gerekli yasal zemin de hazırdı. Örneğin, Dersim’den sürgünler, 1934 tarihli 2510 Sayılı Kanuna göre gerçekleştirildi. 1935 yılında çıkartılan ”Tunceli Kanunu” bir soykırım için gerekli bütün yetkileri uygulayıcılara veren bir yasaydı. Sıkıyönetim 1936 yılında ilan edildi. Yollar, kışlalar ve karakollar yıllarca öncesinden başlanarak yapıldı. Üç kolordunun Dersimi çembere alması bir kaç günün işi değildi. Bu, hazırlıkları ayları, bazı alanlarda ise yılları alan bir adımdı. Askeri birliklerin Dersim içlerine doğru harekete geçişleri 4 Mayıs 1937 günü alınan Bakanlar Kurulu kararına göre başladı ki bu toplantı Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın katılması ve bizzat Mustafa Kemal’in başkanlık etmesiyle gerçekleşmişti.
Dersim’de İsyan var mıydı?
Kamuoyundaki süregelen tartışmalarda ”Dersim’de isyan var mıydı, yok muydu?” tartışmasının önemli bir yer tuttuğunu görmekteyiz. Sözü uzatmadan hemen belirteyim ki Dersim’de isyan yoktu. Geçmişte ben de dahil, konu ile ilgilenen bir çoğumuz bu ve benzeri terimleri her hangi bir irdelemeye tabı tutmadan kullandık. Bu, o günkü koşullarda, o ana kadar genellikle kullanılmış olan moda terimleri tekrarlama alışkanlığının bir sonucuydu. Bu gün açığa çıkan bilgi ve belgeler, bölgede o tarihlerde bir isyanın söz konusu olmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Beri taraftan bir isyan olsa bile bu, 1937-38 yıllarında yapılanların haklılığını ortaya koymaz. Hiç bir gerekçe hiç kimseye, ezici çoğunluğunu çocuk ve bebeklerin oluşturduğu suçsuz insanları öldürme hakkını vermez. Bir değil, on isyan da olsa, böyle bir davranışın meşruluğu savunulamaz.
Gerçek bir özür nasıl olur ya da olmalı?
Yazının girişinde de değinildiği gibi TC Devletinin Başbakanı olarak Erdoğan’ın özür dilemesi başlı başına önemli olmakla birlikte iki nedenle yeterli değil.
1) 1937-38 soykırımı, devlet içersindeki belli kesimlerin ya da “bölgedeki kimi kötü niyetli kişilerin” değil, bizzat devletin bir eylemiydi. Dolayısıyla de soykırımın asıl sorumlusu devlet, kişisel planda ise onu yönetenlerdi. Nitekim Celal Bayar’ın kendisi de bunu oldukça açık bir tarzda dile getirmekte sakınca görmüyor:
" Şimdi Mareşal, Erkan-ı Harbiye reisi (Genel Kurmay Başkanı), ben Başvekilim.
Atatürk Malum… Üçümüz Dersimde yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada. Ordunun emniyeti bakımından stratreji ne olmalıdır? Onu görüşüyoruz... Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlike olacağını görüşüyorlardı...
O sırada biz konuşurken Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk.
Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun Bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum Efendim bana hitap edişinizin manasını’ dedim.
Atatürk ; ‘sorumluluğunu üzerime alıyorum, vuracağız Dersimi’ dedi.
Ve vurduk.’’ (Kurtul Altuğ- C.Bayar Anlatıyor. Tercüman Gazetesi, 17 Eylül 1986. Aktaran M. Kalman Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, Nûjen Yayınları, 1995, İstanbul, s. 354)
Öte yandan, hükümet yürütme organıdır, yani devlet aygıtının ayaklarından bir tanesi. Bu nedenle de Başbakanın özrü fiili olarak devlet adına değil, yürütme adına yapılmış sayılır. Asıl yapılması gereken, parlamentonun konuyu gündemine alıp karara bağlaması, devlet başkanının da bu çerçevede devlet adına özür dilemesidir.
Beri taraftan, özrün gerçekten de özür olarak kabul görebilmesi için, devletin ona neden olan politikasını temelden değişmesi gerekir. Eğer siz 1937-38 Dersim soykırımına yol açan politikayı aynen devam ettiriyorsanız, diğer bir deyişle bu halkın dil, kültür, kimlik ve dini inançtan kaynaklanan temel haklarına saygı göstermiyor, tersine asimilasyon politikasına devam ediyorsanız, operasyonları sürüdürüyorsanız, buna bağlı olarak uçaklarınız, tanklarınız ve toplarınız dağı taşı bombalamaya devam ediyorsa, bölgeyi açlığa mahkum eden ekonomi politikasını terk etmemişseniz, barajlar örneğinde olduğu gibi doğayı tahrip ederek o halkın ülkesini yaşanamaz hale getiriyorsanız, dilediğiniz özür, göstermelik bir günah çıkartma işi olmaktan öteye gitmez.
Bu da yetmez; soykırımdan geriye kalan mağdurlara, konuya ilişkin uluslararası hukuk kurallarına göre yapılması gereken ne ise, o da yapılmalıdır.
Kemalist Alevilerin acınacak hali
Şu trajik ve tabi aynı zamanda komik duruma bakın! Meydanda bir sahne var. Şahnenin bir tarafında Alevilerin yılardır şeriatı getirir diye yerden yere vurdukları Erdoğan var öteki tarafında ise yine aynı Alevilerin kurtarıcı gözü ile baktıkları ve destekledikleri Kılıçdaroğlu..
Sünni Erdoğan, dünyanın gözlerinin içine baka baka devletin 1937-38 yıllarında Dersim’de katliam yaptığını söyler ve bundan ötürü özür dilerken, Dersimli Alevi Kılıçdaroğlu katliama uğramış olan kendi halkını değil, katilleri kurtarma savaşı veriyor. Bu yüzden, elinden gelse Erdoğan’ı bir kaşık suda boğacak nerdeyse.
Tabloya baktıkça demagoji şampiyonu Demirel’in sık sık kullandığı bir söz aklıma geliyor. Demirel, özellikle de basın mensuplarıyla yüz yüze geldiğinde, “Nassınız, eyi misiniz çocukla..?” derdi.
Şimdi aynı soruyu Alevilerin, oldum olası kemalizmin kuyruğuna yapışmaktan kurtulamayan kesimine sormanın tam zamanıdır: “Nassınız eyi misiniz sevgili kemalist Aleviler? Ne hale düştüğünüzün farkında mısınız?”
Yıllardır, kiminiz korkudan, kiminiz bilgisizlikten, kiminiz ise çıkarcı amaçlarla “Atatürk ile Mareşal Fevzi Çakmak’ın Dersim’de yaşananlardan haberi yoktu” yalanı ile kitleyi oyaladınız!
Tarihte Alevi katliamları üzerine yazıp çizenleriniz bile sıra Mustafa Kemal döneminde yapılanlara gelince dut yemiş bülbüle döndüler! O noktada bu zevatın ne tarihçiliği kaldı, ne “bilim adamlığı”, ne de demokratlığı.
Kerbala için gözyaşı döken “yanık yüreklileriniz,” 1937’de “evladı Kerbelayız” diye idam sehpasına giden büyük insan Sey Rıza ve onun gibilerine yapılanlar karşısında hep sus-pus oldu! Hatta bir çoğunuz, “Dersim’de haydutluk vardı, isyan etmişlerdi, ne yapsın devlet!” gibisinden gerekçelerle bu insanlık trajedisini savundu.
Sözüm ona Alevilerin sorunlarını çözmek üzere kurulmuş Koca koca örgütleriniz, Dersim katillerinin fotoğraflarını asmaktan, onların gölgesinde ibadet etmekten geri kalmadılar!
Aynı örgütleriniz, fincancı katırlarını ürkütmemek için, Türkçe dışındaki dillerden Alevi ibadetine nerdeyse ambargo koydular, bu ibadeti tek dile indirgediler. Cem adına cem ile ilgisi olmayan garip seramoniler peyda ettiler! En başta da Dersimli Alevi evliyalarının adlarını bile anmaktan kaçındılar, hala da kaçınmaya devam ediyorlar. Yine Arap Aleviliği akıllarına bile gelmedi.
Kısacası, kiminiz utangaçça, kiminiz ise açık şekilde Türk-İslam sentezinin hizmetinde oldunuz. İçinizde, MHP’ye oy vermenizi isteyen “dedeleri” baş tacı edenler hala var. Kendinize ait olana sahip çıkmak yerine, başkalarına benzemeye o kadar çabaladınız ki Hz. Muhammed’i bile “cem ibadetinize” dâhil edecek kadar iftiracılığa başvurdunuz.
Haksızlığa ve zulme karşı mücadele, Alevi tarihinin temel bir özelliği iken, sizler, zalimlerin kuyruğundan kopmadınız, içinizden darbe peşinden koşanlara bel bağlayanlar hiç de azımsanamayacak bir sayıya ulaştı. CHP ile ilişkileriniz de bunun açık bir örneği değil mi? Bakın, CHP Ergenekon Davası sanıklarına bütün gücüyle sahip çıkıyor, hatta onlara yapılanları kendisine yapılmış sayıyor ve bu yüzden AKP hükümetine ateş püskürtüyor. Ama aynı CHP, KCK davası adı altında Kürt halkına karşı uygulanan politik soykırımda hükümetle kol koladır, ona tam destek sunuyor.
Açık konuşmak gerekirse sevgili Aleviler; tablo sizin acınızdan hiç de iç açıcı değil!
Ama yine de her şey bitmiş değil, bu duruma son vermek elinizdedir. Çünkü Alevilerin, kendi inanç değerlerine sahip çıkan, bu inanca mensup değişik halklar arasında eşitliği savunan, yurtsever, demokrat ve ilerici saflarda yer alan önemli bir kesimi daha var. Bu, sözünü ettiğimiz Alevi kitlenin, karşı karşıya bulunduğu yanılgılardan kurtularak gerçeğe dönmesi için koşulları elverişli hale getiren bir avantajdır.
Bu alanda yapılması gerek ilk iş, kemalizmin kuyrukçuluğundan kurtulmaktır. Çünkü bu gün şikâyetçi olduğunuz politikanın mimarı, bu devleti kuran kadrolardan başkası değil. Onların ilkelerine sahip çıkarak, politikalarını savunarak Alevilerin sorunları çözüme kavuşmaz.
Hayali dostlar ya da kurtarıcılar aramaya gerek yok. Alevilerin politik mevzilenmedeki yeri, Kürt yurtseverleri ile demokrasi ve insan hakları mücadelesi veren güçlerin yanıdır. Aynı zehirli bitkinin iki ayrı parçası olan sistem partileri arasında gelip gitmenin bir işe yaramadığını görebilmek için daha nelerin olması gerekir!
Yıllarca önce, 1937-38 soykırımı üzerine konuştuğum görgü tanığı bir Dersimli “Umarım gün gelir, Sey Rıza’nın bedduası tutar, her kes yaptığının hesabını verir,” demişti. Bence o gün geldi, Sey Rıza’nın bedduası tuttu ve cin şişeden çıktı. Bundan sonraki hesapları buna göre yapmakta yarar var.
Dersimliler ne yapmalı?
Son bir kaç yıldır, Dersim jenosidinin uluslararası mahkemelere götürülmesi yönünde çalışmalar yapılıyor ve konu ile ilgili belli bir mesafe de alınmış durumdadır. Bu çalışmaya, bundan böyle daha planlı-programlı ve daha hızlı bir şekilde sarılmak ve devam ettirmek gerekir.
Beri taraftan 1937-38 başka şekillerde bu gün hala da devam ediyor. Kürt halkının tamamı gibi, Dersimlilerin de çok inceden inceye hesaplanmış sistematik bir asimilasyon politikası ile yüz yüze bulundukları açıktır. Yöre halkımızın dili, kimliği ve kültürü kaybolma sınırına gelmiş bulunuyor. Dini inanç bakımından da durum farklı değil. Üstelik dine yönelik asimilasyoncu uygulamalar, sadece devletten kaynaklanan politikanın bir sonucu değil, kimi Dersimlilerin çabaları da buna katkı sunuyor. Uzağa gitmeye gerek yok, bizzat Dersim’de faaliyet gösteren cemevlerine uğrayanlar, bu gerçeği çıplak gözle görmekte zorlanmazlar. Sözüm ona Dersimlilere hizmet sunmak amacı ile kurulmuş bu yerlerde, Dersim halkının dilinden (Kurmancca ya da Kırmancca) bir tek sözcük bulamazsınız. Dersimlilerin kendi dilleriyle yaptıkları dualardan eser yok. Dersim evliyalarının; yani Bamasûr’un, Ağuçan’ın, Sey Sovın’ın, Derweş Cemal’in, Dewrês Gewr’in, Sarı Saltuk’un, Kurêş’in, Bava Duzgın’ın, Mizur Bava’nın ve Six Hesen’in bir tek figürüne ya da temsili portresine rastlamak mümkün değil. Bunlarla ilgili efsaneler, söylenceler, bir nevi sansüre tabidir.
Üyelerinin tamamına yakını Dersim ve çevre bölgelerden gelen Kürt Alevilerin oluşturduğu, başka yerlerdeki kültür merkezlerine gidiyorsunuz; karşılaştığınız manzara aynıdır.
Yapılan cemlerin hemen hemen tamamı, Dersim’in, Erzincan’ın, Erzurum, Malatya ve Maraş’ın geleneksel cemlerine benzerlik göstermiyorlar. Bu bakımdan, kimi Alevilerin bunları “Naylon Cemler” olarak adlandırmaları haksız sayılmaz.
O halde yapılacak şey bellidir. Bunun için, gerçekte bir halk deyişi olan ama daha çok Dersimli mürşid Sey Qazi’ye mal edilen şu sözlerin esas alınmasını öneririm: “Her vaş koka xo ser o royeno, her teyr bi perranê xo fırdano”(Her ot kendi kökü üzerinde yeşerir, her kuş kendi kanadıyla uçar).
Dersim halkı bakımından da işe bu noktadan başlamak gerekir kanısındayım. Dersimlilerin, bir bütün olarak asimilasyona karşı büyük bir silkinişi, büyük bir ayağa kalkışı gerçekleştirmeleri, kendi değerlerine sahip çıkmaları gerekiyor. Doğanın korunması, bölgede gelişmeyi sağlayacak ekonomik ve sosyal adımların bir an önce atılmasını sağlamak bakımından da durum farklı değil.
Bütün bunlar nasıl olur? Bunun için bir reçete sunmak istemem. Yapılacak ilk iş, her kesin, her kurum ve kuruluşun, konuyu gündemine alması, tartışması ve gerekliliğine kendisini inandırması gerekir. Bu sağlandı mı arkası adım adım gelir.
Berlin, 09.12.2011