SORGUDA - VII
Kürt olmak, Kürdistan’da yaşamak hep zorlu olmuştur; coğrafyadan dolayı, en çok da işgalcilerin çarpışma, çatışma sahası olmasından, özellikle egemen ulus rejimlerinin baskıcı, inkârcı, aşağılayıcı uygulamalarından dolayı Kürt olmak, Kürdistan’da yaşamak gerçekten zor olmuştur. Kürtler, hiç bir zaman kendileri olma fırsatını bulamamışlar. Hele Kürtlüğünün bilincindeyse, çevrede neler olup bittiğinin farkındaysa çok daha zorlu bir yaşamı olur insanın. Haydi, diyelim ki babalarımızın, dedelerimizin yaşadıklarını bir kenara bıraktık. Kendimden örnek verecek olursam: Çocukken annem bizi susturmak için “Asker geldi!” derdi. Gençlik yıllarım sıkıyönetimler altında geçti. Örneğin, 12 Eylül darbesinde Kuzey Kürdistan ve özellikle Diyarbekır baştanbaşa kışlaydı; cehennem gibiydi günler, geceler. Doksanlı yıllar deseniz, ateşler içindeydik. Her taraf ölüm; herkes bir taraftan öldürüyordu…
Son yıllarda, arka arkaya gözaltılar, işkence süreçleri. Yine gördüklerim, yaşadıklarım, artık kaldıracak takatim kalmadı. Hele tüm arşivimi; yazınsal çalışmalarımı, kitap, gazete ve dergilerimi almaları beni çok etkiledi. Düşünebiliyor musunuz, 1995’ten bu yana gizli gizli büyük emek vererek yazdığım yazılarımı aldılar benden. Yazılarım önemliydi; yok olmayla yüz yüze olan Zazakî Kürtçesinde derlediğim birçok masal, deyim, atasözü, bilmece vs. folklorik eserler, define değerindeydi. Elbette makalelerim, şiir dosyam, öykülerim de çok değerliydi. Birçoğu ilk göz ağrımdı…
Sadece ruhsal değil fiziksel olarak da çok kötü durumdaydım. Örneğin, gözaltı sürecinden birkaç gün sonra aileyi ilgilendiren bir konu için iki günlüğüne İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Otobüsle yaptığım uzun yolculuklarda bile hiç uyumayan ben, Diyarbekır’den Harem Terminali’ne kadar otobüsün arka koltuğunda uyuyarak gittim. Üzerimi battaniyeyle örten tanıdık otobüs şoförleri, ölmüş olabileceğimden korkarak muavine defalarca kontrol ettirmişler beni.
Gözaltı sürecinden hemen sonra, arkadaşların tavsiyesiyle TİHV Diyarbekır şubesine başvurdum. Herhangi bir faydasının olduğuna inanmıyorum ama iki yıl boyunca bir sürü psikiyatrik ilaç kullandım. Tam emin değilim ama bence o keskin ilaçların yan etkisinin bünyeme, vücuduma verdiği zarar tedaviden çok daha fazlaydı. Her ne olursa olsun, TİHV Diyarbekır şubesine bakan sevgili Dr. Mehmed Emin Yüksel kardeşime şefkat dolu yakın ilgisinden dolayı teşekkür ediyorum.
Aslında bu travma durumunda daha önceki göz altıların etkisi de vardı. Örneğin, 1996’daki ilk işkence sürecinden sonra uzun zaman kendime gelememiştim. Gözaltında olup bitenleri derinlikli düşündüm; özellikle işkence sürecini, oradaki her bir hareket ve davranışın anlamını, arka planını, boyutlarını, işkenceye uğrayanların üzerinde bıraktığı etkileri etraflıca düşündüm durdum. Bunları düşünmek çok yorucuydu, öyle ki bazen dizlerimde derman kalmazdı.
Kimi olaylara sonradan dönüp baktığımızda, olduğundan çok daha kapsamlı bir etkiye sahip oldukları görülür. İşte bu ilk gözaltı süreci de benim için bir dönüm noktası olmuştu. Çünkü hayatımı değiştiren çok tuhaf gelişmelere kaynaklık etti. Örneğin, öncesinde beni çok sevdiğini saydığını söyleyen kişiler, gözaltı sürecinden sonra selamı sabahı aniden kesiverdiler. Sokakta uzaktan beni gördüklerinde yolunu çevirdiler. Mesele şuydu, mimlendiğime, takipte olduğuma inanıyorlardı, eğer eskisi gibi yakın dursalar, onların da takibe alınma ihtimali olduğunu düşünüyorlardı. Başları belaya girmesin diye, savunma refleksiyle uzaklaştılar.
Ama öte yandan, daha önce selamlaşmadığım, pek tanımadığım kişiler bana ilgi göstermeye başladı. Bunlar, daha çok siyasetle uğraşanlar ve parti çevresiydi. Doğrusu, genel olarak siyasi kişiliklere kanım kaynamaz, onları samimi bulmam ama Kürt siyasetçileri daha bir başkadır. Hepsi olmasa da önemli bir kesimi Stalinist ahlaka sahip, insan yetiştirmekten çok insanları harcayan, emek vermekten çok emeği inkâr eden, özgürlükten bahseden ama aslında birbirlerini ezen kişilerdir. Özellikle Kuzey Kürdistan’da, sol tandanstan, Türk solundan etkilenen Kürt siyasileri “kurucu” olmaktan çok uzaktırlar. “Kurtarıcılık” yanılsamasıyla ideolojik olarak Kürt olsalar da aslında pratikte Türkleşmeye doğru gidiyorlar. Belki bu şekilde ifade edemesem de bunları o zamanlar da biliyordum ama nasıl olduğunu pek anlamadan, gözaltı sürecinden sonra bir baktım ki Halkın Demokrasi Partisi’nde yönetici olmuşum. Galiba ısrarcı bir şekilde teklif ettiler ben de kıramadım onları.
Partide siyaset yaptığım falan yoktu, daha çok kültürel, edebi ve sanatsal faaliyetlerle uğraşıyordum. Genel hayatımda olduğu gibi orda da Kürtçenin Zazakî ve Kurmancî lehçeleriyle konuşurdum hep. Öyle bir imajım oluşmuştu ki sanki hiç Türkçe bilmiyorum gibi aralarında Türkçe konuşanlar veya sürekli Türkçe konuşanlar bile benimle Kürtçe konuşmak zorunda kalıyordu. Kürtçe konuşmam, kültür, edebiyat ve sanatla uğraşmam, Kürt ve Kürdistan davasına vurgu yapmam halk kitlesi ve kimi dürüst yönetici arkadaşlar tarafından çok sıcak karşılanıyordu. Ama kimi yöneticilerle de mesafeli duruyorduk.
Doğrusu, siyasetle aramızda iflah olmaz çelişkiler vardı. Öyle ki gündüz gözüyle benim ak gördüğüme onlar kara diyebiliyordu. Gördüklerimden, yaşadıklarımdan dolayı büyük hayal kırıklığı yaşadım. Her şeyi bırakıp geri çekildim. Başka türlü yapamazdım; aralarında kalarak bir şeyleri, birilerini düzeltemezdim. Görünmeyen bir akılla yönetilen belli bir sistem vardı. İçine girince çarkları arasında dönmekten başka şansın yoktu. Örneğin, eleştiri vardı, hatta gereğinden fazlaydı ama bu, sadece kişilerle sınırlıydı. Yani yönetici arkadaşlarını istediğin kadar eleştirebilirdin, hatta haksız yere eleştirebilirdin ama sadece bu kadar. Lider kültü ve hazırlanmış olan bir politikayı sadece kutsamak, özümsemek, uygulamak ve bu yönde yeniden üretmek için değerlendirme yapabilirdin.
Siyasetten çabuk soğudum ve geri çekildim. O zamanlar, Diyarbekır gibi bir yerde, genel olarak topluma baktığımda üç kategori görüyordum: devlet gücünü oluşturan kesim, sıradan halk ve siyasallaşmış çevre. Devlet gücünün bize yönelik bakışı, yaptıkları ortadaydı. Halk kesimini ise, gözaltı sürecinden sonra gördüm. Siyasallaşmış kesim de işte buydu!
Aslında kuşkulu veya karanlık bulduğum anlatamayacağım çok şey var. Kısacası gördüklerimden dolayı insanlara kuşkuyla bakmaya başladım. Kenara çekildim. İçimdeki dağın bir kayasına tünedim ve insanların gerçekte ne olduklarını daha iyi anlamak için seyre daldım onları. Bu şöyle oluyordu, işyerim bir kavşaktaydı. Her gün on dört, on beş saat tek başıma orada kalırdım. Camekânın arkasına kurulur (camın yansımasından dolayı onlar beni görmüyordu), saatlerce gelen giden insanların yüzüne dalardım; vücut şekillerine, yürüyüş biçimlerine bakardım. Eğer müşteri olarak diyalogumuz olsaydı ses tonları, konuşma biçimleri, genel olarak hal-hareket ve davranışlarına dikkat kesilirdim. Böylece insanları görünen yönleriyle değil de “bir bütün” olarak görüyordum artık. Bütün derken, dış yapısı, şekli, siması, iç dünyası, karakteri, mizacı, davranış ve eğilimleri, anlayışı, haleti ruhiyesi vs. Hatta el, burun, dudak, çene, ense şekilleri, dişleri bile dikkatimi çekerdi. Bunlara bir bütün olarak bakıp bir yargıya varıyordum kendimce. Göründüklerinden çok farklıydı insanlar aslında. İç dünyalarını görmek için gözlerine değil de gözlerinin içine, derinliklerine bakıyordum. Ama insanları böyle görmek, iç dünyalarını hissetmek aslında korkunç bir şeydir. Bunu asla tavsiye etmem.
İnsanları seyretmekten yorulunca, ya okuyordum ya da yazıyordum. Kuşkusuz eskiden de çok kitap okurdum ama nasıl ki artık insanlara farklı bakmaya başladıysam aynen öyle okurken kitapları da farklı okumaya başladım. Bir öykü veya romanı okurken, elbette ilk başta konusuna temaya bakardım ama artık görünmeyen boyutları ilgimi çekmeye başladı. Yazarın, bu eseri üretmedeki asıl derdi nedir, neden yazdı, hangi mesajı vermek için, insanları ne yönde etkilemek için bunu yazmış olabilir. İşte yazarken biçim, dil kullanımı vs. eserin farklı katmanlarına odaklandım. Ve kitap okuduğum gibi insanları okumaya, insanlara baktığım gibi kitaplara bakmaya başladım. İşin acı tarafı, kitap okurken nasıl büyük haz alıyorduysam insanlara baktığımda ise o kadar acı duyuyordum.
Zamanımın çoğunu okuyarak ya da yazarak geçiriyordum. Kürtçe yazdığımdan dolayı elbette gizli yazıyordum ve hatta gizli okuyordum. Okuduğum Kürtçe kitap veya dergileri gazeteyle kaplayarak okuyordum. Ama ne kadar gizlersem gizleyeyim yine insanlar bir şeylerle uğraştığımı anlıyordu. Sonuçta herkese açık bir işyeriydi ve günde en az yüz müşteriyle muhatap oluyordum. Mutlaka Emniyet İstihbaratın, Askeri İstihbaratın dikkatini çekmiş olmalıyım. Örneğin, 1997 yılında, bir keresinde Huzurevleri semtinden minibüsle Bağlar semtine gidiyordum. Minibüste, iki kişilik koltuklardan birine camın kenarında oturmuştum. Aklıma bir şiir mısrası geldi, unutmayayım diye cebimdeki küçük not defterime yazdım. Bağlar dört yolunda minibüsten indim, şöyle on adım kadar gitmiştim ki birden birisi sanki arkadaşımmış gibi koluma girdi. Baktım, tanımadım. “Polis, polis!” dedi ve kolumu sıkıca kavradı. Duraksadım, “Ne oluyor, ne istiyorsun?” dedim. Ayak diretince, baktım başka biri de koluma yapıştı. Hemen yanımızdaki kapısı açık olan hazır tavuk satan dükkâna soktular beni. İşyeri sahibini dışarı çıkardılar, beni büyük buzdolabının arkasına aldılar. Kimliğimden önce cebimdeki not defterini çıkardılar.
Defterimi nasıl fark etmiştiler, bilemiyorum. Minibüste yanımda oturan sivil polis veya ajan mıydı? Yoksa ayakta bekleyenlerden biri mi ajandı? Hiçbir fikrim yok. Ama iyi ki yazdığım o mısradan başka hiçbir şey yoktu defterimde. “Nedir bu?” diye sorduklarında “Öylesine aklıma geldi. Hoşuma gitti. Unutmayayım diye yazdım işte” dedim. Yemin billâh ederek “Başka hiç bir anlamı olmadığını” söyledim. Ama yine de buzdolabının arkasında dayak yemekten, nerdeyse bayılana kadar boğazımın sıkılmasından kendimi kurtaramadım.
Aslında benimki çevremdeki birçok insanın yaşadıklarının yanında tüy kadar hafif kalır belki. Ama günde sekiz, on insanın vahşice öldürüldüğü bir yerde insanın kendini koruması Sırat köprüsünden geçmek gibi bir şeydi. Biz Kürtlerin bir lafıyla söyleyecek olursam, demek ki hala yiyeceğim bir lokma ekmeğim varmış ki bugünlere gelebildik.