Barış ve Çözüm Süreci III
Barışın Temel Koşulu
Barışın gerçekleşmesi, Kürdler arasında barışın kurulmasıyla olur. Devletle gerçekleşecek barışın temel koşulu, barışı önce Kürdler arsında kurmaktır. Ama, Kürdler arasındaki anlaşmazlıkları, husumetleri bir tarafa bırakıp devletle barış aramak sağlıklı bir yol değildir. Kürd siyasetleri arasındaki anlaşmazlıkları, çelişkileri bir tarafa bırakıp Türk soluyla ittifak aramak kalıcı barışın kurulmasına hizmet etmez. Kürdler, kendi aralarında barışı kuramadıkları sürece devlet tarafından ciddiye alınmaları da mümkün değildir. Bu cümleyi şu şekilde ifade etmek de mümkündür. Devlet, hükümet, Kürdler arsında barışın kurulmasının önünde önemli bir engeldir. Kürdler arasında barışın kurulmasını, gelişip güçlenmesini, engellemek için her türlü önlemi almaktadır, her olanağı kullanmaktadır, çelişkileri derinleştirmeye, yaygınlaştırmaya gayret etmektedir. Çünkü, güçlü bir topluluk, devlet-hükümeti daha çok uğraştırabilir. O zaman, devletlin bu olumsuz tutumunun bilincine varıp Kürdler arsında barışı kurmanın yolunu yordamını aramak önemli olmalıdır
Ortadoğu’da, Kürdistan’ın ve Filistin’in Konumu
Kürdistan’ın, Ortadoğu’daki konumu çok farklıdır. Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması ilişkilere yön veren temel bir niteliktir. Kürdistan’ın, Kürdlerin bu niteliğini, Filistinli Araplarla karşılaştırdığımız zaman bu durumu daha anlaşılır bir şekilde görmek mümkündür. Filistinli Arapların tek bir düşmanı vardır. O da İsrail’dir. Kaldı ki, Basra Körfezi’nden Fas’a kadar, 22 Arap devleti de, İslam Konferansı’na üye 57 devlet de, şu veya bu nedenlerden dolayı İsrail’e karşıdır, Filistinli Arapların yanında yer almaktadır. Arap devletleri veya İslam Konferansı’na üye devletler, örneğin, el Fetih’i veya Hamas’ı, sevsinler veya sevmesinler, kendilerini, onlara maddi ve manevi olarak, yardım etmekle yükümlü hissederler. Politik, diplomatik, ekonomik yardımları da yaparlar. Filistinli Arapların etrafı, İsrail hariç dost güçlerce çevrilidir.
Kürdlerin/Kürdistan’ın durumu böyle değildir. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, Kürdlerin, Kürdistan’ın dostunu azaltmış, hatta sıfıra indirmiş, düşmanlarını ise çoğaltmıştır. Böyle bir ortamda, Kürdlere/Kürdistan’a maddi, manevi yardım yapan, politik, ekonomik, diplomatik yardım yapan bir dost güç de yoktur.
Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafı hep, Kürdlere/Kürdistan’a hasım güçlerce çevrilmiştir. Bu güçlerin her biri, Kürdleri/Kürdistan’ı boğmaya, sesini-soluğunu kesmeye gayret etmektedir. Kürdler/Kürdistan adeta bir cehennem içinde mücadele yürütmektedir. Bu hasım güçler, zaman zaman, kendi aralarında toplantılar, ittifaklar yaparak, ittifaklarının pekiştirerek, Kürdler ve Kürdistan üzerindeki baskılarının güçlendirmektedirler. Hem ekonomik olarak, hem politik, diplomatik, olarak hem de askeri olarak baskılarlını devamlı kılmaya çalışmaktadırlar.
Bu ilişkiler ağında, bu devletler, kendi Kürdleri üzerindeki baskıları devamlı kılabilmek, baskıları artırabilmek için, öbür taraftaki Kürdlerin bir kesimiyle, illegal ilişkiler geliştirebiliyorlar. Veya, Kürler/Kürdistan üzerinde müştereken baskı yürüten bu devletler arasında zaman zaman anlaşmazlıklar belirebiliyor. Bu durumda, Kürdler, bu çatlaklardan yararlanarak, bu devletlerden biriyle bir ilişki geliştirerek kendilerine bir nefes borusu açmaya çalışabiliyor.
Her zaman böyle bir olanak doğmaz. Ama böyle bir olanak doğduğu zaman da, Kürdler, bundan yararlanabilirler. 1990’ların ortalarında ve sonlarında, “Irak’a komşu devletler” toplantılarının yapıldığı dönemde, böyle bir olanak yoktu. Türkiye’nin, istemiyle, girişimiyle oluşan bu toplantılarda, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Ürdün, Kuveyt gibi devletler, Kürdleri, Kürdistan’ı soluksuz bırakmanın, Kürdlerin başına yeni yeni lanetli çoraplar geçirmenin yollarını konuşurlardı. Bugün durum, Kürdler açısından daha olumludur. 1990’ların sonlarından bu taraf çok şey değişti. 2005’de, Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulmasıyla, 1920 lerde, Milletler Cemiyeti döneminde kurulan Yakındoğu, Ortadoğu, statükosunda çok büyük gedikler açıldı. Sykes-Picot’un kurmaya çalıştığı düzen yıkıldı. Bu durumun, Kuzey Kürdistan’ı, Doğu Kürdistan’ı, Batı Kürdistan’ı etkileyeceği açıktır.
Irak-Şam İslam Devleti IŞİD’in, ortaya çıkışı, Kürdlere,Kürdistan’a saldırısı ise, çok daha büyük bir değişim yarattı. IŞİD sadece, Kürdistan’da, Ortadoğu’da, değil, dünyada da, çok büyük bir tehdit olarak algılandı. Ama, IŞİD, fiili olarak, hep Kürdistan’da savaşıyordu, Kürdlere karşı savaşıyordu. Saldırılarını hep, Kürdistan’a, Kürdlere karşı yönetiyordu. IŞİD’le fiili olarak savaşanlar da sadece Kürdlerdi. Gerek Başur’da, gerek Rojava’da, IŞİD’le savaşanlar da sadece Kürdlerdi. ABD’nin, koalisyon güçlerinin havadan bombardımanları şüphesiz önemlidir. Ama, karada, IŞİD’e karşı savaşanlar sadece Kürdlerdir. İşte bu süreç, Batı’nın, Kürdlere bakışında büyük değişimlere yol açtı. Önce silah yardımları, daha sonra, politik diplomatik yardımlar gündeme geldi.
Kürdi, Kürdistani Tavır (1)
Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafı hep düşman güçlerce çevrili. Adeta bir cehennemde mücadele yürütülüyor. Eğer bir olanak çıkarsa, bu güçlerden biriyle ilişkiye girilerek bir soluk borusu açılabileceğini daha önce belirtmiştik. Böyle bir ilişki geliştirmenin üç önemli koşulu vardır. Bu koşullara dikkat edilerek böyle bir ilişki geliştirilebilir.
Birinci koşul, ilişkiye girilen devlet dahil, Kürdleri, Kürdistan’ı baskı altında tutan bütün devletlerin Kürdlere, Kürdistan’a ilişkin niyetlerinin hiç iyi olmadığını her zaman hatırda tutmaktır. Güney Kürdistan’da YNK İran’la, KDP Türkiye ile, daha sıcak ilişkiler içindedir. Güneybatı Kürdistan’da, PYD, Önce Beşar Esad yönetimiyle ilişki içindeydi, bugünlerde, Özgür Suriye Ordusu’yla ilişki içinde. Halbuki, bu devletlerin ve bu örgütlerin hepsinin de, Kürdlere ve Kürdistan’a karşı olumlu bir niyeti yoktur. Kürdistan’ı, Kürdleri engellemeyi her zaman vazgeçilmez bir görev bilirler.
IŞİD’i en çok destekleyen devletin Türkiye olduğu hiç unutulmamalıdır. “Kuzey Irak’tan sonra, Kuzey Suriye istemiyoruz” sözünün ne anlama geldiği de dikkate alınmalıdır. O zaman, ilişkileri bu çerçevede yürütmek önemli olmalıdır.
İkinci olarak, bu devletlerden biriyle bir ilişki sürdürürken, öbür parçalardaki Kürdleri de dikkate almak, onlara, mümkün olduğu kadar zarar vermemeye çalışmak gerekir.
Bir defa şu konunun yeniden düşünülmesinde yarar vardır. Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, neden, dikkate değer, önemli bir süreç olarak yaşanmıştır? Bu süreçde, Kürdlerin birbirlerinden tecrit edilmesi, tecridin derinleştirilmesi, yaygınlaştırılması, bu devletler açısından önemli olmaktadır. Böyle bir ortamda, bu devletlerden biriyle bir ilişki geliştirmek, zaten Kürdler için, Kürdistan için olumsuz bir durumdur. Bu genel olarak böyledir. Ama, böyle bir ortamda, bu cehennemde, soluk borusu açmaya çalışmak da önemlidir. İşte bu süreç içinde, öbür Kürdleri, Kürdistan parçalarını dikkate almak, onlara mümkün olduğu kadar zarar vermemeye çalışmak, zararı asgariye indirmeye çalışmak önemlidir. Parçacı siyasetler oluşturmak, bu siyasetlere ağırlık vermek, Kürdleri, Kürdistan’ı bütünlüğünden koparmak demektir. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, parçacı siyasetlerin oluşması yönünde, gelişmesi yönünde bir ortam yaratmıştır. Bu siyasetleri terk edip, bütüne ilişkin siyasetler oluşturmak önemli olmalıdır.
Üçüncü olarak, bazı büyük devletlerin, emperyal devletlerin, Sykes-Picot düzenini hala savunduklarını bilmek gerekir. Bu konudaysa, bu düzenin, bilimin, siyasetini ve diplomasinin kavramlarıyla eleştirisi, ve bu eleştirinin devamlı yapılması önemlidir.
İşte bütün bunları yaşamak yüksek bir Kürd bilincini gerektirir. Bu bilince ulaşan bir kişi, Kürdistan’ı parçacı olarak değil bütünsel olarak kavramaya çalışır. Bu bilinç nasıl oluşur? Arapların, Farsların, Türklerin Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki konumlarıyla, Kürdlerin konumunu karşılaştırmak, Kürdlerin, Kürdistan’ın çok olumsuz bir durumda olduğunu fark etmek, böyle bir bilincini yüksek bir Kürd bilincinin oluşmasını sağlayabilir. Böyle bir bilince ulaşanlar, parçayı değil, Kürdistan’ı bir bütün olarak değerlendirmeye çalışır. Parçacı siyasetleri değil, bütüne ilişkin siyasetleri ön plana çıkarmaya gayret eder. Müslüman Kürdlerin neden Filistinli Araplara sahip çıktıkları ama, Kürdistan’da işlenen cinayetlere, soykırımlara sessiz kaldıkları, örneğin IŞİD vahşetine tepki göstermedikleri irdelenmeye değer bir konudur. İslam’ı savunma gibi mitinglerin, Kutlu Doğum Haftalarının neden özellikle Diyarbakır’da yapıldığı yine, yine, irdelenmesi gereken bir konudur.
“İyi Kürd-Kötü Kürd…”
Burada, iki yazıdan söz etmek gereğini duyuyorum. Bu iki yazı da konumuz açısından çok önemli bilgiler içermektedir. Bu yazılardan biri İran istihbaratına yakın bir yazarın yazısıdır. İran İstihbarat Servisi İtlaat’a yakınlığıyla bilinen yazar, İrfan Qanii Ferd’in yazısıdır. Yazı, “Kürdistan’daki Güvenlik Durumu ve Irak’la İlişkileri” başlığını taşımaktadır. Yazının, İran istihbaratına yakın olan BultenNews’de yer aldığı bildirilmektedir. Zeyad Cebo, 19 Ocak 2015 tarihli basnews’de bu yazıdan söz etmektedir.
Yazıda, Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani, Irak’daki güvenliği bozmakla suçlanmaktadır. Mesut Barzani YNK’yi tasfiye etmekle suçlanmaktadır. “YNK, PKK, PYD, İran ve Suriye rejimlerine bağlıdır ve vefadar davranmaktadırlar” denilmektedir.
Mesut Barzani’nin Sünnilere ihanet ettiği de vurgulanmaktadır. Peşmergenin IŞİD’le iyi savaşmadığı da söylenmektedir.
Yazar, Kürdlerin/Kürdistan’ın bölündüğünü, parçalandığını, paylaşıldığını elbette bilmektedir. Yazarın amacı bu durumun bu şekilde sürüp gitmesini sağlamaktır. Bu bakımdan parçacı siyasetlere can vermek, bu siyasetleri fonksiyonel kılmak, onlar için çok önemlidir. Bu doğrultuda, Mesut Barzani’yi, KDP’yi suçlamakta, YNK’yi, PKK’yi, PYD’yi övmektedir. İran ise, Kürdler için belirgin bir hasım güçtür. Kürdler ve Kürdistan için hiç olumlu düşünmediği açıktır. O zaman, bu tür parçacı siyasetleri aşan Kürd/Kürdistan oluşması önemli olmaktadır. Bu da yüksek bir Kürd/Kürdistan bilicinin oluşmasıyla gerçekleşir. İran istihbaratının, Kürdleri bölme parçalama, paylaşma çabaları bu şekilde aşılır.
İkinci yazı Ali Bulaç’ın yazısıdır. 14 Şubat 2015 tarihli Zaman Gazetesi’nde yayımlanan yazının başlığı, “Türkiye ve İran Parçalanır mı?” şeklindedir. Yazar Ali Bulaç, İran’ın Ankara Büyükelçisi, Ali Rıza Bikdeli ile, bir kısım yazarın yaptığı sohbet toplantısını anlatmaktadır. Büyükelçi Ali Rıza Bikdeli, Kürdistan’daki, Kürdlerdeki gelişmeleri dile getirerek, Türkiye ve İran’ın çok büyük tehlikelerle karsı karşıya olduğunu dile getirmektedir. Büyükelçi, “unutmamak gerekir ki, Erbil’de dalgalanana bayrak, Mahabad Kürd Cumhuriyeti’nin simgesidir” diyor. Büyükelçi, Ankara, Tahran, Bağdat, Şam, Kürdlere karşı birlikte hareket etmeli diyor. İran’ın bütünlüğü, Irak’ın bütünlüğü, Suriye’nin bütünlüğü, Türkiye’nin bütünlüğü… savunuluyor. Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış durumunun aynen sürmesi isteniyor. Buna da “adalet” deniyor.
Büyükelçi, 1990’ların sonlarında olduğu gibi, “Irak’a Komşu Devletler Toplantıları”na benzer toplantıların düzenlenmesini istiyor. O zaman bu toplantılar, Türkiye’nin girişimiyle düzenleniyordu. Şimdi, İran buna ihtiyaç duyuyor.
Bütün bunlar şunu göstermektedir. Parçacı siyasetler, Kürdi, kürdistani siyasetler değildir. Türki, arabi, farsi siyasetlerdir. Arapların, Farsların, Türklerin devlet çıkarlarını daha çok gözetmektedir. Kürdi, kürdistani siyasetler parçacı siyasetlerin aşılmasıyla olur. Bu da kürdi ve kürdistani bir bilincin gelişmesiyle sağlanır. Hüseyin Aladağ da “Kürdistan’ı Bekleyen Büyük Tehlike” başlıklı yazısında (nerinazad, 16.2.2015) bu duruma işaret etmektedir.
Ali Bulaç, yazısında, Büyükelçi Ali Rıza Bikdeli’nin görüşlerini, düşüncelerini açıkladıktan sonra, devletin, Kürd sorununa, Kürdlerin haklarını ve özgürlüklerini dikkate alarak yeni bir yaklaşım geliştirmesi gerektiğini de belirtmektedir.
Kürdi, Kürdistani Tavır (2)
Kürdi olmak, kürdistani olmak önemlidir. Bu çerçevede, son aylarda gündeme gelen, Şengal ve Kerkük açıklamalarına da değinmek gerekir.
“Şengal Irak toprağıdır. Şengal’de kanton kurulmalıdır” sözü, kürdi, kürdistani bir söz değildir, arabi, türki bir sözdür. “Kerkük, Kürdistan değildir, tüm halklarındır” sözü, yine, arabi, türki bir sözdür, kürdi, kürdistani değildir. Bu sözlerde, tarih bilinci, toplum bilinci yoktur.
2014 Ağustos’unda, IŞİD saldırısı sırasında, peşmergenin Şengal’den çekilmesi, halktan önce çekilerek Êzidi halkını korumasız bırakılması eleştirilmesi gereken bir durumdur. Ama, bu konuda peşmergeden önce Irak hükümetini eleştirmek gerekir. Çünkü Şengal, Kürdistan’dan kopartılmış bir alandadır. Hewlêr, Süleymaniye, Duhok gibi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne dahil değildir. Bunun için Şengal, Irak güvenlik birimleri tarafından savunulması gereken bir alandır. Şengal elbette Kürd toprağıdır, Kürdistan’dır. Kürdi, kürdistani tavır, Şengal’i, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne dahil etme çabası içinde olmaktır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, Êzidi inancından dolayı, Şengal’in özel bir statüsü olması elbette gereklidir. Hüseyin Turhallı’nın, , kürdistan-post.eu da yayımlanan, “Kantonlar, HDP ve Seçim, 12.2.2015”, “Şengal Kavgası, 10.1.2015” yazıları bu bakımdan ilgi çekicidir.
1960’lardan beri, Baas yönetiminin, Saddam Hüseyin rejiminin, Kerkük’ün nüfus yapısının bozmak için nasıl çaba sarfettiği yakından bilinmektedir. Yüzbinlerce Kürd, Kerkük’den koparılarak, Güney’e, Basra yörelerine sürgüne gönderildi. Kürdlerden boşaltılan evlere, mahallelere, mekanlara, Arap aileler yerleştirildi. Kerkük’ün nüfus yapısı bu şekilde bozuldu. Bu toplumsal ve politik ilişkiler açıkça ortadayken “Kerkük Kürdistan değildir” demek, Saddam Hüseyin’in, Baas Partisi’nin, ırkçı ve sömürgeci politikalarına meşruiyet vermek olur. Bu sözde de tarih bilinci, toplum bilinci yoktur. Kürdlerin, sürgün edildikleri yörelerden tekrar Kerkük’e dönüşleri 2003’de, Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından sonradır.
Kerkük’de, Türkmenlerin varlığı ise, Kürd varlığı yanında çok küçüktür. 1990’larda, Irak’ta, çoğu Kerkük’de olmak üzere üç milyon Türkmen’den söz ediliyordu. Türk basını, Türkmenlerden bu şekilde söz ediyordu. Türkmenler, kendilerini böyle anlatıyorlardı. Bugün bu sayının çok küçük olduğu artık biliniyor.
1990’larda, üç milyon Türkmen şu şekilde ortaya çıkıyor. O dönemde Türk Kızılay’ı, Irak’a gıda yardımında bulunuyordu. Bu gıda yardımı sadece Türkmenlere yapılıyordu. O yıllarda çok büyük mağduriyet yaşayan Kürdler de, kendilerini Türkmen göstererek gıda yardımından yaralanmış. Türkmen sayısının çok gösteren bu süreç oluyor. 2003’den sonra, ABD’nin ve koalisyon güçlerinin, Irak’a müdahalesinden sonra, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulmasına giden yolda, Kürdler öz kimliklerine, Kürd kimliklerine dönünce, Türkmen sayısı doğal olarak azalmış.
Suriye Baas Partisi’de, 1960’larda benzer bir politikayı yaşama geçirdi. Bugün, Cizre’den Afrin’e kadar olan bölge, hatta, Afrin’den Akdeniz’e kadar olan bölge Kürd bölgesiydi. Güneybatı Kürdistan, Kürdistana Rojava. Burada da, Cizre ile Kobanî arsasında yer alan, yerlerden, Kobanî ile Afrin arasındaki yerleşim merkezlerinden Kürd aileler Güney’e sürgün edildiler. Arap aileler de Kürdlerden boşaltılan bu alanlara yerleştirildi. Böylece, Suriye’de, Kürdistan’da nüfus yapısı bozuldu. Bu Kürdistan parçasına genel olarak Verimli Hilal deniyor.
Kürdistan Demokrat Partisi, Mele Mustafa Barzani, (1903-1979) Kerkük üzerinde çok duruyordu. Kerkük’ün, Kürdistan’ın kalbi olduğunu her zaman dile getiriyordu. Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mele Mustafa Barzani ile, Irak Devrim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı (Başbakan) Saddam Hüseyin arasında, 11 Mart 1970 tarihinde, Kürdistan’a otonomi veren bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmanın hazırlandığı dönemde, örneğin Ocak 1970’de, Iraklı yetkilerle yaptığı tartışmalarda, Mele Mustafa Barzani hep, Kerkük’ün Kürdistan’a ait olduğunun vurguluyordu. (bk. Mesut Barzani, Barzani ve Kürt Ulusal Hareketi II, Doz Yayınları, Şubat 2005, s. 238)
Bu anlaşmada Kerkük sorununu çözümü ileri bir tarihe bırakılmıştı. Kerkük’de nüfus sayımı yapılacak, Kerkük, sayım sonucuna göre, Kürd veya Arap bölgesine bağlanacaktı.
Bu sayım yapılmadı. Sayım yapılmadığı gibi, anlaşmanın birçok hükmü de yaşama geçirilmedi. 6 Aralık 1970’de, İdris Barzani’ye, 29 Eylül 1971’de Mele Mustafa Barzani’ye suikast yapıldı. 15 Temmuz 1972’de, Mele Mustafa Barzani’ye, çok daha büyük bir organizasyonu gerektiren bir suikast yapıldı. Türkiye’nin, İran’ın, Suriye’nin, teşvikleriyle ve destekleriyle Saddam Hüseyin özerklik anlaşmasını uygulamadı. Ama, KDP, Mele Mustafa Barzani, Kerkük’ün Kürdistan’ın bir parçası olduğunu her zaman vurguladı.
Hatta, şöyle bir anlatım da vardır. Mele Mustafa Barzani Kerkük üzerinde direnince, Saddam Hüseyin, 1972-1973 yıllarında, Kerkük’ün Kürdler ve Araplar arsında ikiye bölünmesini önerir. Bunun için de İran Kürdistan Demokrat Partisi’nden Abdurrahman Qasımlo’yu (1930-1989) araya koyar. Ama, Mele Mustafa Barzani bu öneriyi kabul etmez. Kerkük Kürdistan’dır diye ısrar eder. Bunun üzerine Saddam Hüseyin, “Kerkük’ün nüfus yapısını bozacağım. Kürdleri Kerkük’den sürüp oraya Arapları yerleştireceğim, böylece Kerkük Arap olacak…” diyerek Mele Mustafa Barzani’yi tehdit eder. Mele Mustafa Barzani, bu tehdit karşısında, “Kerkük”de tek bir Kürd kalmasa bile Kerkük yine Kürdistan’dır” diyerek, Kerkük’ün Kürdlüğünde ısrarlı olur.
Zaafların Bilincine Varmak, Zaaflardan Arınmak
Kürdlerin toplumsal ve politik yaşamında önemli bir zaaf var. Kürd tarihinde bu zaafları izlenmek mümkündür. 1920’lerde, Güney Kürdistan’da, Şeyh Mahmud Berzenci, bir taraftan, “Ben Kürdistan Kralıyım” diyerek Büyük Britanya’dan, kendisini Kürdistan kralı olarak tanımasını istiyor, bir taraftan da, “Padişah, Halife, emperyal devletler elinde esirdir, Padişah’ı, Halife’yi kurtaracağız, İslam’ı kurtaracağız…” diyerek hareket ediyordu. Halbuki, o dönemde Araplar, örneğin, Mekke Şerifi Hüseyin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılıp ayrı bir Arap devleti, Arap İmparatorluğu kurmanın çabası içindedir. Bunun için İngilizlerle gizli-açık yoğun bir ilişki sürdürmektedir. Mekke Şerifi Hüseyin, bu doğrultuda İngiltere’nin kendisine destek vermesini istemektedir. Kendisi Suudi Arabistan’ın kralıydı. Büyük oğlu Faysal Irak’a, ortanca oğlu Abdullah Ürdün’e kral oldu. Küçük oğlu Ali, Suudi Arabistan veliahdıydı.
Bedirxanilerin bağımsızlıkçı çabalarına karşı, fikir adamı Said-Kürdi gibi kişiler, Seyyid Abdülkadir gibi ileri gelen bazı Kürdler, Osmanlı’dan ayrılmamanın, Osmanlıya, Türk’e hizmet etmenin yollarını aramaktaydılar.
Mekke Şerifi Hüseyin’in, Osmanlı’dan ayrılmak için İngiltere ile ilişki geliştirirken, Kürdlerin, Halife’yi, Padişah’ı, kurtaracağız, İslam’ı koruyacağız diye, Büyük Britanya ile savaşa tutuşması, dikkate değer bir süreçtir. Mustafa Kemal, Şeyh Mahmud Berzenci’nin, Büyük Britanya ile savaşını maddi ve manevi olarak desteklemiş ama, kendisi, Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması konusunda, Büyük Britanya ve Fransa gibi emperyal güçlerle gizli-açık her türlü ilişkiyi sürdürmüştür. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi sırasında, Ağustos 1919 da, Kürd aşiret reislerine, Kürd şeyhlerine, toprak sahibi bazı Kürdlere, desteklerini alabilmek için mektuplar yazmıştı. O mektuplardan biri de Şeyh Mahmud Berzenci’ye yazılmıştı. Mektuplarda, Padişah’ın, Halife’nin düşman güçler elinde esir olduğundan, İslam’ın değerlerinin çiğnendiğinden vs. söz ediliyordu.
Bugün de “Türkiyelileşme” diye bir kavram vardır. Türkiye’den, Türklerden ayrılmamak, devlete hizmet etmek yine önemli bir söylem olarak sürüp gitmektedir. Halbuki, Türkiyelileşme olumlu bir söylem değildir. Çünkü Türkiyelileşme, asimilasyon için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu süreç Kürdlerin, kürdi, kürdistani özelliklerin, değerlerini aşındırır, onları Türk siyasal kültürünün değerleriyle bütünleştirir.
Hasan Cemal’in, Delila isimli bir kitabı var. (Delila, Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri, Everest Yayınları, Şubat 2014,) Kitap gerilla Delila’nın günlüklerini, anası Gülsüm’ün anlatımlarıyla dile getiriyor. Kitapda, Qandil’deki gerillada yaşanan değişimler de söz konusu edilmiş.
Delila Lise mezunu genç bir kadın. Silvanlı. Mayıs 1999’da dağa çıkıyor. Anası Gülsüm, 2005’de kızını, Qandil’de ziyaret ediyor. Kızındaki bir değişim, Gülsüm Ana’nın dikkatini çekiyor: “Baktım, Delila hep Türkçe konuşuyor” “Dedim ki ona” “Sen herkesle Kürtçe konuşurdun. Şimdi burası Kandil, herkesle Türkçe konuşuyorsun, nedir bu hal” “Çünkü herkes Kürtçe bilmiyor, oldu Delila’nın cevabı” Gülsüm Ana sustu.” (s.53)
Türkiyelileşme, devletin, hükümetin istediği bir süreç. Bunu Türk siyasal partileri, Türk basını, Türk sivil toplum örgütleri, Türk solu da savunuyor. Ama, Kürdlere, Kürdistan’a bunun bir iyiliği olmaz. Kürd dilinden uzaklaşarak, Türkçe bilmeyen Kürde Türkçe öğreterek, eğitimini Türk diliyle yaparak, dağ koşullarında bile bunu yaparak, Kürd/Kürdistan sorunu çözülebilir mi?
Kürdlerin Türklere, Araplara, Farslara bitmeyen bir bağlılığı, aşkı var. Ama, Kürd’ün Kürd’e bağlılığı, aşkı yok. Antropolojik olarak bu durumun incelenmesi çok çok önemli bir konu olmalıdır.
7 Haziran 2015 seçimleri için aday adaylığı konusunda yoğun bir başvuru var. Anayasadaki milletvekili yemini dikkate alındığı zaman bu yoğun başvuru daha anlamlı oluyor. Demek ki, Türk’e bağlılık, aşk, söz konusu olduğu zaman, milletvekili yemini gibi bir zorunluluk önemsiz bir ritüel olarak kalıyor. Ama, şu durumu da unutmamak gerekir. Kürdistan’da, 348 toplu mezarda, 4201 kişinin cesedi yatmaktadır. Bu mezarlar halen açılmamıştır. Aileler, yakınlarının kemiklerine bile kavuşamamıştır. Diyarbakır İnsan Hakları Derneği Başkanı Raci Bilici, bir kısım insan hakları savunucularıyla birlikte, 16 Aralık 2014 günü, Diyarbakır’da yaptığı bir basın toplantısında, bu durumu ayrıntılarıyla ortaya koymuştur. Diyarbakır İnsan Hakları Derneği 2011 yılında da Toplu Mezar Raporu açıklamıştı. Toplu Mezar Raporu 2014’de güncelleştirilerek yeniden açıklandı.
Bir tarafta toplu mezarlar. 348 toplu mezar, toplu mezarlarda kalan 4201 ceset… Öbür tarafta Türkiyelileşme diye bir süreç, barış ve çözüm süreci… Türkiyelileşme sürüp gittiği zaman, toplu mezarları gündeme getiremezsin. Toplu mezarları unutup gidersin… Örneğin son 4-5 senedir TBMM’deki Kürd milletvekilleri bu konuda neler yaptılar?
Kürdlerde, diplomasinin gelişmesi büyük bir gerekliliktir. Kürdlerin savaşta kahraman olmaları, geleceklerini değiştirememektedir. Diplomasinin, bu bakımdan geliştirilmesi önemlidir. Kürdler her koşul altında, federasyon, bağımsızlık gibi talepleri olduğunu vurgulamak durumundadır.
Kürdler, Kürdistan’da ülke kurmanın yolunu yordamını aramalıdır. Türkiye, Kürdler için bir diyasporadır. Ankara’da, Haymana, Konya’da, Cihanbeyli, Kulu, Şereflikoçhisar gibi alanlarda, İstanbul’da, Esenyurt, Sultanbeyli, Avcılar gibi alanlarda, yani Kürdlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde, özel belediyeler (kantonlar) kurma çabası içinde olmalıdır.
Devletle yapılan görüşmelerde, arada, uluslar arası gözlemcilerin bulunmasında ısrarlı olunmalıdır. Kürd/Kürdistan sorunu bir iç sorun değildir. Uluslar arası bir sorundur. Sürece Birleşmiş Milletler’in katılması da istenmelidir.
Bir Kürd askeri gücünü varlığı elbette çok önemlidir. Kürdleri silah bırakmaya zorlayan bir zihniyetin, Kürd/Kürdistan karşıtı bir zihniyet olduğu açıktır.
Peşmergenin iyi savaştığı besbellidir. Ama, son aylarda, basından öğreniyoruz ki, peşmerge ordusunda generallerin sayısı durmadan artıyor. Bu, olumsuz bir gelişmedir. Türk ordusunu taklit etmek sağlıksız bir gelişmedir. Peşmerge, peşmerge olarak kalmalıdır, mütevazi olmalıdır, Mesut Barzani gibi… Kürdler, bir devlet sahibi oluncaya kadar, albay, general, tuğgeneral, tümgeneral, korgeneral, orgeneral… gibi rütbelere tamah etmemelidir. PKK/KCK’nin bu konudaki tutumu olumludur. Mele Mustafa Barzani, Mele Mustafa olduğu için değerlidir, saygındır. “General Mustafa Barzani” ifadesindeki “general” sözcüğü, Mele Mustafa Barzani’ye daha büyük bir saygınlık vermez. Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti’nin Mele Mustafa Barzani’ye general unvanı verdiği biliniyor.
Halkların Demokratik Partisi’nin kurulduğu günlerde, Barış ve Demokrasi Partisi’nden bir milletvekili şöyle demişti. “Biz Halkların Demokrasi Partisi’ni, Kürd milliyetçiliğinin önünü kesmek için kuruyoruz. Kürd halkının, Kürd milliyetçiliğine eğilim göstermemesi için kuruyoruz.” Bu, çok talihsiz bir açıklamadır. Çünkü Kürd milliyetçiliğini Türk milliyetçiliği ile eşitleyen, Arap milliyetçiliği ile, Fars milliyetçiliği ile eşitleyen, aynı kefeye koyan bir açıklamadır. “Her türlü milliyetçilik kötüdür” şeklinde bir açıklamadır.
Türk milliyetçiliğine elbette karşı olmak gerekir. Çünkü Türk milliyetçiliği fetihçidir, asimilasyoncudur. Kürdlere asimilasyonu dayatır. Asimilasyona karşı direnenlerin imha ile karşılaştıkları yakından biliniyor. Cumhuriyet tarihinin Kürdlere ilişkin politikası, uygulaması bu değil midir? Devletin, Kürdlere ilişkin temel politikası, asimilasyon, inkar, imha değil midir? 1930’larda, dönemin Adalet bakanı, Ord. Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, Türk olmayanlar için neler söylemişti?
Kürd milliyetçiliğinin içeriği böyle midir? Kürd milliyetçiliği, baskı altında tutulan, inkar ve imha edilen Kürd değerlerini baskıdan kurtarmak, gün yüzüne çıkarmaktır. İnkar ve imha edilen, bunun için de her türlü devlet terörüyle yok edilmeye çalışılan kürdi ve kürdistani değerleri yaşamaktır. Bunun, bu sürecin kime ne zararı var? Irkçı ve sömürgeci devlet görüşüne, resmi ideolojiye zarar verdiği ise açıktır. Türk milliyetçiliği elbette zararlıdır. Çünkü Türk’ün dışındaki kimlileri yok etmeye, Türkleştirmeye gayret etmektedir. Kürd milliyetçiliğinin, başka hakları Kürdlüğe asimile etmek gibi bir amacı yoktur. Başka halkların ülkelerini işgal etmek, orada yerleşmek gibi bir amacı yoktur. Kürd milliyetçiliğinin amacı, kendisine yapılan baskıları, zulmü gerileterek kürdi, kürdistani değerler gün yüzüne çıkarmaktır. Bu bakımlardan, Türk milliyetçiliği ile Kürd milliyetçiliğini ayını kefeye koymak yanlıştır.
“Sen Türklüğe asimile olacaksın, Türklüğe asimile olmadığın sürece imha ile karşı karşıya kalacaksın” anlayışıyla, “ben Kürd kalacağım, kürdi, kürdistani değerlerle yaşayacağım” anlayışını aynı kefeye koymak iyi niyetli bir tutum değildir.
Kürdler, elbette milliyetçi olmalıdır. Ezilen yok edilmeye gayret edilen kürdi ve kürdistani değerlere sahip çıkmak için milliyetçi olmalıdır. Kendi anadilini bilmeyen, Türklüğe asimile olmuş bir Kürd’ün “ben milliyetçi değilim, enternasyonalistim …” vs. demesi bir ironidir. Bu sözde, tarih bilici, toplum bilinci yoktur. Ulusal olmayan, kendi ulusuna, ulusal değerlerine bu kadar yabancılaşan bir Kürdün “enternasyonalistim” demesi, insanı sadece gülümsetir.
Bunun gibi, “Ben bölücü değilim, enternasyonalistim…” diyen bir Kürd de tarih bilincine, toplum bilincine sahip değildir. Çünkü, bölünen sensin. Çünkü, senin ulusun, senin ülken bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış, senin kendinden haberin yok… Ben, Enternasyonalistim demek senin bu vurdumduymaz durumunu gizleyemiyor.
Türklük Sözleşmesi
Barış Ünlü, son üç-beş yıldır, Türklük Sözleşmesi, Türklük halleri konusunda çalışmalar yapıyor. 14 Şubat 2015’de, İstanbul’da, İBV’nda da bu konuda bir konferans verdi. Mesut Onatlı’nın, demokrathaber sitesinde yer alan, “Türklük, Sünnilik, Erkeklik ve Özgecan, 18 Şubat 2015” başlıklı yazısı bu konferans hakkında bilgi vermektedir.
Yukarıda, Barış ve Demokrasi Partisi’nden bir milletvekilinin, Halkların Demokratik Partisi’nin kurulduğu günlerde, 2012 sonlarında, “biz halkların Demokratik Partisi’ni, Kürdlerin, Kürd milliyetçiliğine eğilim göstermemesi için kurduk” dediğinden söz etmiştik.
Bu milletvekili Türkçe konuşuyor, Türkçe yazıyor, Türk dilinin gelişmesi için çaba harcıyor. Devletin hiçbir yaptırımıyla karşılaşmadan bunu doğal olarak yaşıyor. Bir Kürd, Kürtçe yazdığı, Kürdçe konuştuğu için, Kürd dilinin gelişmesi için çaba harcadığı için nelerle karşılaşıyor? Baskıyla, zulümle karşılaşıyor. Tek parti dönemini, 1950’leri, 1960’ları, 70’leri ve daha sonrasını düşünelim. Devlet, idari ve cezai yaptırımlarıyla bunu engellemeye çalışıyor. Devlet, idari ve cezai yaptırımlarıyla bu gelişmeyi engellemeye, baskı altına almaya çalışıyor. Sözü edilen milletvekili ne yapıyor? Kürdçe konuşan, Kürdçe yazmaya çalışan, Kürdçe’nin gelişmesi için çaba harcayan kişiyi, “sen milliyetçilik yapıyorsun, sen devrimci değilsin, milliyetçisin…” diye suçluyor. İşte, Türklük Sözleşmesi, Türklük halleri burada gündeme geliyor.
Bu milletvekili Türklük sözleşmesine imza atmamış olabilir. Hatta Türklük Sözleşmesinden haberi bile olmayabilir. Ama Türk olma, ona bir imtiyaz veriyor, o da Türk olmanın imtiyazından yararlanıyor, işte. Kendisi, Türkçe konuştuğu, yazdığı için hiçbir sorunla karşılaşmıyor, bunları doğal olarak yaşıyor. Kürdçe konuşan, Kürdçe yazmaya çalışan, Kürdçe’yi geliştirmeye çalışan kişileri de milliyetçi olmakla, devrimci olmamakla suçluyor. Türk olmanın imtiyazından yararlanıyor.