"Bir kelle soğanı bin kızıl elmaya değişmem!"
Said-i Kürdi (1876-1960) Kürdistan'ın Bitlis iline bağlı Hizan kasabasının yakınlarında bulunan İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde dünyaya geldi. Bu nedenle Said Nursi diye de anılmaktadır. İlk sıralarda kendini Said-i Kürdi diye adlandıran Said Nursi, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra başlayan yasal zorluklar ve başka gerekçeler nedeniyle bu adı pek kullanamaz. Ama kendini tanıyan insan yığınları tarafından hep bu ad ile bilindi. Said-i Kürdi’nin Kürtlerden istediği ulusal dayanışma ve ulusal sevgidir. Kürt toplumunun yüzyıllar boyunca dağınıklık ve bölünmüşlük yüzünden büyük acılar çektiğini gören Said-i Kürdi, ilerde göreceğimiz gibi Kürtlere çağrıları hep bu yöndedir. Diğer yandan bu parçalanmışlık karşısında Kürtlerin hep aldatıldığını öne süren Said-i Kürdi, sonunda Kürtlüğüne sığınarak bu tespitini adeta bir vecize (özdeyiş, aforism) haline getirir: "Biz Kürdüz aldanırız ama aldatmayız".
Said-i Kürdi'nin yaşamındaki dönemleri göz önüne getirdiğimizde, kendisinin bizzat böyle bir Kürt kişiliğinden etkilendiğini görüyoruz, hem de büyük bir bedel ödeyerek. Çünkü ilerde göreceğiz tüm yaşamı baskı ve zulüm altında geçmiştir. Her ulusu oluşturan fertlerin kendi halkını, ülkesini ve kültürünü yukarıda da değindiğimiz gibi sevmesi kadar doğal bir şey olamaz. Üstelik Kürtler gibi baskı altında olan, tehdit edilen, kovalanan halklar açısından yurtseverlik daha da yaşamsal bir önem kazanır. Türklerin Türkiye'yi, Farsların İran'ı veya Fransızların Fransa’yı sevmesi kadar doğal bir şey olamaz. Kürtlerin kendi ülkesini, halkını ve kültürünü sevmesi söz konusu olunca, Türkiye'de büyük gürültülerin koptuğuna sık sık tanık oluyoruz. Yani Cumhuriyet'in 1923 yılında kuruluşundan bu yana Türkiye’de insanların neyi sevip sevmediğine karar verecek bir dizi resmi mekanizmalar, yasalar, politikalar, merasimler ve semboller üretilmeye çalışıldı. Kürtler bir halk olarak yüzyıllardır böyle etnik bir baskıyla karşı karşıyadır. Bu zorbalık karşısında kalan Kürtler tepkilerini hem fert olarak, hem de yığınsal olarak tarih boyunca değişik biçimlerde dile getirmişlerdir. 19. yüzyılın başlarından günümüze kadar sürekli direnmişlerdir. Başlarını kaldırdıkları zaman bölücülük (separatizm) ile suçlanmışlardır. Öyle zamanlar gelmiştir ki tek tek insanların artık yapacağı birşeyler kalmamış, bu kez Kürtler sessizliğe gömülerek, insanlığın vicdanına sığınmışlardır. Kürtlerin tüm kültürel değerlerinin kökü kazınmış ve insanların etnik rütbeleri tek tek sökülmüştür. Bu baskılara maruz kalan şahsiyetlerden birisi de kendisinden çok söz edilen Kürt din adamı Said-i Kürdi'dir. Kendisi başından geçenleri şöyle dile getirir:
"Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mi zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsür senelik büyün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarıda, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde, bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan menedildim. Deflarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti".(1)
Said-i Kürdi’nin Kürt Referensları
Said-i Kürdi'nin yapıtlarını incelediğimizde kendisine bazı Kürt referansları seçtiğini görüyoruz. Said-i Kürdi'nin yaşamında önemli diğer bu Kürt şahsiyetlerinin etkisi son derece büyüktür. Zaman zaman Selahaddin Eyûbi, Molla Ahmedi Ceziri, Ahmedê Xanî, Mevlana Halit gibi şahsiyetlerin etkisinde kalmış ve bu Kürt şahsiyetlerine olan saygısı büyük olmuştur. Diğer yandan Halil Hayali, Müküslü Hamza ve Ahmed Ramiz gibi modern bazı Kürt milliyetçilerinin 20. yüzyıl başlarında Said-i Kürdi'nin İstanbul’daki yakın arkadaş çevresini oluşturduğunu görüyoruz. Said-i Kürdi, bazılarının adının arkasına kendi soyadı gibi "Kurdi " lakabını özellikle getirerek, bunların Kürt olduğunu vurgulamak ister, örneğin Molla Ahmed-i Cezir-i Kurdi.(2) Salahattin-i Eyyubi Kurdi.(3) Bunlardan yüzyıllar önce yaşayan Molla Ahmedi Ceziri Kürtçe bir divan kaleme almıştır. Klasık Kürt edebiyatındaki yeri Ahmedê Xanî kadar büyüktür. Klasik Kürt edebiyatının önemli simalarından birisi olarak tanınan Molla Ahmedi Ceziri'nin bu divanı bugün bir şaheser olarak tanınıyor. Saidi Kürdi 'nin kendisinden esinlendiği ve kendisine büyük bir saygı duyduğu şahsiyetlerden ikincisi büyük Kürt şairi ve düşünürü Ahmedê Xanî'dir. Daha gençlik yıllarında Beyazıt yöresine giden Said-i Kürdi, Ahmedê Xanî'nin türbesine kapanarak, kendisine sığınır. Ahmedê Xanî, Said-i Kürdi açısından bir esin kaynağı haline gelir.(4)
20. yüzyılın başlarında bilindiği gibi İstanbul modern Kürt milliyetçiliğinin bir merkezi haline dönüşür. Burada birçok Kürt aydını ve milliyetçisi Kürt kültürünün gelişmesi için büyük hizmetlerde bulunurlar. Bunlardan üçü, Mutkili Halil Hayali, Müküslü Hamza ve Liceli Ahmed Ramiz hem Said-i Kürdi'nin şahsiyetinden etkilenirler, hem de Said-i Kürdi'nin referansları arasına girerek onu etkilerler. Kısacası bu üç Kürt şahsiyeti ve Said-i Kürdi arasında önemli kültürel bağlar oluşur.
Bunlardan birincisi Halil Hayali, çağımızın başında yetişen en ateşli ve en bilinçli Kürt aydınlarından birisidir. Özellikle ulusal dilin önemini kavrayan, bu alanda büyük hizmetlerde bulunan aydınların başında gelmektedir. Said-i Kürdi, Divan-ı Harb-i Örfi adlı yapıtında bu Kürt şahsiyetinden övgü ile söz eder. Önce anadilin (lisan-ı mâderzâ) önemine değinenen Said-i Kürdi, şu çarpıcı belirlemede bulunur: "İnsanda kaderin sikkesi lisandır".(5) Daha sonra sözü Halil Hayali'ye getirir: "... İşte hamiyet-i millinin bir misalini size takdim ediyorum ki, o da Mutkili Halil Hayali Efendi'dir ki hamiyet-i millinin her şubesinde olduğu gibi, bu şube-i lisan meydanından... ihraz eylemiş. Ve lisanımızın esası olan elif-ba ve sarf ve nahfini vücuda getirmiş".(6) Said-i Kürdi'nin burada "lisanımız" diye bir belirlemede bulunması, kendi anadilinin Kürtçe olduğunu gösteriyor. Said-i Kürdi, daha sonra Halil Hayali ve benzerlerinin gelecekteki rollerine değinir: "... bizim istikbalimizi onun gibi ümidinden bir çok cevahir ışıklandıracaktır".(7)
Bitlis'in Mutki ilçesinden olan Halil Hayali, özellikle Kürt grameri konusunda önemli çalışmalar yapar ve bu çalışmaları bir dönem Ziya Gökalp ile birlikte de yürütür. Ama Ziya Gökalp daha sonra bu notları yaktığını söyler.(8) Kendisi birkaç dil bilen Halil Hayali, İstanbul'da okuyan Kürt öğrencileri üzerinde oldukça etkili olur.(9)
Said-i Kürdi ile yakın dostlukları olduğu anlaşılan diğer bir Kürt şahsiyeti de Müküslü Hamza'dır. Bu Kürt şahsiyeti, 1919 yılında Ahmedê Xanî'nin Mem û Zîn adlı ölümsüz yapıtını basıma hazırlayarak, İstanbul'da yayımlar. Mem û Zîn adlı bu destan için ayrıca bir önsöz yazan Müküslü Hamza, daha sonra Suriye'ye geçerek, orada Kürtçe öğretmenlik yapmıştır. Said-i Kürdi'nin yaşamı konusunda ilk biyografilerden birisini kaleme alan Müküslü Hamza, diğer yandan Said-i Kürdi'nin önemli bir şahsiyet olduğunu ilk kez kavrayan Kürtlerin başında gelmektedir.(10)
Said-i Kürdi'nin yakın Kürt arkadaş çevresini oluşturan üçüncü bir kişi de, Ahmed Ramiz'dir. Liceli olan Ahmed Ramiz, Said-i Kürdi'nin 1909 yılında kaleme alınan Divan-ı Harb-i Örfi adlı yapıtının ikinci baskısı için bir önsöz yazar. Ahmed Ramiz, bu önsözünde Said-i Kürdi'nin kişiliğini okuyucuya tanıtır. Eğitime büyük önem veren Ahmed Ramiz´in,1910 yılında İstanbul'da açılan ve Meşrutiyet Mektebi diye adlandırılan Kürt Okulu'nun müdürü olarak çalıştığı da öne sürülür.(11)
Modern Kürt Milliyetçiliğiyle Tanışması
Çağımızın başında Türkiye ve Kürdistan'da sesini duyuran Said-i Kürdi özellikle adıyla, giyim-kuşamıyla, düşünce ve eylemleriyle Kürtler arasında büyük bir ilgi uyandırır. Said-i Kürdi'nin Kürt ulusal giysilerini giyerek, halk arasında dolaşması, özellikle İstanbul'da okuyan Kürt gençleri tarafından sevgi ile karşılanır, bunlardan birisi de o yıllarda İstanbul'da bulunan Kadri Cemil Paşa'dır: "Özellikle Nur talebleri üstadı meşhur Molla Said'in yakışıklı, babayiğit tavrıyla Kürtlere mahsus giydiği şal ü şepık elbisesi ve koloz mendili ile başı yükseklerde dolaşmasını izlemekten pek zevklenirdim".(12) Said-i Kürdi'nin bu ulusal giysileriyle İstanbul sokaklarında dolaşması, diğer bazı insanların ilgisini çeker ve Kürtler arasında büyük bir heyecan yaratır.
Kaynaklarda Bediüzzaman, Said Nursi, Mola Said ve başka adlarla anılan Said-i Kürdi'nin soyadı olarak kullanılan Kürdi sözcüğü, Türkiye'deki resmi, yarı-resmi şöven çevreler arasında büyük bir rahatsızlık yaratır. Değil soyadı, adı da bir huzursuzluk kaynağı olur. Bu kez başka bir Said'i yani 1925 ayaklanmasının lider Şeyh Said'in adını çağrıştırdığı için, "Saidlerin" bir kategori olarak dışlandığı ve aşağılandığı görülür. Said-i Kürdi'nin kendisi de zaman zaman bu sözcüğün (Kürdi) sıkıntı konusu olduğu durumlarda, yerine Said Nursi veya diğer takma adlarını kullanmak zorunda kalmıştır. Hatta Türkiye'deki mahkemeler, bu soyadı krizinden kurtulmak için kendisine bir ara “Okur” soyadını takmışlardır.(13) Said-i Kürdi’nin giysileri ve soyadı gibi sembolik değerler, görüldüğü gibi Kürt ulusal bilincinin Kürtler arasında yerleşmesi konusundan halk arasında büyük bir etki yaratır. Said Nursi'nin bu iki yanı, ulusal aydınlanmada sembollerin ne kadar önemli ve etkili olduğunu gösteriyor.
Said-i Kürdi, Meşrutiyet ilan edilmeden önce İstanbul'a giderek, Kürdistan'ın değişik yerlerinde eğitim kurumlarının açılması için bazı girişimlerde bulunur. Türkçeyi bilmeyen vatandaşlar için yöre koşullarına uygun bir eğitimin gereklililiğine değinen Said-i Kürdi, Kürdistan'ın üç yöresinde bazı okulların açılmasını ve Kürtçe bilen görevlilerin buralara atanmasını ister. Bu konuda yetkililere 1907 yılında bir dilekçe sunar. Bu dilekçenin bir örneği daha sonra 1908 yılında Şark ve Kürdistan Gazetesi'nin birinci sayısında yayımlanır.(14) Said Nursi'nin bu girişimi her nedense Saray çevrelerince kuşku ile karşılanır. Kendisi önce tımarhaneye, daha sonra Toptaşı cezaevine konulur. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılır. Said-i Kürdi'nin 1907 yılında başına gelenler, yaşamında derin izler bırakır. Daha sonraki konuşma ve yazılarında zaman zaman bu eski günlere dönerek, niçin bu tür tehditlere boyun eğmek istemediğini şöyle açıklar: "Ey Kürdler! Tımarhaneyi kabul ettim. Ve Kürdlüğü lekedar etmemek için irade-i padişahı ve maaş ve ihsan-ı şahaneyi kabul etmedim".(15)
Said-i Kürdi'nin eğitim alanındaki en önemli çabası, 1910 yılında İstanbul'da kurulan Kürd Neşr-i Maarif Cemiyeti'nin kurucuları arasına katılmış olmasıdır. Said-i Kürdi'nin dışında önemli Kürt şahsiyetlerinin de kurucusu olduğu bu dernek, eğitim alanında Kürtlere değişik hizmetler götürmek amacıyla kuruldu. Kurucuları arasında Ali Emin Bedirhan, Abdullah Cevdet gibi önemli Kürt şahsiyetleri de bulunuyordu. Daha önceleri kendilerinden söz ettiğimiz ve Said-i Kürdi'nin yakın arkadaşlarından olan Halil Hayali ve Liceli Ahmed Ramiz'in de bu derneğin kurucuları arasında olduğunu görülür.(16)
1918 yılında İstanbul'da kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti'nin kuruluşunda da Said-i Kürdi'nin emeği geçer. Bu konuda Kadri Cemil Paşa, şunları söyler: "Mondros Mütarekesi'yle savaş sona erince İstanbul'da bulunan Kürt vatanseverleri, Kürdistan'ın bağımsızlığını elde etmek amacıyla Kürdistan Teali Cemiyeti adıyla siyasi bir cemiyet kurmuşlardı. Bu cemiyetin kurucuları olan Bediüzzaman Molla Said, Müküslü Hamza, Mutkili Halil Hayali Beyler faaliyete geçerek, cemiyete üye kaydetmekteydiler.”(17) Kürtlerin istemlerini yabancı elçiliklere ileten komitenin içinde Said-i Kürdi de bulunmaktadır.(18)
Çağımızın başında gelişen modern Kürt milliyetçiliğini incelediğimizde, Said-i Kürdi'nin önemli şahsiyetlerden birisi olduğu ve adından sık sık söz edildiğini görüyoruz. Said-i Kürdi, Kürtlerden birlik ve beraberlik içinde olmalarını ister, bu konuda Kürtlere öğütlerde bulunur. Kürtlerin en büyük sıkıntılarından birisinin iç çekişmeler (ihtilaf-ı dahili) olduğu görüşünü öne sürer.(19) Kürtlerin asıl düşmanları olarak şu tehlikelere dikkatleri çeker: yoksulluk, cehalet, çekişme. Bunlardan kurulmanın tek yolu da, Said-i Kürdi'ye göre birlik (ittifak) olmaktır. Bu yüksek mertebeye ulaşabilmenin yolunun eğitimden geçtiğini belirten Said-i Kürdi, Kürtlere son bir öğütte bulunur: "Okumak, okumak, okumak".(20)
Bu tespitlerden yola çıkan Said-i Kürdi, böylece halkı uyandırma ve aydınlatmanın tek yolunun eğitim olduğunu öne sürer. Kendisi bu çerçevede Kürt milliyeçiliğine katkıda bulunur. Sorunun politik yönü kendisini pek fazla ilgilendirmez. Bu konuda yapılabilecek bir şey varsa, ona göre konuyu çözecek olan "Devlet-i Aliye" dir.(21) Said-i Kürdi aktif politik mücadeleden ziyade, insani haklar çerçevesinde Kürt sorununa eğilir. Said-i Kürdi'yi bu konuda bir insan hakları savunucusu olarak görüyoruz. Yok eğer politik mücadeleye aktif olarak katılmış olsaydı, Şefket Süreya Aydemir'in değindiği gibi, Kürtleri toparlamakta olağanüstü bir enerjiye sahipti, Aydemir bu konuda şunları söyler: "... Ama muhakkak ki ateşli bir insandı ... Yahut da ihtiraslı bir mücadele adamı olarak enerjisini daha belirli davalara yöneltmesi mümkün olurdu. Mesele, çok cepheli, çağdaş bir Kürt milliyetçiliğine..."(22) Diğer birçok Kürt gibi bu yıllarda Said-i Kürdi de etnik sorunların ancak İmparatorluğun sınırları çerçevesinde çözülebileceği görüşündedir. Said-i Kürdi konusunda bir inceleme kaleme alan Şerif Mardin bu görüştedir: "Bediüzzaman'ın ilgisi ve duyarlılığı ayrı ve belirgin bir Kürt kimliği üzerine odaklaşıyordu; ancak aynı anda İmparatorluk dahilindeki bütün etnik grupların Osmanlılar olarak işbirliği yapabilecekleri inancını da dile getirmekteydi".(23)
Said-i Kürdi’de Kürdistan Romantizmi
Said-i Kürdi'de bir İstanbul-Kürdistan karşıtlığını görüyoruz. Birbirine zıt iki dünyadan birisinde yani İstanbul'da bir ara kalan Said-i Kürdi buradan bir an önce uzaklaşmak ister. Yazılarında bu kez Kürdistan'ı yüceltmeye başlar. Said-i Kürdi, Kürdistan dağlarının ve insanlarının hayranıdır. Bu romantizm ile hareket eden Said-i Kürdi, kendisini en sade Kürtlerden birisi olarak kabul eder: "Ben ummi ve bedevi bir Kürdüm".(24) Ailesi hakkında: "Ben bir hamalın oğluyum" der.(25) Bu biçimindeki mütevazi açıklamalar, Said-i Kürdi'nin geniş yoksul halk katmanları tarafından sevilmesini çok etkiler. Çünkü onlarla özdeşleşir. Türkçe ve Arapça yazdığını ama Kürdçe düşündüğünü belirtir.(26) İstanbul'da kaldığı sürece, Kürt yoksullarının yaşadığı yöreleri dolaşarak, onların sorunlarına çare arar. Bu yıllarda İstanbul'da 30.000 civarında Kürt bulunmaktadır. Kendi anlatımıyla "Kürtlerin umumi yerleri ve kahvehaneleri"ni gezen Said-i Kürdi, onları doğru yola getirmeye çalışır: "Kürt kavmini lekadar etmelerinden korktum" der.(27) Said-i Kürdi'nin böyle bir ortamda Kürtlere "dert babası" olması, onlara sözcülük ve öncülük etmesi, kendisinin ateşli bir Kürt yurtseveri olduğunu gösteriyor. Kürtlere toz kondurmamak için büyük çaba harcayan Said-i Kürdi, Kürt oluşuyla sürekli övünür ve bunu her alanda dile getirir. İstanbul'da kaldığı sürece Kürdistan'ın perişan durumunu düşünür. Said-i Kürdi'ye göre bundan kurtulmanın tek çaresi eğitimdir: "Bir buçuk senedir burada, Kürdistan'da neşr-i maarif için çalışıyorum".(28)
Said-i Kürdi, kötü Kürtlerden nefret eder, gerekirse o tür Kürtlükten istifa edebileceğini de belirtir ve gerçek Kürtlerde bulunması gereken vasıfları şöyle sıralar: "Cesaret, sadakat ve diyanetin ünvanı olan tabii Kürtlükle iftihar ediyorum".(29) Said-i Kürdi sürekli horlanan, geri bırakılan, yoksulluk ve cehalet içinde bulunan Kürtlerin çektiği çileyi yakından izleyen birisidir. Tüm bu güçlüklere rağmen, Kürtlerin "vefakar, safdil, namusperver" oldukları görüşündedir. Bu temiz duygulara sahip bir halkı: "Biz Kürdüz aldanırız fakat aldatmayız" diye tanımlar.(30) Bir an önce bu soylu insan ilişkilerinin hakim olduğu Kürdistan'a dönmek için çabalayan Said-i Kürdi, bu temiz düş dünyasının bir karşıtı olan İstanbul'dan ayrılmak kararını verir. Said-i Kürdi'ye göre, İstanbul kocamıştır, kötülük saçmaktadır ve İstanbul'u "zehirli bir bal"a benzetir (31) ve İstanbul'un hasta döşeğinde olduğunu söyler: "... Vakta ki İstanbul'u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, bir divanelikle taltif edildim.”(32) İstanbul'un bu durumunu gören Said-i Kürdi, Kürdistan'ı İstanbul'a tercih eder. Ona göre soylu insan ilişkilerinin hala bozulmadığı bir yer varsa; o da Kürdistan'dır. Said-i Kürdi sonunda Kürdistan'a gider: "Ben Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvalimi Kürdistan kapanıyla tartmalı, hassas olan medeni İstanbul mizanıyla tartmamalısınız."(33) Said-i Kürdi'nin bu tespitinden çıkan önemli bir sonuç da, kültürel ayrılıkların bir gerçek olduğudur. Said-i Kürdi bununla Kürtlerin kendilerine has kültürleri olduğuna dikketleri çekmek ister.
Said-i Kürdi'de rastlanan bu İstanbul-Kürdistan karşıtlığı oldukça yoğun ve belirgindir. Ona göre İstanbul yaşanılacak bir yöre değildir. Bu nedenle 1925'lere kadar yaşamını sürdüreceği Kürdistan'ın güzel beldelerinden birisi olan Van yöresine gider. Osmanlılar ve özellikle de İmparatorluğun başkenti Konstantinopel konusunda bazı araştırmaları olan Philip Mansel, Said-i Kürdi'deki bu İstanbul-Kürdistan karşıtlığına değinir ve Said-i Kürdi'nin "şer kokusu"nun hakim olduğu bu şehirden bir an önce uzaklaşmak istediğini belirtir.(34) Haritaların Van’ından başka güzellikte bir Van yaratan, yücelten ve biricikleştiren Yaşar Kemal ve İsveçli şair Gunnar Ekelöf’ün yapıtlarındaki kahramaların Van hasretiyle de karşılaştırabiliriz. Yaşar Kemal’in romanlarında Çukurova ve İstanbul’un karşıtı bir diyar olarak yarattığı Van’da kimsenin kimseyi incitmediği, karıncaların yolunu kimsenin kesmediği görülür. Romanlarında Van adlı bu diyar yüceltilir. İsveçli şair Gunnar Ekelöf’ün bundan 50 yıl önce 1965 yılında Vanlı bir Kürt beyinin maruz kaldığı baskılar üzerine kaleme aldığı destanda da Van aynı biçimde insani bir işlev görür. Sürdürülebilir bir yaşamın dayanıklı temel değerlerinin sadece bu Kürt beldesinde var olduğu dile getirilir. Bizans döneminde tutuklanan ve İstanbul’a götürülen Kürt beyi burada büyük işkenceler görür. Salıverilmeden önce gözlerine mil çekilir. Daha sonra bir bakire eşliğinde ve büyük bir özlemle yaya olarak insan ilişkilerinin hiç bozulmadığı tertemiz, pirüpak kaldığı düşsel güzellikteki Van’ın yoluna koyulur.
Sürgün baskı ve terör
Said-i Kürdi 1925 yılında patlak veren Şeyh Said Ayaklanması nedeniyle Türkiye'nin Batı yöresine sürgün edilir. Yaklaşık olarak 25 yılını sürgün, hapishane ve gözaltı koşullarında geçirir. Said-i Kürdi, bu ayaklanmaya aktif olarak katılmamasına rağmen, birçok suçsuz insan gibi o da devlet baskısına hedef olmuş ve Isparta yöresine sürgün edilmiştir. Devletten gelen kötülükler bitmez artık. Şeyh Said Ayaklanması ile ilişkisi olduğu öne sürülerek, Trabzon üzerinden İstanbul'a sürgüne gönderilen kafileye Said-i Kürdi de dahil edilir. Buradan Burdur'a, oradan Isparta’ya sürülür. Daha sonra Isparta'nın Barla nahiyesinde 8,5 yıl zorunlu ikamete tabi tutulur. Bu cezası bittikten sonra Eskişehir'e götürülerek hapishaneye konulur. Buradan da Kastamonu'ya sürülür. Kastamonu'da 7 yıl sürgünde yaşayan Said-i Kürdi, buradan Ankara'ya getirilir. Yaklaşık 15 yılını Barla ve Kastamonu’da geçirir. Tekrar tutuklanarak Denizli'de hapishaneye konulur. 1944 yılında bu kez Afyon yöresinde bulunan Emirdağ ilçesine sürgün edilir. Bu sürgün olayından sonra tekrar tutuklanarak Afyon hapishanesine gönderilir. Görüldüğü gibi Said-i Kürdi'nin yaşamının yaklaşık yirmi beş yılı sürgün ve hapiste geçer. Tüm bu zor koşullara rağmen, Kürtlere yapılan kötülük ve baskılara karşı sessiz kalmaz:
"İslamiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddi dindar ve dinine samimi hürmetkar Türklük Milliyetine bütün bütün zıd bir süretle, frenklik manasında Türkçülük namıyla, tahrifdarane ve bid'akarane bir fetva ile ‘Türkçe kamet et!’ diye, benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakiki Türklere pek hakiki dostane ve uhuvvetkarane münasebetdar olduğum halde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile? Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihat arkadaşı olan Kürdlerin milliyetini kaldırıp, onların dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-i vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfidir. Eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz".(35)
Said-i Kürdi'nin bu sert açıklaması birkaç açıdan önemlidir. Birincisi, Said-i Kürdi kendisinin başka bir milletten olduğunu açıklayarak etnik kökeni konusunda net konuşmuş olmasıdr. Milletlerin baskı yoluyla susturulamıyacağını belirtmesi son derece önemlidir, bunu vahşi bir davranış olarak kabullenir. En önemlisi de, Said-i Kürdi bu açıklamasında kızgınlığının tonunu daha da arttırak, Kürt halkı üzerindeki baskıları şiddetle protesto eder. Kendisi ırkçı-şöven Türkçü akımları sürekli eleştirmiştir. Cumhuriyet yıllarında Kürtlere yapılan haksızlığın bilincindeydi, kendisi bizzat sürgüne gönderilerek bu haksızlıktan nasibini yeteri kadar almış ve siyasi kurbanların arasında bulunuyordu. Bu nedenle Said-i Kürdi'nin sözleriyle olmasa dahi (bunun yasal ve yarı-resmi zorlukları zaten ortadadır) yüreğiyle hangi saflarda olduğunu kestirmek güç olmayacaktır.
Said-i Kürdi 1926 yılında tutuklanarak sürgüne gönderilmesinden sonra yukarıda da değindiğimiz gibi kendisi hakkında bir dizi soruşturma mahkemelerde açılır. Bu arada kendi Kürt kimliği de sorgulanır. Bu yolla yıpratılmaya çalışılır. Değil yalnız mahkemelerde, bu yıllarda medyanın bazı kalemleri de kendisine karşı cephe alırlar. Said-i Kürdi, bu tür eleştirilere Kürt-Türk kardeşliğini temel alarak karşı çıkar ve kendini savunmaya çalışır. Özellikle Türkçü akımların bu türlü saldırıları karşısında sessizliğini bozar ve onları mahkeme karşısında mahkum etmeye çalışır. Onları Türklük perdesi arkasında saklanan "hamiyetifüruşlar" olarak tanımlar.(36)
Said-i Kürdi’nin sökülen rütbeleri
Said-i Kürdi'nin kitaplarında geçen Kürtlere ilişkin belirlemeler ve düşüncelere karşı Türkiye'de sürekli resmi ve yarı-resmi bir sansür uygulanmıştır. Kaynaklarda geçen Kürtler, Kürdistan, Kürtçe veya Kürtlerin varlığını dile getiren diğer tüm kavramların yerine ya başka sözcükler getirilmiş veya bu kavramlar tümüyle yapıttan çıkarılmıştır. Said-i Kürdi'nin ölümünden sonra bu çarpıtma seferberliği daha da hızlandırılır. Yasal gerekçeler dışında, Türkçü bazı İslam çevrelerinin Said-i Kürdi'nin etnik kökenine veya bu alandaki düşüncelerine karşı bir inkar politikası geliştirdikleri görülür. Türkiye'de yayımlanan Dava Dergisi 1993 yılında 40. sayısından başlayarak, şimdiye kadar Said-i Kürdi'nin yapıtlarında yapılan çarpıtmaları ve yapıtların orjinal nüshalarıyla karılaştırmalı bir biçimde okuyucuya sunarak, bu konuda önemli bir görevi üstlenmiş oldu. Dergide dizi olarak yayımlanan çarpıtmalar, diğer yandan Kürt tarihi yazımı konusunda Türkiye'de ne türlü zorlukların yaşandığını da ortaya sermiş oldu. Bu ilginç yazı dizisi, derginin birkaç sayısında devam etti.(37) Bu dizide Kürdistan: Şark, Şarki Anadolu, Vilayet-ı Şarkiye... Kürtler: Şarklılar, göçerler, vatandaşlar, hemşeriler, bedevi, adam gibi sözcüklerle gösterilmiştir. Çarpıtmalar başka alanlarda da sürmüştür, örneğin Bizim Kürtler: bizim hemşeriler biçiminde değiştirilmiş veya Kürtler: Bizler haline getirilmiştir. Gerektiğinde bazı bölümler bir bütün olarak çıkarılmıştır, örneğin Divan-ı Harb-i Örfi adlı yapıtının sonsöz kesitini oluşturan Hatime adlı kesit tümüyle kitaptan çıkarılmıştır. Kürtlerin artık uyanması gerektiği konusunda ajitatif bir çağrı niteliğindeki bu kesit şöyle başlar: "Ey Asuriler ve Kiyaniler'in cihangirlik zamanında pişdar, kahraman askerleri olan aslan Kürtler! Beşyüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız yeter, sabahtır. Yoksa sahrayı vahşette, vahşet ve gaflet sizi gâret edecektir."(38) Daha sonra Tenvir Neşriyat yayınevi olarak Said-i Kürdi'nin yapıtlarını asıl orjinallerine sadık kalarak, Eski Said Eserler Serisi başlığı altında yeniden basmıştır. Bu konuda yapılan çarpıtmaları ortaya seren başka çabalar da oldu.
Said-i Kürdi'nin Kürt yurtseveri olmadığını öne süren bazı Kürt aydınları nedense, 1925 yılından itibaren Türkiye'de her türlü muhalefetin susuturulduğu dönemden örnekler sunarlar. İnsanların bu yıllarda kendisini ifade etmesi, üstelik Said-i Kürdi gibi bir kişinin Kürtlerin istemleri konusunda bir açıklamada bulunması son derece güçtür. Özgür koşulların olmadığı bir ortamda veya baskı koşullarında insanları suçlamanın bir anlamı yoktur. Çünkü Türkiye'de 1925-1950 yılları arasında Kürtler üzerinde büyük bir siyası baskı vardır. Bu nedenle Said-i Kürdi'nin ne kadar Kürt yurseveri olduğunu öğrenmek istiyorsak, baskının göreli olarak daha az olduğu dönemlere bakmak gerekir. Said-i Kürdi'nin Türk kökenli taraftarlarının Said-i Kürdi'nin "ırkçı" veya "bölücü" olmadığını ileri süren görüşleriyle, ne demek istediklerini zaten biliniyor. Evet, Said-i Kürdi kesinlikle ırkçı değildi. Ama hemen şunu da belirtmek gerekir ki Said-i Kürdi, Kürtlerin temel insan hak ve özgürlüklerinin ayaklar altına alınmasına göz yuman birisi hiç değildi. Said-i Kürdi'nin asıl ırkçılara, özellikle şefleri olan Ziya Gökalp'e söyledikleri ortadadır:
"Köylüyüm diye ta'n etme [kötüleme] beni
Ben de kibarım
Bir kelle soğanı
Bin Kızıl Elmaya değişmem!"(39)
Said-i Kürdi'yi bölücülükle suçlayan bazı Türk çevreleri zaman zaman kendisini eleştirmişlerdir.(40) Said-i Kürdi, ırkçı olmadığını, yaşamının büyük bir bölümünü Türkler arasında geçtirdiğini ve özellikle sürgün koşullarında Türklere hizmetlerde bulunduğunu belirtir.(41) Said-i Kürdi'nin bu tür savunma amaçlı söylevlerinden yola çıkan bazı Kürt çevreleri de, Said-i Kürdi'nin Türklere methiyeler dizdiğini öne sürmüşlerdir. Bu da doğru değildir. Said-i Kürdi'nin söylediği ajitatif bazı sözlerin hangi ortamda söylendiğini saptamak çok önemlidir. Bu açıklamaları böyle tarihi bir çerçeveye oturtmadan, Said-i Kürdi'nin milliyetçilik konusundaki görüşlerini yakalamak olanaklı değildir.
Son yılları
Yaşamının büyük bir kesimini Kürdistan'dan uzak yörelerde ve güç koşullarda geçiren Said-i Kürdi'nin üzerindeki baskılar ancak Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle ortadan kalkabilmiştir. Ama kitaplarına yönelik soruşturmalar bitmek tükenmek bilmez. Nurculuk hareketine karşı Türkiye'de binlerce dava açılır. 1935-1960 yılları arasında yaklaşık olarak 25 yıl boyunca öğrencileriyle birlikte mahkeme-mahkeme dolaşır ve bu arada kendi Kürt kimliği mahkemelerde sorgulanır. Eskişehir'de başalayan ilk davasında kelepçe yetmediği için, Isparta'dan Eskişehir'e getirilen taraftarlarının eli çamaşır ipiyle bağlanmıştır. Said-i Kürdi'nin başına gelenler ve bu dönemdeki baskılar başlı başına bir inceleme konusudur.(43) Ölmeden önce Kürdistan'a dönen Said-i Kürdi, 1960 yılında Urfa'da vefat etmiştir. Ölümünün Nevroz kutlamalarını yapıldığı bir sıraya rastlaması, kendi dindar Kürt taraftarları nezdinde daha da anlamlı bulunur. Böylece yıllar önce sık sık kendisiyle övündüğü "Kürdistan'ın yüksek dağları"nda gözlerini yaşama yummuştur. Said-i Kürdi kesinlikle İslam kardeşliğinden yanaydı ama büyük kardeşin diğer kardeşe yaptığı haksızlık karşısında boyun eğecek birisi değildi. Said-i Kürdi "kardeşlik edebiyatı"nın ne anlama geldiğini Türkiye gerçeğinde bizzat yaşayarak görüyordu. Cumhuriyet döneminde Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve terörü yaşadıkça, en azından şu gerçeği görmemezlikten gelemezdi: kardeş, kardeşin dilini kesmez. Said-i Kürdi herşeyden önce bir müslümandı, müslüman Türk din kardeşlerine olan sevgisi büyüktü. Ama Türkiye'deki din kardeşlerinin yaptıklarının kendisini kesinlikle hayal kırıklığına uğrattığını kestirebiliriz. Said-i Kürdi tekrar Kürtlüğüne sığınır: "Biz Kürdüz aldanırız ama aldatmayız."(43)
Sonuç
1990 yılında İsveç’te çıkan Bergehadlı bir dergide yayımlanan Unutulmuşluğun Bir Öyküsü: Said-i Kürdi adlı yazımın ardından 25 yıldan fazla bir zaman geçti.(44) Bir yıl sonra yazının genişletilmiş bir varyantı aynı adla bir kitapçık olarak da yayımlandı.(45) Bir okuyucunun da belirttiği gibi yazı veya kitabın adı çok şey ifade ediyordu: “… kitabın adı bile eski vefasızlığımızı ve yeniden sahip çıkmamızı birlikte dile getiriyor.”(46) Bu yazım yayımlandığında okuyucular tarafından çok konuşuldu. Bu Kürt şahsiyetinin Kürt kimliği ilk kez böyle etraflıca ele alınıyordu. Atatürkçü ve sol düşüncelerin hakim olduğu bu yıllarda bu Kürt din adamını Kürt tarih yazımına katmak ve bu bağlamda değerlendirmek pek de cazip karşılanacak bir konu değildi. Çünkü din adamları bu dönemde çoğunlukla “örümcek kafalı” ve “gerici” kesimler olarak topa tutuluyor, eleştiri oklarına hedef oluyordu. Ama tarih bu kesimleri haksız buldu. Said-i Kürdi en sonunda Kürt tarihindeki mümtaz yerini aldı ve günümüzün en renkli Kürt şahsiyetlerinden birisi haline geldi. Son otuz yılda üzerine yazılan kaynaklar çığ gibi büyüdü. Bir Said-i Kürdi Bibliyografyası henüz yazılmadı. İlerde böyle bir çalışma yazıldığında bu konuda değişik dillerde yazılmış kaynakların sayısını birçok kimse kadar gerçekten ben de çok merak ediyorum.
Dipnotlar
1) İsmail Kara, Bediüzzaman Said Nursi: Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi II, Metinler - Kişiler, İstanbul, 1987, s. 485
2) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, 1992, s. 42
3) A.g.e., s. 55
4) Abdurrahman Nursi-Müküslü Hamza, Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayat, 1992, s.15
5) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 61
6) A.g.e., s. 61
7) A.g.e., s. 61
8) Rohat Alakom, Ziya Gökalp'in Büyük Çilesi: Kürtler, 1992, s. 47-48
9) Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, 1991, s. 34
10) Abdurrahman Nursi-Müküslü Hamza, Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayat, 1992
11) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi (Bu kitabın ikinci baskısı için Ahmed Ramiz tarafından bir önsöz yazılmıştır.)
12) Kadri Cemil Paşa, Doza Kürdistan, s. 28
13) Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflariyle Bediüzzaman Said Nursi, s. 356
14) Rohat Alakom, Eski İstanbul Kürtleri, 1998, s. 74-76
15) Bediüzzaman Said Nursi, Nutuklar ve Makaleler, s. 30
16) Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasi Partiler, 1986, cild: II, s. 215
17) Kadri Cemil Paşa, Doza Kurdistan, s. 56
18) A.g.e., s. 57
19) Bediüzzaman Said Nursi, Nutuklar ve Makaleler, s. 58
20) A.g.e., s. 60
21) A.g.e., s. 70
22) Şefket Süreyya Aydemir, Enver Paşa II, 1986, s. 150
23) Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, 1992, s. 61
24) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s.12
25) A.g.e., s. 18
26) Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, 1992, s. 5
27) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 10
28) A,g.e., s.18
29) Bediüzzaman Said Nursi, Nutuklar ve Makaleler, s. 30
30) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20
31) A.g.e., s. 28
32) Bediüzzaman Said Nursi, Nutuklar ve Makaleler, s. 14
33) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 32
34) Philip Mansel, Dünyanın Arzuladığı Şehir: Konstantinopolis, çev. Şerif Erol, 1996, s. 318
35) Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 1990, s. 403
36) İsmail Kara, Bediüzzaman Said Nursi: Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi II, Metinler - Kişiler, s. 346
37) Serkelam: Risale-i Nur'un Değiştirilmesi, Dava, nr 40, 1993. Said Nursi'nin kitaplarında çarpıtmalar yapan bazı çevreler, Dava dergisinin bu çarpıtmaları ortaya çıkaran kampanyasından rahatsız oldukları görülüyor. Hatta dergiyi bölücülükle suçlamışlardır. Bu konuda bak. Risale-i Nuru Kim Tahrif Etti, Dava, nr 41/1993
38) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 59
39) Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflariyle Bediüzzaman Said Nursi, 1988, s. 134
40) Uğur Mumcu, Said-i Kürdi, Cumhuriyet, 27.03.1990 nüshası
41) İhsan Işık, Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk, 1990, s. 105-108
42) Bekir Berk, Türkiye'de Nurculuk Davası, 1975, s. 19
43) Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20
44) Rohat Alakom, Unutulmuşluğun Bir Öyküsü: Said-i Kürdi, Bergeh, 1990, s.17-35
45) Rohat Alakom, Unutulmuşluğun Bir Öyküsü: Said-i Kürdi, Fırat Yayınları, 1991
46) http://www.ozgurroman.com/romanlar/sayfalar.aspx?rid=5910 (12/7 2017)