Türkiye’de Üniversite
Üniversite bilimin üretildiği bir alandır. Bilim, şüphesiz başka kurumlarda da üretilir. Ama, üniversitenin bu konuda birinci planda yer aldığı şüphesizdir.
Bilim hangi ortamlarda üretilir? Bilimi üretecek ortam nasıl oluşur? Bu ortamı oluşturmanın temel koşullar nelerdir? Bilim, ifade özgürlüğünün yaşam bulduğu, özgür eleştiri kurumunun dinamik bir şekilde işlediği ortamlarda üretilir. İfade özgürlüğü temel koşuludur. Bu hem gerekli koşuldur, hem de kanımca, yeterli bir koşuldur.
Rektör seçimi/tayini, dekanların seçimi/tayini, bölüm başkanlıklarının durumu gibi konular teknik konulardır. Eğer bir toplumda, ifade özgürlüğü, özgür eleştiri, dinamik bir şekilde yaşanıyorsa, örneğin rektörün üniversite öğretim üyeleri tarafından seçimiyle, mütevelli heyeti üyeleri tarafından seçimi/tayini, veya siyasal iktidar tarafından tayini arasında büyük bir fark yoktur.
‘Bilim özgürlüğü’, ‘üniversite muhtariyeti’, ‘üniversite özerkliği’ gibi kavramlar kullanılıyor. Eğer ifade özgürlüğü yoksa, sınırlıysa bunlarını hiçbiri gerçekleşemez. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri elbette, tüm toplum içindir. Anayasada açık bir şekilde, ‘fakat’sız, ‘ama’sız yazılı olmalıdır. Sadece üniversite için ifade özgürlüğü, özgür eleştiri olmaz.
S.B.F. Hâdisesi ve İlim Hürriyeti
3 Kasım 1956 günü, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu 1956-1957 ders yılını açış konuşması yapmıştır. Konuşmasında, öğrencilere, “… asla nabza göre şerbet sunan, kötüye, zararlıya fetva veren birer sözde münevver olmayalım” demiştir. Bu konuşmasından dolayı, dekan Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu (1922-1988), 1 Aralık 1956 günü Milli Eğitim Bakanı tarafından bakanlık emrine alınmıştır. O dönemde Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı’dır.
S.B.F. Hâdisesi ve İlim Hürriyeti başlıklı kitap bu olayla ilgilidir. Kitapta, Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu’nun ders yılını açış konuşması, olayla ilgili belgeler, bazı hocaların istifa dilekçeleri, tebliğler, basında çıkan bazı yazılar yer almaktadır.
S.B.F. Hâdisesi ve İlim Hürriyeti kitabının, Ankara’da Yıldız Matbaası’nda basıldığı anlaşılmaktadır. Fakat hangi yılda basıldığı belli değildir. Sadece, kitabın kapağında ‘Derleyen: T.G’ şeklinde bir ibare vardır. Açıklanan görüşlerden, kitabın basım yılının 1957 olduğu kabul edilebilir. Bu 144 sahifelik küçükboy bir kitaptır.
Sözü edilen bu kitapta, Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, Ord. Prof. Dr. Abdullah Kemal Yörük, Ord. Prof. Dr. Ömer Celal Sarç, Prof. Dr. Ragıp Sarıca, Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı, Prof. Dr. Nusret Hızır, Prof. Dr. Haydar Arseven, Prof. Dr. Lütfü Duran, Prof. Dr. Muammer Aksoy gibi onlarca profesör bu olayla ilgili görüşlerini açıklamakta, ilim hürriyetine, üniversite muhtariyetine üniversite özerkliğine vurulan darbeden söz etmektedirler. Bu açıklamalarda ifade özgürlüğü sözü geçmemektedir. İfade özgürlüğünün gereği üzerinde durulmamaktadır. Üniversite, ifade özgürlüğünü insan hakları kurumlarının, insan hakları savunucularının işi saymaktadır. Üniversite, ifade özgürlüğü sınırlamasına, bazan tümüyle ortadan kalkmasına rağmen, üniversite muhtariyeti diyerek, üniversite özerkliği diyerek, bilim özgürlüğü diyerek kendisini özgür zannetmektedir. Halbuki, ifade özgürlüğü yoksa, sınırlıysa, İlim Hürriyetinin, üniversite muhtariyetinin, üniversite özerkliğinin gerçekleşmesi olanaklı değildir. İfade özgürlüğü elbette tüm toplum içindir. Bu anayasada garanti altında olmalıdır.
S.B.F. Hâdisesi ve İlim Hürriyeti kitabında olayla ilgili olarak basın mensuplarının, yazarların, siyaset adamlarının görüşlerine de yer verilmiştir. Bu görüşlerde de yukarıda sözü edilen kavramlar kullanılmakta ifade özgürlüğü kavramına yer verilmemektedir.
Üniversite için, bilim yöntemi için, bilimi üretmek için, ifade özgürlüğünün, özgür eleştirinin çok önemli bir koşul olduğunu ifade etmeye çalışıyoruz. Üniversite muhtariyeti, Üniversite özerkliği gibi kurumların hiç yeterli olmadığını ifade ediyoruz. İstediğiniz kadar Prof. Dr. unvanlarına sahip olun, eğer resmi ideolojiye aykırı bir görüş açıklıyorsanız, kendinizi karakolda, polis merkezinde bulabilirsiniz. Üniversite muhtariyeti gibi kurumlar sizi korumaz. Sizi ancak, ifade özgürlüğünün, özgür eleştirinin dinamik bir şekilde işlemesi baskıdan uzak tutar. Hocalar bu durumun bilincinde oldukları için otosansür yaparak baskı il karşılaşmamaya çalışmaktadır. Otosansürün ise düşünceyi körleştiren, beyni kötürümleştiren bir durum olduğu çok açıktır.
Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı’nın Bakanlık Emrine Alınması
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Profesörü Hüseyin Nail Kubalı (1903-1981) Demokrat Parti Hükümeti’nin çıkardığı bir yasa hakkında ‘anayasaya aykırıdır’ dediği için, Şubat 1958’de siyasal iktidar tarafından yani Demokrat Parti iktidarı tarafından görevden uzaklaştırılmıştır. Basının şiddetli tepkisi üzerine profesör Hüseyin Nail Kubalı, 8 Nisan 1958’de görevine iade edilmiştir. O yıllarda Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı’dır.
Bilim Olgusaldır
Bilim olgusaldır. Fen Bilimleri de Sosyal Bilimler de olgusaldır. Beşeri Bilimle, Hukuk gibi normatif Bilimler de olgusaldır. Olgu nedir? Olgu, evrende yer alan, doğrudan veya dolaylı olarak gözlenebilen her türlü oluşumdur. Bu oluşumlar, doğaya ait olabilir, topluma ait olabilir, insana ait olabilir. Örneğin, yağmur yağması, seller oluşması, yıldırım, şimşek çakması doğaya ilişkin olgulardır. Ülkelerini terketmeye çalışan, sınırlarda eziyet, cefa gören, hakarete uğrayan, bütün bunlara rağmen ülkelerini terketmek için ısrarla çaba harcayan insanlar… Bunlar da topluma ilişkin olgulardır.
Bir aile içinde ana-çocuk ilişkileri, baba-çocuk ilişkileri kardeşler arasındaki ilişkiler insana ilişkin olgulardır.
İnsanlar neden kitlesel örgütlere, hareketlere katılırlar, insanlar neden siyasal partilere üye olurlar vs. insana ve topluma ilişkin olgulardır. Bu olguların bilimin kavramlarıyla incelenmesı hem çok gereklidir hem de çok önemlidir.
Kürdler, Kürdçe, Kürdistan gibi sözcükler toplumsal, siyasal, kültürel olgulara işaret etmektedir. Bu olguların da bilimin kavramlarıyla incelenmesi değerlendirilmesi hem meşrudur hem de gereklidir hem de önemlidir.
Bilim olgusaldır, ama örneğin Din olgusal değildir. Müslümanlar akla uygun olmamasına rağmen dünyanın altı günde yaratıldığına inanırlar. Bu gözlenmesi, izlenmesi mümkün olmayan bir olaydır. Müslümanlar, ölümden sonra dirilmenin olacağını da söylerler. Bu da izlenmesi, gözlenmesi mümkün olmayan bir olaydır. Bunları vahiy olarak değerlendirmek gerekir. Bunlara inanılır ve inanışın gerekleri yapılır. Müslümanlar, savaşlarda meleklerin Müslüman ordulara yardım ettiğine, Mısır’dan kovulan Hz. Musa’ya ve taraftarlarına yol vermek için Kızıldeniz’in yarıldığına inanır. Bunlar olgu değil, vahiydir. Bunlara sadece inanılır. Bunlar, izlenebilen, gözlenebilen önermeler değildir.
Müslümanlar, Hz. İsa’nın ölüleri dirilttiğine, hastaları iyileştirdiğine, İsa’nın bakire bir kadından doğduğuna da inanırlar. Bunlar da şüphesiz olgusal değildir. Bunlar, izlenmesi, gözlenmesi mümkün olmayan önermelerdir. Bunları da vahiy olarak değerlendirmek gerekir.
Akademi Her Türlü Konuyu İnceleyebilir, Fakat…
Cumhuriyet’le birlikte, Reisicumhur Mustafa Kemal’in akademiye verdiği bir direktif vardır: Akademi her türlü konuyu inceleyebilir, Ama Kürdler, Ermeniler, Aleviler gibi konular bunu dışındadır. Bu direktifin sözlü olarak verildiği kanısındayım. Akademinin tavır ve davranışlarını dikkate alarak böyle bir değerlendirme yapmak mümkündür.
Bu yazının girişinde, ifade özgürlüğünün, bilim ortamı oluşturmanın, bilim üretmenin temel koşulu olduğunu vurgulamıştım. Türkiye’de ifade özgürlüğü her zaman sınırlı kalmıştır. Bu sınırlılık anayasalarda açıkça görülmektedir.
1924 Anayasası’nda İfade özgürlüğü ile ilgili bir madde yok. 77. Maddede, ‘basın kanun çerçevesinde serbesttir, şeklinde bir ifade var.
1961 Anayasası’nın 20. Maddesi, herkesin düşünce ve kanaat hürriyetine sahip olduğunu dile getirmektedir. 21. ve 22. Maddelerde de bu hürriyetin nasıl, hangi koşullarda sınırlanabileceği anlatılmaktadır.
1982 Anayasası’nın 25. Maddesi düşünce ve kanaat hürriyetini ifade etmektedir. 26. ve 27. Maddeler ise bu hürriyetin nasıl sınırlanabileceğini belirtmektedir.
İfade özgürlüğü, özellikle Sosyal Bilimler için, Beşeri Bilimler için, hukuk gibi Normatif Bilimler için çok gereklidir.
Bütün bu sınırlamaların neden yapıldığı, hangi konularla ilgili olarak yapıldığı, nasıl yapıldığı, uygulamanın nasıl gerçekleştiğinin incelenmesi de önemli olacaktır. Bütün bunların ötesinde, bazı risklerin, ceza tehdidinin, mağduriyetlerin göze alınmasının gerekli olduğunun vurgulaması da önemlidir. Bütün bunların bilim bilinciyle ilgili olduğu açıktır.
1933 Darülfunun’dan Üniversiteye Geçiş
Darülfunun 1846’da kurulmuştur. 1846’da lise seviyesinde bir okuldur. 1870’de, 1900’ de Avrupa üniversitelerini andırır bir şekil verilmeye gayret edilmiştir. 1933’de üniversiteye dönüştürülmüştür. Ozancan Özdemir, Üniversite Mezarlığı başlıklı yazısında Darülfunun’un 1863’de kurulduğunu belirtmektedir. (t24 1 Eylül 2024)
O dönemde Nazilerin baskısı sonucu, Alman üniversitelerindeki özellikle Yahudi hocalar, Almanya’yı terketmek, dünyanı dört bir yanına dağılmak zorunda kalmıştır. Bu hocaların büyük bir kısmı da Türkiye’ye gelmiş, Türk üniversitelerinde çalışmaya başlamışlardır. Bu hocaların katılımıyla 1933’de gerçek üniversitenin kurulduğu vurgulanmaktadır.
O dönemde, Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi gibi görüşler çok yaygındı. Darülfunun’nun 150 civarında hocası vardı. Bu hocalara müderris deniyordu. Bu hocaların en az üçte ikisi bu yeni görüşleri çok sıkı bir şekilde savunmadıkları, yeni görüşlere intibak edemedikleri görevlerinden uzaklaştırıldı. Ozancan Özdemir, yukarıda sözü edilen yazısında Darülfunun’un 240 hocası olduğunu, 1933’de bunlarından 157’nin görevlerine son verildiğini dile getirmektedir.
Almanya’dan gelen bu hocalarla gerçek üniversitenin kurulduğu vurgulanmaktadır. Bu, kanımca gerçeği aksettiren bir görüş değildir. Bu hocaların malumatı bol olabilir. Ama malumat başkadır, bilim yöntemi, ifade özgürlüğüne duyulan ihtiyaç başkadır. Bu hocalar bilim yöntemini getirmemişlerdir, ifade özgürlüğünü vurgulamamışlardır. Türkiye’deki üniversite düzenine egemen anlayışa aynen intibak etmişlerdir.
Örneğin, o dönemde, Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden Behice Boran, Niyazi Berkes, Mediha Berkes (Esenel), Pertev Naili Boratav gibi hocaların tasfiyesinde Almanya’dan gelen bu hocaların da rol aldıkları da söylenebilir. Solcu olarak suçlanan bu hocalarla ilgili olarak Almanya’dan gelen bu profesörlerin de gizli raporları olduğu söylenmektedir. O dönemde, Behice Boran ve arkadaşlarının 1942-1944 arasında Yurt ve Dünya, 1944-1945 yıllarında Adımlar diye anlandırılan dergiler yayımladığı sözü edilen hocaların o dergiler için yazılar kaleme aldığı bilinmektedir. O dönemde Milli Eğitim Bakanı Reşad Şemsettin Sirer’ dir. (1903-1953)
Aslında solcu olarak suçlanan bu hocalar hakkında 1942’den itibaren Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’ne, Milli Eğitim Bakanlığı’na ihbarlar yapılmaktadır. Ama 1938-1946 barasında Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel’in (1897-1961) onları korumaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Kendi ülkelerindeki baskıdan, zulümden kaçan bu profesörlerin, sığındıkları ülkelerde, üniversitelerde bazı hocalara yapılan baskıda, zulümde görev almaları ibret verici bir gelişmedir.
Burada, örneğin Kürdlerle, Ermenilerle ilgili çok önemli sorunlara değinmek gerekir. Şöyle söyleyebiliriz. Örneğin Mülkiye’nin, (Siyasal Bilgiler Fakültesi) 1870, 1890, 1910 ders programlarında, Teşkilat-ı Esasiye, Eyalet İdaresi, Hukuk-u Düvel gibi derslerde, Kürd, Ermeni gibi sözcüklerin sık sık kullanıldığını sekiz ciltlik Mülkiye Tarihi kitaplarından biliyoruz. Bitlis Eyaleti, Musul Eyaleti anlatılırken bu sözcüklerin sık sık kullanıldığı görülüyor. Özellikle vergi, askerlik gibi konularda, bu ilişkiler sık sık gündeme geliyor, bu sözcükler çok rahat bir şekilde kullanılıyor. O dönemde, Muş’un ve Siirt’in Bitlis Eyaleti’nin sancakları olduğu anlaşılıyor.
Cumhuriyet’e gelindiği bu sözcük kullanılmaz oluyor, yasaklanıyor. Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu, Kürd diye bir milletin, Kürdçe diye anılan bir dilin olmadığı ısrarla dili getiriliyor. Bu devlet politikası haline geliyor. Bu yasağa uymayanlar, bu yasağı eleştirenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalıyor. Bu red, inkar, 1990’ların sonlarına kadar sürüyor. Türkiye’de üniversite bu yasağı en sıkı bir şekilde uygulayan kurumların başında gelmektedir.
Bu, şüphesiz, Türkiye’nin önemli bir sorunudur. Darulfünun’un, 1933’de, Darülfünun’dan üniversiteye geçişin, ondan sonra da Türk düşün hayatının, bilim hayatının, üniversitenin çok önemli bir sorunudur. Bu ilişkilerin bilimin ve siyasetin kavramlarıyla incelenmesi, eleştirilmesi önemli olmalıdır.
Üniversiteler Kanunu
Cumhuriyet döneminde çıkarılan Üniversiteler kanunlarının incelenmesi de önemlidir. 4936 sayılı ve 1946 tarihli Üniversiteler Kanunu ilk kanunlardandır.
1960’de çıkarılan 115 ve 119 sayılı kanunlar dikkate değer. Bunlar 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin eserleridir.
1750 sayılı ve 1973 tarihli Üniversiteler Kanunu 12 Mart (1970) rejiminin eseridir.
2547 sayılı ve 1981 tarihli Yükseköğretim Yasası 12 Eylül (1980) döneminin eseridir.
Bu kanunlarda da üniversite özerkliği, üniversite muhtariyeti, bilim özgürlüğü gibi kavramlar sık sık kullanılmaktadır. Ama İfade özgürlüğü kavramı geçmemektedir. Ama, ifade özgürlüğü yoksa, sınırlıysa, bunların hiç birinin gerçekleşmeyeceği bir defa daha vurgulanmalıdır.
Türkiye’de, 1940’larda iki,1950’lerde Türkiye’de üç üniversite vardı. İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi. 1950’lerin sonlarında, Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nin, Trabzon’da, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin, İzmir’de 9 Eylül Üniversitesi’nin, Adana’da Çukurova Üniversitesi’nin, Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nin kuruluş çalışmaları vardı.
Bugün Türkiye’de, bir kısmı devlet üniversitesi, bir kısmı vakıf üniversitesi 210 üniversite var. Gerçek üniversitenin ifade özgürlüğü ortamında oluşabileceği, özgür eleştirinin, ifade özgürlüğünün dinamik bir şekilde işlediği ortamlarda oluşabileceği bir defa daha vurgulanmalıdır.
İfade Özgürlüğü ve Bilirkişilik Kurumu
1950’lerde, 60’larda ve daha sonra, gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin yazıları, kitapları hakkında soruşturmalar, davalar açılırdı. Suçlamalar, Komünizm propagandası yapılıyor, Kürdçülük propagandası yapılıyor, Şeriat propagandası yapılıyor vs. şeklinde olurdu. Bu davalar Ağır Ceza Mahkemeleri’nde, Asliye Ceza Mahkemeleri’nde, Basın Toplu Asliye Ceza Mahkemeleri’nde görülürdü.
Bu davalar görülürken, Ağır Ceza Mahkemeleri, Asliye Ceza Mahkemeleri, Basın Toplu Asliye Ceza mahkemeleri, üniversitelerin, Tarih, Sosyoloji, Antropoloji Siyaset Bilimleri, Ekonomi, Ceza Hukuku, Anayasa Hukuku, Kamu Hukuku, Felsefe, Sanat Tarihi vs. kürsülerinden bazı profesörlerle Bilirkişi Heyetleri oluştururlardı. Bilirkişiler bazan bir kişi, bazan iki-üç kişi, bazan beş kişi olurdu. Profesörler kendilerine gönderilen yazıları veya kitapları içinde suç var mı-yok mu diye okur mahkemeye rapor gönderirlerdi. ‘Bu yazıda/kitapta suç unsurlarına rastlanmıştır. Yazının/kitabın şu şu bölümleri vs. …’ Bu yazıda/kitapta suç unsuruna rastlanmamıştır.’
Bir öğretim üyesinin, bir profesörün, okuduğu kitabı eleştirmesi çok doğaldır. Hatta yerden yere vurması, kendi doğrularını dile getirmesi çok normaldir. Ama bir profesörün, bir yazıyı, bir kitabı ‘içinde suç var mı yok mu’ diye okuması, düşüncede suç aması… İşte bu bilimsel bir çalışma değildir. Bilim yöntemine uygun bir tutum değildir. Bu bir memurluktur. Zira bilim sınırsız bir ifade özgürlüğü ortamında, özgür eleştirinin dinamik bir şekilde işlediği bir ortamda üretilir. Bu süreçte hakaret elbette olmaz. Zira düşüncelerini bilimin kavramlarıyla ifade edenler hakarete yer vermezler, hakarete gerek duymazlar.
‘Düşün suçları’nda ‘Bilirkişilik’ kurumunun bilim yöntemine aykırı bir kurum olduğu çok açıktır. Ama 1950-2000 arasında bu yöntem çok kullanılırdı. Bugün bile Bilirkişi raporu yazmış örneğin 40 profesörü, ordinaryüs profesörü alt alta yazabilirim.
İki hocam vardı. Prof. Dr. İbrahim Yasa, Prof. Dr. Mübeccel Kıray. İkisi de bir sohbet sırasında, başka bir hocadan, aynı hocadan, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’den şikayet ederlerdi: ‘Beni iki defa doçentlikten döndürdü’ ‘Benim bir kere doçentliğimi engelledi. 1950’lerin başlarından söz ediliyor. 1952, 1953 yılları vs.
Fakat kendisinden şikayet edilen hocanın da bir ‘düşün suçu’ davasında rapor yazığını gördüm. 1950’lerin başları…
Bu olayda dikkate değer bir durum var. Bu hoca doktora tezlerinin reddediyor. Doçentlik tezlerini reddediyor. Bunları bilimsel bir çaba olarak kabul etmek mümkündür. Aynı hoca bir davada ‘bilirkişi raporu’ da yazmış. Yani bir yazıyı/kitabı içinde suç var mı, yok mu diye okumuş. Düşüncede suç aramış. İşte bunu bilimsel bir çaba kabul etmek mümkün değil, bu memurluktur.