zazaki.net
30 Oktobre 2024 Çarşeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
13 Oktobre 2013 Yewşeme 19:31

Yücel Halis’e ve Hevallere Ağıt

İsmail Beşikçi

22-24 Ekim 2011 günlerinde, Beytüşşebap ilçesi kırsalında Kazan Vadisi’nde, 36 Kürd gerilla yaşamını yitirdi. Yücel Halis de bunlar içindeydi. O günlerde Kazan Vadisi’nde kimyasal silahlar kullanıldığı, Qendîl çevreleri tarafından dile getirildi. Ama, zamanla, bu konunun üstü kapatıldı. Soruşturmalar gizlendi. Son aylarda, (2013 yılı, Ağustos, Eylül- Ekim ayları), kimyasal silahlar konusunda çok söz söylenmektedir. Suriye’de, kimyasal silahları Esed yönetiminin mi, muhaliflerin mi kullandığı hala konuşulmaktadır. Bu süreç içinde Rusya Federasyonu ve İran’ın açıklamaları da dikkat çekicidir. Rusya Federasyonu ve İran, Türkiye’nin, el Kaide’ye, el Nusra’ya, kimyasal silahlar yapma konusunda maddi ve manevi destekler sunduğunu dile getirmektedir. Türkiye’nin bu konudaki sicili hiç olumlu değildir.

Bu yazı, 2012 Ekim’inde hazırlanmıştı. Şehadetin birinci yıldönümünde yayımlanacaktı. O günlerde, gündemi açlık grevleri oluşturuyordu. Bu bakımdan zamanında yayımlanamadı. Bir yıl gecikmeyle şehadetin ikinci yıldönümünde yayımlanıyor.

* * *

Avrupa’daki Newroz kutlamasına gönderilen bir telgraftan dolayı, 20 Mart 1991’de gözaltına alınıp tutuklandım. Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne, 4. koğuşa konuldum. Bu tür telgraflar, mesajlar, PKK’ye yardım-yataklık, “bölücülük propagandası”, “milli duyguları zayıflatma” olarak değerlendiriliyordu. Koğuşta iki PKK’li arkadaş vardı. Salih Yılmaz ve Dersimli Ali… Salih 16-17 yaşlarında tutuklanan, sıkıyönetim tutukevlerinde ve cezaevlerinde büyüyen, oluma-yazma öğrenen, giderek yazar olan bir arkadaştı.

Birkaç gün sonra, koğuşa, genç bir arkadaş daha geldi. Arkadaşla yaptığımız sohbet sırasında müşterek tanıdıklarımız olduğunu fark ettik. Bu, sohbeti, geliştiren, güçlendiren bir etki yarattı. Yücel Halis ile 1991 Mart’nda, Newroz günlerinde böyle tanıştım.

12 Nisan 1991 günü, TCK’nın 141-142, 140 ve 163. Maddelerinin yürürlükten kaldırılması üzerine tahliye edildim.

31 Temmuz 1991 gününde, Ortadoğu’da Devlet Terörü ve Kürt Aydını Üzerine Düşünceler kitaplarından dolayı yeniden tutuklandım. Zira 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası, 8. Maddesi, yürürlükten kaldırılan 141-142. maddelerdeki filleri daha da ağırlaştırarak ve kapsamını da genişleterek yeniden suç olarak düzenliyordu.

Bu sefer Ankara Merkez kapalı Cezaevi’nin (Ulucanlar Cezaevi) 5. Koğuşuna konuldum. PKK’li arkadaşlar 5. Koğuşa taşınmışlar ve çoğalmışlardı. Yücel de 5. Koğuştaydı. PKK’li arkadaşların temsilcisiydi.

Havalandırmadan, 5. Koğuşa girince, sağdaki ilk ranzanın alt kısmında ben kalıyordum. Yücel de yandaki ranzanın alt kısmında kalıyordu. Aradaki küçük masayı da birlikte kullanıyorduk. Yücel’le o yaz çok sohbetimiz oldu. Hülyalı, coşkulu bir arkadaştı.

Bir gün, yamru-yumru bir şiltenin üzerinde yattığını fark etmiştim. Koğuşta henüz kullanılmayan, daha iyi daha düzgün şilteler de vardı. Daha iyi, daha düzgün şilteler varken, neden yamru-yumru şilte üzerinde yattığını sormuştum. “Mahrumiyete alışmalıyım” demişti. Bu çok kısa, çarpıcı cevap, yönünü, eğilimini gösteriyordu. Niyetini, düşüncesini fark etmiştim.

Yücel, ailesine çok bağlı bir arkadaştı. Kardeşleri Nazmiye’den, Şeref’ten, amcası Ziya Bey’den, babası Cemal Bey’den, yeğenlerinden sık sık söz ederdi. Yücel, örgüte, arkadaşlarına, yöneticilere de çok bağlıydı.

Ekim ayının serinliği başlamıştı. Koğuş sabaha karşı soğuk olurdu. Bir sabah kalktığımda, Yücel’in üzerinde battaniye olmadığını fark ettim. Battaniye vardı ama şiltenin kıyısında toplanmıştı. Üstünden kaymış diye düşündüm. Usulca battaniyeyi üzerine örtmeye çalıştım… O sırada uyandı. “Güçlüklerle, mahrumiyetle yaşamaya alışmalıyım…” dedi. Bu sarsıcı, heyecan verici bir cevaptı. Yönünü belirlemişti. Bu konularla ilgili sohbetimiz, konuşmamız olmadı.

30 Ekim 1991 günü tahliye edildim. Daha sonra, koğuştaki bazı arkadaşların Eskişehir Cezaevi’ne, Yücel’in de Beypazarı Cezaevi’ne sevk edildiğini öğrendim. Yücel, cezası azaldığı için kaza cezaevine sevk edilmişti.

Yücel’in Beypazarı Cezaevi’nden yazılmış iki mektubu var. 1 Nisan 1992 ve 7 Temmuz 1992 tarihli, el yazısı ile yazılmış mektuplar… İkinci mektup çok uzun. Kürdlere, Kürdistan’a ilişkin değerlendirmeleri de var.

Yücel Beypazarı Cezaevi’nden tahliye edildikten sonra, İstanbul’da gazetede Müessese Müdürü olarak da çalıştı. Yücel’i, 1993-1994 yıllarında, Kadırga’daki binada da ziyaret etmiştim. O zamanlar, Özgür Ülke Gazetesi yayımdaydı. O dönemde, Gurbetelli Ersöz de gazetede çalışıyordu. Yücel’in, duruşu, bakışı, düşüncesi oralı değildi. Orada geçici, eyreti bir duruşu vardı. Duruşuyla, bakışıyla, düşüncesiyle çok uzaklardaydı.

Yücel, hülyasıyla, coşkusuyla Vedat Aydın’ı hatırlatırdı. Vedat Aydın’ın, 28 Ekim 1990’da, Ankara’daki İnsan Hakları Derneği Kongresi’nde Kürdçe konuşması, bir tabunun yıkılması, öldürülmesinin katledilmesinin temel nedeniydi. O konuşmadan dolayı, anında gözaltına alınan Vedat Aydın’ın, polisteki sorgusu da dikkate değer. Polis, “Ben yeteri kadar Türkçe bilmiyorum, onun için Kürdçe konuştum” dese yine serbest bırakmak niyetindedir. Ama, Vedat, “Ben Türk okullarında okudum. Üniversiteyi bitirdim. Türkçeyi çok iyi biliyorum, üstelik Türkçe öğretmeniyim. Ama anadilimle, Kürdçeyle konuşmak istiyorum, bu benim doğal hakkımdır.” der.

Polis, “seni bu konuda teşvik eden, seni bu yola düşüren biri var mı? diye ısrarla sorar. Vedat, “evet var, annem” der. “Annem Türkçe bilmez, her zaman Kürdçe konuşur, benim de Kürdçe konuşmamı teşvik eder.”

Tabunun bilincine varanlar, tabu kıranlar, insanlık tarihinde her zaman baskılarla, zulümlerle karşılaşmışlardır. 19 Ocak 2007’de katledilen Hrant Dink’i de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Hrant Dink de bir tabuyu yıkmıştı. Gizli-saklı bir bilgiyi deşifre etmişti. Sabiha Gökçen’in, Ermeni yetim çocuk olduğunu, Türk okullarında, Türk gibi yetiştirildiğini dile getirmişti.

1990 Mart’ında, “Devletlerarası Sömürge Kürdistan”, “Bilim-Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrasi ve Kürd Sorunu”, “Bir Aydın, Bir Örgüt ve Kürt Sorunu” kitaplarından dolayı, İstanbul’da Sağmalcılar (Bayrampaşa) Cezaevi’ndeydim. C-13 koğuşunda. Bu koğuş PKK koğuşuydu. Temsilci Seyfettin Rüzgar’dı. Seyfettin, ince, uzun boylu bir gençti. Seyfettin, derin düşünceleri olan bir arkadaştı. Ama, duygularını, düşüncelerini pek belli etmezdi. Seyfettin’in, Remziye isimli bir kız kardeşi vardı. Remziye, ince, zayıf bir çocuktu. Seyfettin’i sık sık ziyarete gelirdi. Açık görüşlerde hazır bulunurdu.

1990 Ekim sonlarında tahliye edildim. 1991 yazında Seyfettin’in de tahliye edildiğini, Yıldız Durmuş’la evlendiğini öğrendim. Kısa bir süre sonra her ikisi de gerilla’ya katılmışlar. Seyfettin’in 1990’ların sonlarında, Genç-Lice Piran üçgeninde, Apê Musa Taburu’nda, güvenlik güçleriyle gerçekleşen bir çatışma sırasında yaşamını yitirdiğini öğrendim. Kürd basınında bu konuda haberler de yer almıştı. Aynı günlerde Yıldız da şehit olmuştu.

Remziye, ağabeyi Seyfettin’in cenazesini alabilmek için çok yoğun çaba sarfetti. 2000’lerde bu çabası atarak sürdü. Savcılıklarda, emniyet müdürlüklerinde, nizamiye kapılarında bu çaba sürüp gitti. Çatışmalarda ölü veya diri olarak ele geçen bir gerilla parçalanmışsa, kulakları, burnu vs. kesilmişse, gözleri çıkarılmışa, cesede ulaşmak çok zor oluyor.

Remziye benim için parmak kadar bir çocuktu. Ziyaretlerden öyle algılıyorum. Evlendiğini çoluk-çocuğa karıştığını, ağabeyinin cenazesini elde edebilmek için çaba harcadığını öğrendim. Çocuklarından birinin adı herhalde Seyfettin’dir.

Seyfettin’in ailesi Batman’da oturuyordu. Dedesi Mele Mustafa Barzani’ye hayran bir kişiydi Seyfettin dedesini çok anlatırdı.

Son 30 yıla baktığımız zaman, Kürdlerin fiili kazanımlarının çok büyük olduğunu görüyoruz. Fiili olarak kazanıldıkları için bunlardan artık geriye dönüş de olamaz. Bu kazanımlarda, mücadelenin, mücadelede yaşamını yitirenlerin büyük emeği vardır.

Yücel’i, hevalleri, Seyfettin’i, Yıldız’ı, Vedat’ı, Hrant’ı, bütün dava arkadaşlarını sevgiyle anıyorum. Remziye’ye, Nazmiye’ye, Şeref’e, Cemal Bey’e, Ziya Bey’e, Vedat konuşurken divanı terk etmeyen, kongrenin sürmesini sağlayan Hediye Felekoğlu’na, Vedat’ı tercüme eden Ahmet Zeki Okçuoğlu’na, Vedat’ı ve Ahmet’i savunan Mustafa Özer’e, Şükran Aydın’a, Rakel Dink’e selamlar gönderiyorum.

Na xebere 4744 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.