Bir Kürd Dengbêjin Hikayesi
Onunla ilk tanışmam, Santiago de Compostela Universitesi İspanyol Dili ve Kültürü kursunda olmuştu. Kursun yaz döneminde, kurs ögrencileri birer konu seçip, konu hakkında sunum yapacaklardı. Ben de konu olarak, Endülüs Emevi Devleti döneminde üç dinin ve kültürün (Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık) birlikte, barış içinde yaşadığı dönemi seçmiştim. Araştırmalarım esnasında, Müslümanların o dönemde kurmuş olduğu yüksek medeniyet beni derinden etkilediyse de, asıl şoku O’nu tanımakla yaşadım. O’nun küçük bir hikayesini ileriki bölümlerde okuyacaksınız. Hak vereceğiniz üzere, O ne küçük hikayelere, ne de büyük romanlara sığamayacak kadar “olağanüstü” bir insandır. Onun bu olağanüstü özelliklerinin yanında, çok daha küçük, mütevazi başka bir özelliği daha vardı ki, beni asıl olarak konu hakkında yoğunlaştıran neden de bu oldu. O, doğduğum topraklar olan, “dengbêj”lerin diyarı Kürdistan’dan sürgün ettirilen, geçtiği yerlerde kültürü, bilgisi ve muhteşem sesiyle herkesi hayran bırakan ve bir süreliğine yaşadığım topraklar olan İber yarımadasında hayata veda eden, yetkili otoritelerce flamenco’nun babası olarak kabul edilen, “dengbejlerin piri” bir Kürd idi.
Ziryab, takma adıdır. Bazı kaynaklara göre, melodik öten siyah bir kuş’un (Blackbird, Págaro Negro) adı olup, teninin renginden (esmer oluşu) ve sesinin güzelliğinden, diğerlerine göre ise, sesinin akıcılığına ve duruluğuna atfen altın su (zer ab) anlamında bu ada sahip olduğu belirtilmektedir.
Asıl adı Abdul Hasan Ali Ibn Nafi’dir. 789 yılında Musul’un bir Kürd köyünde doğar. Ailenin tek çocuğudur. Diğer bütün kardeşleri doğduktan bir süre sonra ölürler. Babası Nafi orta halli bir aile reisidir. Henüz küçükken ailesi Bagdat’a taşınır. Abdul Hasan Ali burada çok iyi bir eğitim görür. Çok parlak bir öğrencidir. Bilim ve edebiyatta ve özellikle coğrafya ve astronomi konusunda çok başarılıdır. Ama asıl başarısını müzik konusunda gösterir. Dönemin en büyük ve aynı zamanda sarayında baş müzisyeni olan İshak’ın yanında eğitim görür. Onun favori öğrencisidir.
Bağdat dönemin en ünlü bilim, kültür ve sanat merkezidir. Bugünkünün aksine, Bağdat o dönemde “barışın şehri” olarak anılmaktadır. Abbasi devletinin başkenti olan Bağdat, Halife Harun Reşit ile en parlak dönemini yaşamaktadır. Bu dönemde bilginler ve sanatçılar korunmuş ve desteklenmiştir.
Harun Reşit bir gün sarayın baş müzisyeni olan İshak’tan sarayındaki müzisyenlerden farklı, tanınmamış, yeni bir ses, bir müzisyen bulmasını ister. Baş müzisyen bu isteğin derhal yerine getirileceğini söyler ve bir süre sonra, halifenin karşısına en gözde öğrencisini çıkarır. Bu öğrenci Ziryab’dır. Ziryab çok heyecanlıdır. Bunun hayatının en önemli anlarından biri olduğunun farkındadır. Ancak, kendisine güveni tamdır. Halifenin sorduğu sorulara akıcı ve bilinçli cevaplar verir. Halifenin müzik konusundaki bilgisine ilişkin yaptığı soruya şu cevabı verir: “Evet, halkın bildiği şarkıların/türkülerin hepsini bilirim, bunun ötesinde benim bildiklerimin önemli bir kısmını ise hiç kimse bilmez, onları sizin için sakladım, eğer bana izin verirseniz daha önce hiç duymadığınız şarkılar/türküler söyleyeceğim size.” Bunun üzerine Halife hocası İshak’ın udunu getirmelerini emreder. Bu udu Ziryab’a verdikleri sırada, Ziryab tekrar söz alır: “Benim bir udum var. Onu kendi ellerimle yaptım. Sanatımı en iyi onunla icra edebilirim. Başka bir ud istemem. udum şu anda kapıda. Lütfen onu kullanmama izin verin” der. Halife o udu getirmelerini emreder. Fakat getirilen udun diğerinden pek farklı olmadığını görünce şöyle der Halife: “Yanında yetiştiğin ve halen öğrencisi olduğun hocanın udunu kullanmaktan neden kaçındın?” Ziryab, “Eğer efendimiz hocamın şarkılarını dinlemek istiyorsa, onun uduyla bunu icra edeceğim, fakat eğer benim şarkılarımı dinlemek istiyorsa onu kendi udumla çalmak istiyorum” der. Bunun üzerine Halife: “Bana her ikisi de farksız görünüyor” der. Ziryab cevap verir: “Haklısınız, efendim, ilk bakışta fark yokmuş gibi görünüyor, fakat benim udum, aynı tahtadan yapılmış olmasına rağmen, yaklaşık olarak diğerinin üçte biri ağırlığındadır. Ayrıca, benim udumun perdeleri ipekten olup, sıcak suda eğrilmemiş, böylece daha iyi baskı yaparak, onları yumuşak ve pürüzsüz hale getirir. Yine, bas sesi veren teli ve üçüncü teli aslan yavrusunun bağırsaklarından yaptım ki bu onlara diğer hayvanlarınkinden daha fazla sese berraklık, yoğunluk, yankı ve incelik vermekte ve mızrap kullanımında diğerlerinden daha fazla dayanıklı olmasını sağlamaktadır” der. Tüm bu açıklamalar Halifenin çok hoşuna gider ve ondan müziğini icra etmesini ister. Ziryab udunu alır ve çalmaya başlar. Ziryab’ın söylediği şarkılar ve yaptığı müzikten çok etkilenen Halife, sarayın baş müzisyeni İshak’a dönerek “Eğer bana doğruyu söylemediğini bilmiş olsaydım, beni onun kalitesi hakkında bilgilendirmediğin için seni cezalandırmam gerekirdi. Şimdi onu al ve eğitimini bitirene kadar ona çok iyi bak, zira onun hakkında planlarım var” der.
Ziryab çok mutludur. Hayatının bu ilk sınavını başarıyla geçmişti. Önünde büyük bir gelecek vardı. Onun hayallerini kuruyordu. Ancak, bu hayali çok uzun sürmeyecekti. Halifenin karşısında göstermiş olduğu yüksek performans, onun için aynı zamanda sonun başlangıcı olmuştu. Onun bu performansı karşısında hocası dahi şaşırmıştı. Halifenin Ziryab’a olan bu ilgisi hocasını çok korkutmuştur. Bir gün sonrasına, ders başlamadan önce kendi evinde görüşmek üzere randevulaşırlar. Ziryab sabah erkenden çok coşkulu bir şekilde uyanır, hemen giyinir ve hocasının evine doğru yol alır. Kendisini bekleyen sürprizden habersizdir. Hocası konuşmaya başlar: “Beni dikkatle dinle Ali, bu dünya baştan çıkarıcıdır ve kıskançlık en eski hastalıklardan biridir özellikle aynı sanatı paylaşan kişiler arasında. Sen beni aldattın. Ben senin gelişimin için gayret ederken, sen kendi üstün yeteneklerini benden sakladın. Beni halifenin karşısında önemsiz kıldın. Kısa bir zaman içerisinde kendi pozisyonumu kaybedebilirim. Ama buna müsaade etmeyeceğim. Eğer aramızdaki bu ustadlık ilişkisi olmasaydı, neye mal olursa olsun, daha fazla söze gerek kalmadan, senin hayatına son verirdim. Fakat sana iki şık arasında tercih hakkı vereceğim. Ya buradan uzaklaşır ve bir daha senden haber alamayacağım şekilde uzağa gidersin ki bu durumda her türlü masrafını ben karşılayacağım, ya da burada kalır benim öfkemi ve kötülüğümü üzerine çeker ve benim düşmanım olursun, bu durumda yaşamana izin vermem. Seçimi sen yap.”
Tüm bu söylenenler karşısında neye uğradığını şaşıran genç Ziryab, hocasının yaptığı bu tehdidi çok ciddiye alır. Zira biliyordu ki hocası bunu yapabilecek güce ve etkiye sahipti. Ufukta yeni bir gelecek beliriyordu. Bu geleceğin adı ise sürgündü. Daha düne kadar parlak bir geleceğin hayallerini kurarken, bugün önünde tek bir seçenek kalmıştı. Uzaklara gitmek. Gönülsüzce. Zorla. Doğduğu toprakları, yaşadıklarını, sevdiklerini, hayallerini hepsini bırakacaktı. Ama içlerinden belki de en çok zoruna gideni ve trajik olanı ise başkaydı. Evet, kıskançlık krizlerine girerek, kendisini ölümle tehdit edip sürgüne gönderen kişi de bir Kürd idi. Aynı dili konuşuyorlardı. Hatta aynı bölgeden idiler. Hocası İshak da Musullu bir Kürddü. Babası İbrahim Musuli de zamanında sarayın baş müzisyenliğini yapmış, dönemin en ünlü müzisyenlerinden biridir. Baba oğulun önce Musul’da daha sonra Bağdat’ta açmış oldukları okullar, dönemin en meşhur müzik okullarıdır.
Sürgün, Kürd aydının kaderidir. Ama bu sürgünün diğerlerinden çok önemli bir farkı var. Bugüne kadar bildiğimiz tüm sürgünler egemen güçler tarafından siyasal nedenlerle gerçekleştirildi. Bu sürgün ise, benim bildiğim kadarıyla Kürd aydınının tarihteki ilk sürgünüdür ve ne yazık ki egemen güçler tarafından değil, bizzat bir Kürd aydını tarafından gerçekleştirilmiştir. Yine, Kürd aydınının birbirini çekememezliği, kıskançlığı ve ihaneti Ziryab örneğinde olduğu gibi, kurbanlarını üretmeye devam ediyor.
Ziryab için artık gitme vakti gelir. Sabah erkenden, şehrin henüz uykuda olduğu bir vakitte, bir ticaret kervanına katılarak batıya doğru yol alır. Belirsiz bir geleceğe doğru. Henüz on dokuz yaşındadır. Son kez Dicle’ye bakar. İlk durak Kahire’dir. Kahire’nin Kürdlerin tarihinde ayrı bir önemi var. Birçok kez “sürgün” Kürd aydınlarına ev sahipliği yapmıştır. Ziryab’dan 1000 yıl sonra Bedirhanilere kapısını açan bu güzelim kent, Kürd gazeteciliğinin gururu olan “Kürdistan” gazetesine de tüm misavirperverliğini göstermiştir. Ziryab, söylediği farklı şarkılarla, genel kültür bilgisiyle ve mütevazi kişiliğiyle Kahire halkının sevgisini kısa zamanda kazansa da, yabancı ellerde hayat hiç de kolay değildir onun için. Hayatını sesiyle kazanır. Dengbêjler gibi. Festivallerde ve evlerde çalıp söyler. Bir yerde sabit kalmaz. Kuzey Afrika şehirlerinin çoğunu dolaşır. Gittiği yerlere yeni şeyler katar. Oralardan da çok şey öğrenir. Evlenir. Çocukları bu yolculuklarda büyür. Yoksulluk çeker. Ancak, bu yoksulluk onun müziğe olan ilgisini hiç azaltmaz. Adı her geçen gün Kuzey Afrika kıyılarında daha çok duyulmaya başlanır. Şansını, Tunus’un o dönemdeki başkenti ve Kuzey Afrika’nın en gelişkin merkezi olan Kirvan’da denemek ister.
Ziryab’ın Bağdat’ı terk edişinden bir süre sonra Harun Reşit onun durumunu sorar. Bunun üzerine İshak, Ziryab’ın aklını kaçırdığını, her gün dünyada kendisinden daha büyük bir müzisyenin olmadığını tekrarlayarak, sizin ona sunduğunuz eşsiz olanakları bırakarak ortadan kaybolduğunu, bir daha da kendisinden haber alamadığını söyleyerek onu ikna etmeye çalışır. İkna olmuş gibi görünen Harun Reşit şunu ekler: “Nedeni ne olursa olsun, onun gidişiyle büyük bir neşe kaynağını kaybettik” der. Ziryab hep halifenin bir gün gerçeği öğreneceğini ve kendisine sahip çıkacağı beklentisi içindedir. Ancak, gidişinden üç ay sonra onun ölüm haberini alır. Henüz kırk beş yaşında olan dönemin en güçlü, kudretli halifesi gerçeği öğrenemeden ölur ve böylece Ziryab da umudunu yitirmiş olur. Küçükken babasını kaybeden Ziryab, Kahire’de bulunduğu sırada, Bağdat’tan gelen bir tüccardan annesinin de ölüm haberini alır. Bu haber onda büyük etki yapar. Doğduğu topraklara olan özlemini bütün hayatı boyunca taşısa da, geride bıraktığı tek hayat bağı olan annesini de kaybedince, kesin kararını verir. Artık bir daha geriye dönmeyecekti. Yeni geleceğine doğru yol alır. Ailesini alır ve Kirvan yollarına düşer.
Kirvan, çölün ortasında bir vaha. Etkileyici. Bugün bakımsız ve terkedilmiş bir görüntü sergilese de, IX yüzyılda yapılma dünyanın en büyük dördüncü camisine sahip bu kent, yüzyıllarca Müslümanlar için bir ziyaret yeri olur. Bugün Kirvan’da Ziryab’a dair birçok ize rastlamak mümkünse de, Ziryab orada aradığını bulamaz. Halk festivallerine katılır, kendini saraya dinletme olanağı bulur. Ancak, sanatına yeterli ilginin gösterilmediğini düşünen Ziryab, daha batıya gitmek ister. Oradayken Cordoba Emiri hakkında çok olumlu şeyler duyar. Onun sanata olan ilgisi ve sanatçıları korumadaki ünü dilden dile dolaşmaktadır. Oturur, kendisine bir mektup yazarak, onun sarayında sanatını icra etmek istediğini bildirir. Mektubu bir tüccar aracılığıyla gönderir. Çok umutlu değildir olumlu bir sonuç çıkacağından ne de bir cevap verileceğinden. Ancak, aylar sonra, hayatını tamamen değiştirecek, üzerinde Cordoba Emiri I. Hakem’in mührünün bulunduğu mektup eline ulaşır. Mektubu açmakta zorlanır. Mektupta, Cordova Emiri, kendisinin benzersiz sanatı hakkında zaten bilgi sahibi olduğunu, çok söze gerek olmadan kendisini sarayına davet ettiğini, sarayında görevlendirileceğini ve her türlü ihtiyacının karşılanacağını bildirerek, hemen yola çıkmasını ister. Ziryab bu teklifi ikinci kez düşünmeden hemen cevaplar ve iki eşini, dört çocuğunu ve udunu alarak yola koyulur. Uzun ve tehlikeli bir yolculuktan sonra, Cebelitarık boğazını aşarak 822 yılında Algeciras (Cadiz)’e ulaşır. İber yarımadasına ulaştığında 33 yaşındadır.
Ziryab’ı Emir I. Hakem tarafından gönderilen sarayın baş müzisyeni Abdul-Nasr Mansur karşılar. Kötü haber erken ulaşır misali, iner inmez Emir’in ölüm haberini öğrenir. Bir anda her şeyi kaybettiğini düşünür. Ne yapacağını bilemez. Önünde tek bir çıkış görünür. Geldiği yelkenli gemiye binip geri dönmek. Ancak, Mansur ona beklemesini, yerine geçecek kişi olan oğlu Abdurrahman’ın da onun kadar hatta ondan daha çok sanata ve sanatçılara değer verdiğini, ona durumunu belirten bir mektup yazmasını ister. Mansur mektubu yeni emir Abdurrahman’a iletir. II. Abdurrahman, Ziryab’ın gelişine çok sevinir ve ona sıcak ve dostça bir mektup yazar. Ayrıca, Algeciras valisine de haber göndererek, Ziryab’ın onun misafiri olduğunu, her türlü misavirperverliğin gösterilerek güvenlik içerisinde Cordoba’ya getirilmesini emreder. Ziryab sonunda Cordoba’dadır. Cordoba. Dünyanın sayılı ruhani şehirlerinden biri. Kartacalı’lar tarafindan kurulur. Romalılar, Gotlar, Hıristiyanlar ve Müslümanların egemenliğini yaşar. Romalı büyük filozoflar Seneca ve Lucano’nun, tıbbın olumsuz isimlerinden Yahudi filozof ve doktor Maimonides (Moisés Ben Maimón)’nun, Aristo’yu Avrupa’ya tanıtan büyük Müslüman filozof ve tarihçi İbn Rüşd’ün ve şair İbn Hazam’ın doğdukları yer. Dönemin en büyük medeniyet merkezi. Avrupa’nın kültür başkenti. Kilisenin, Sinagogun ve Caminin muhteşem birlikteliği. Caddelerinde ezan sesi ve çanların melodisinin ahenkliği. Üç kültürün barış içinde yaşadığı şehir.
Ziryab, mavi çinilerle bezenmiş, bembeyaz evlerin sıralı olduğu, daracık sokaklarını gezer Cordova’nın. Her biri bir kapıya açılan geniş caddelerini dolaşır. Mekke’den sonra dünyanın ikinci büyük camisi olan ve ne yazık ki bugün Catedral olarak kullanılan Büyük Cami’yi ziyaret eder. Büyüklüğünün ötesinde mimari yapısı ve stiliyle herkesi büyüleyen bu muhteşem esere hayranlığını gizleyemez.
Üç günlük bir dinlenmeden sonra, sıra Emir II. Abdurrahman ile randevusuna gelir. Bu randevuya giderken kendisine sarayın baş müzisyeni Mansur eşlik etmektedir. Ziryab heyecanı ve korkuyu aynı anda yaşar. Heyecanı anlaşılır olsa da korkusu ona geçmişi hatırlatır. Bağdat’ı düşünür. Hocası ve aynı zamanda sarayın baş müzisyeni olan İshak’la, halife Harun Reşit’in karşısına çıkışı canlanır gözlerinde. Sonrasındaki gelişmeleri bir kez daha tüm sıcaklığıyla anımsar. Korkulu gözlerle tekrar yanındaki Mansur’a bakar.
Emir II. Abdurrahman, kendisini en üst düzeyde karşılar. Modern zamanların en büyük müzisyenini görmekten onur ve mutluluk duyduğunu belirtir. Ona hayatına dair sorular sorar. Ziryab, bütün hikayesini sade ve etkili bir şekilde anlatır. Sohbet derinleşir. Tarihten, coğrafyadan, sanattan, edebiyattan, astrolojiden, felsefeden, astronomiden ve giyimden konuşurlar. Emir, Ziryab’in bir müzisyenden çok daha öte bir bilge olduğunu keşfeder. Ziryab Bağdat’tan beri yanından ayırmadığı udunu alır, çalmaya başlar. Şarkılar birbirini izler. Emir, böyle bir sesin ve stilin o güne kadar o topraklarda görülmediğini düşünür. Ziryab’in mütevazi kişiliği, genel kültür bilgisi ve müzik sanatındaki olağanüstü yeteneği Emir’i derinden etkiler. Emir, Ziryab’ı orada sarayın baş müzisyeni yapar. İkili arasındaki ilişki daha sonraları bununla sınırlı kalmaz, bir dostluk, arkadaşlık ilişkisine döner. Ziryab artık onun sırdaşıdır ve bu ölene kadar devam eder.
Çıkışta Mansur’la göz göze gelir. Tedirginliği had safhadadır. Fakat Mansur’un gözleri güler. Onu dostça karşılar. Yeni görevinden dolayı kendisini kutlar. Ziryab, duyduklarına inanmaz. Kelimeler boğazında kalır. Ama bu kez, sevinçten. Mansur, bir Yahudi’dir. Yahudi Mansur ile Kürd Ziryab arasındaki dostluk bir daha bitmez.
Ziryab için hayat yeni başlar. Yeteneklerini göstermek için artık bütün koşullara sahiptir. O da bu konuda hiç cimrilik yapmaz. Kısa sürede ünü bütün ülkeye yayılır.
Ziryab’ın on bin şarkıyı ezbere bildiği söylenir. Aynı zamanda şair ve şarkı yazarı olan Ziryab için müzik bir terapidir. Bu terapiyi topluma yayar. Bir müzik okulu açar. Bu, Avrupa’nın ilk müzik konservatuarıdır. Açtığı bu okul, ilk başlarda hocası Kürd İshak ve onun babası İbrahim’in önce Musul’da daha sonra Bağdat’ta açmış oldukları doğunun en ünlü müzik okuluna benzese de, kısa süre de orijinal bir özelliğe bürünür. Ülkenin her tarafından öğrenciler akın eder bu okula. Bunların arasında Ziryab’ın çocukları da var. Kız erkek karışımı verilen eğitimde Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman öğrenciler bir aradadır. Ziryab burada müzikteki yeniliklerini gerçekleştirir.
Yetkililerce, Yunan Citara’sının oğlu ve bugünkü Gitar’ın babası olarak isimlendirilen ud, Ziryab zamanına kadar sadece dört çift tellidir. Ziryab buna beşinciyi ekler. Otoritelere göre, o dönemde bu tellerden her biri insan vücudunun özelliklerinden birini sembolize etmekte olup, Ziryab’in eklemiş olduğu beşinci perde kırmızı renktedir ve “ruh”u sembolize etmektedir. Böylece ruhun insan vücudunda gördüğü fonksiyona denk gelen bir işlevi yüklenen bu perde, çalgıya daha bir yumuşaklık ve zarafet vermektedir. Ziryab’ın bu enstrümantal üzerindeki diğer bir yeniliği de (Bağdat’ta yaptığı yeniliklere ek olarak), o güne kadar tahtadan yapılan mızrap yerine, kartal tüyünden yapılma mızrabı buluşudur.
Ziryab, şarkı söyleme metodunda da önemli yenilikler yapar. Bu anlamda büyük bir pedagogdur. İlk prova mahiyetine, herhangi bir perkusiyon eşliğinde şarkıyı önce resitatif (ezbere) okumayla başlatır, hemen akabinde sese herhangi bir titreşim verdirtmeden, şarkıyı düz melodik şekilde okutur, son olarak da, şarkıyı güzelleştirmek için sese titreşim verdirterek, şarkının canlı, hareketli okunmasını ve böylece de öğrencinin bu konulardaki yeteneğinin ne olduğunun ortaya çıkarılmasını sağlar.
Ziryab, müzik derslerinde, eğitimin ilk aşamasında, öğrencilerini tabureye oturtur ve ve onlara “Aaaa.... aa... a... a” diyezi yaptırır. Müzik otoritelerine göre, bu diyez notası, sonsuz acının melodik peşrevi olup, bugünkü Flamenko ve Jondo müziğinde kullanılan ve acının ifadesi olan “Ayyy!” sesinin öncülüdür. Kürd müziğini bu ses olmadan düşünmek mümkün mü?
Ziryab, büyük bir lirik ve doğaçlama ustasıdır. Münzevidir, sezgilidir, duyguludur. Dengbêjler gibi. Flamenko ustaları gibi. Musul ekolunun ve dolayısıyla Kürd müziğinin bir taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan ve büyük otoritelerce –Felif Grande gibi, Carlos ve Pedro Caba kardeşler gibi, Reniero-Pedro Dozy ve Julian Ribera gibi- flamenko’nun babası olarak kabul edilen Ziryab şahsında, Kürd müziği ile flamenko müziği arasındaki ilişkinin analizini bu konularda formasyonu olan kişilere bırakarak, Manuel Martorell’in belirttiği gibi kabaca şu benzerlikleri tespit edebiliriz: Her ikisi de melodik ve uzundur. Her ikisinde de ses ön plandadır ve çok önemlidir. Her ikisinde de doğaçlama yani duygunun o anda şarkı formatında dile getirilmesi esastır.
Avrupa kıtasının güneybatısında bulunan İber yarımadasında, Ziryab’ın yaptığı yenilikler yalnızca müzikle sınırlı değil. Andaluci’da Ziryab’ın adı müzikle birlikte zarafetin, şıklığın ve estetiğin yaratıcısı ve devrimcisi ile eş anlama gelir. Ziryab Cordoba’ya ulaşmadan önce içkiler altın ve gümüş kaplarda içilir. Ziryab oraya kristali taşır ve içkiler ondan sonra kristal şişelerde içilmeye başlanır. Bu yenilik aynı zamanda şairler için de yeni bir ilham kaynağı olur. Ziryab, giyim ve kuşamda olduğu gibi, kadın-erkek bakım ve makyajında da önemli yenilikler yapar. Güzellik salonu açar. O güne kadar uzun olan saç modeli yerine kısa kesim saç modelini tanıtır. Ziryab, her mevsim için, mevsime uygun renklerden oluşan elbise modelleri çizer ve üretilmelerini sağlar. Böylece, Ziryab’ın yarattığı bu giyim takvimi yeni bir modanın öncüsü olur.
Doğum yerim olan Varto-Rindali köyünde yediden yetmişe herkes satrancı bilir. Çocukluğumuzda, o uzun kış gecelerinde, bir evde bir kaç satranç tahtası birden açılırdı. İşte, Ziryab’ın yaptığı diğer yeniliklerden biri de, Hintlilerin bir buluşu olan ve Kürdler tarafından da çok eskiden beri kullanılan satrancı İber yarımadasına tanıtmasıdır. Bu büyülü oyun kısa sürede, saraydan en ücra eve kadar nüfuz eder.
Ziryab’ın müzikten sonra en büyük yeniliği gastronomi ve mutfak düzenlemesi alanında olur. Ziryab, Andalucia’ya Mezopotamya’nın en önemli yemek reçetelerini taşır. Mezopotamya’nın muhteşem yemek kültürü, orada tam bir devrim etkisi yaratır ve bunlar bugüne kadar da Ziryab’ın Mutfağı adıyla korunarak süregelir.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, bu bilge adamın yetenekleri saymakla ve yazmakla bitmez. İbn Hayyan, yukarıda belirttiğimiz özellikleri dışında Ziryab’in aynı zamanda astronomi konusunda da derin bir bilgiye sahip olduğunu aktarır. Buna göre Ziryab, gök cisimleri ve onun hareketleri, yörüngeler (daireler) ve anlamları, onların farklı özellikleri ve eğim dereceleri, denizlerin ve ırmakların sayıları ve kolları, devletlerin isimleri ve nüfusları gibi konularda da çok yetkindir.
Yaklaşık 8 yüz yıl (711-1492) İber yarımadasına hükmeden Müslümanlar burada çok yüksek bir medeniyet kurdular. II. Abdullah zamanında geliştirilen ve III. Abdullah zamanında en parlak dönemini yaşayan bu medeniyetin en önemli aktörlerinden biri de, kuşkusuz ki Ziryab olmuştur.
Ziryab’ın orijini hakkında da zengin bir sahiplenme var. Onun bir Farsi, bir Arap, bir Kürd hatta bir Pakistani olduğunu söyleyenler bile var. Kişisel görüşüme göre, bu sağlıklı bir yaklaşımdır. Zira, Ziryab tek bir etnik kimliğe sığamayacak kadar büyük olduğu gibi, tüm bu kaynaklardan da beslenmiştir. O bir Kürd olduğu kadar, bir Farsi, bir Arap, bir Berberi ve bir Endülüslü’dür. Ancak, hüzünlü olan onun diğer kimlikleriyle ilgili olarak çok zengin bir literatür olmasına rağmen, Kürd dünyasında hemen hemen hiç sahiplenilmemesidir. Yaptığım araştırmada, internetteki bir makale ve Doz yayınlarından çıkan Izady’nin çok değerli Kürdler adlı kitabındaki (s. 97) bilgi dışında –ki burada da dönemin önde gelen Kürdleri arasında İbrahim, İshak ve Ziryab gibi müzisyenler yalnızca isim olarak belirtilmiş- hiç bir çalışmaya rastlamadım. Ancak, yine de umut vaat eden bazı gelişmeler var. 1993 yılından beri İspanya (Barcelona)’da ikamet eden Suriyeli Kürd müzisyen Gani Mirzo bir yandan Ziryab Müzik Atölyesi’nin direktörlüğünü yapmakta, diğer yandan da Kürd müziği ve flamenko üzerine çalışmaktadır. Çalışmalarında Kürd müziği, Flamenko ve Caz’ı kullanarak enfes kompozisyonlar yaratan Gani Mirzo’nun enstrümantal türü iki albümü olup (Ronî ve Totîco), Ronî isimli albümündeki ikinci parça Ziryab adını taşımakta olup, ona adanmıştır.
Bu kısa çalışma, bilge adama bir özür niteliğinde olup, onun unutulmuşluğunu kırmaya yönelik bir girişimdir.
857 yılında 68 yaşında iken Cordoba’da hayata veda eder. Geriye dokuz çocuk ve ölümsüz bir isim bırakır: Ziryab
_____________
KAYNAKÇA
1- Ibn Hayyan, Crónica de los emires Alhakam I y Abdurrahman II entre los años 796 y 847 (Almuqtabis II-1). Serie Estudios Islámicos. Zaragoza, 2001
2- Jesús Greus, Ziryab-La prodigiosa historia del Sultán andaluz y el cantor de Bagdad. Editorial Swan, Madrid, 1987
3- Félix Grande, Memoria Del Flamenco, I-II. Espasa Calpe, Madrid, 1979
4- Carlos y Pedro Caba Landa. Andalucía: Su comunismo y su cante jondo. Universidad de Cadiz, Cadiz, 1988
5- Farouk Mardam-Bey, La Cocina de Ziryab-El Gran Sibarita del Califato de Cordoba. Editorial Zendrera Zariquiey, Barcelona, 1998
6- Manuel Martorell, Los Kurdos: Historia de una resistencia. Espasa Calpe, Madrid, 1991. 7- Levi-Provencal. España musulmana. Espasa Calpe, Madrid, 2000
8- Reniero-Pedro Dozy. Historia de los Musulmanes de España
9- Julian Ribera, La enseñanza entre los musulmanes españoles. Zaragoza,1893
10- Mehrdad R. Izady. Kurtler: Bir el kitabı. Doz Yayınları, İstanbul, 2004
11- Jalal Jonroy, Ziryab The Kurd. Makale. KurdishMedia.com
__________
Makalenin alındığı kaynak: http://birruyaicinagit.blogspot.com.tr/2009/04/ziryab-flamenkonun-babas-ya-da.html