KORKU!...
Tarih boyunca birçok millet, birçok grup, farklı inanç veya düşüncede olan birçok insan, egemen gücün baskısından dolayı çok zor dönemler, büyük acılar yaşamıştır elbette. Ama biz Kürtler, uzun süredir, yüzyıllardır, sürekli olarak dayanılmaz acılarla birlikteyiz. Örneğin daha düne kadar anadilimizde, her millet gibi bizim de varoluşumuzun en temel parçası olan dilimizde, müzik kasetlerini gizli dinlerdik. Polis ve asker baskınlarını hissettiğimizde, zulüm kanunlarıyla haksız olarak "suç unsuru" olarak tanımlanmış ve bizi işkencelere, zindana, belki de ölüme götürecek olan bu masum materyalleri bahçede, tarlada toprağa gömerdik. Hatta birçoğumuzun annesi, evde bulunan çocuklarına ait dergileri, kitapları tandırda, sobada yakmıştır. Sadece anneler değil, babalar ve diğer kimi yetişkinler de evde bulunan Kürtçe elyazmaları, kitapları, dergileri, dengbêj kasetlerini yakmıştır. Örneğin, Mewlûdê Kirdî'nin yazarı, bir dönemin Lice müftüsü Ehmedê Xasî'nin imam olan yeğeni ve aynı zamanda damadı, Diyarbekir'de Cami-i Kebir (Ulu Cami) imamı iken, 12 Mart 1971 darbesi döneminde, devletin baskı politikasından dolayı, korkudan, evinde bulunan birçok kitapla birlikte Xasî'ye ait eserleri de yaktığı söyleniyor.
Şahsen kendim, yasak yayın (Kürtçe kitap, dergi) bulundurmaktan dolayı da Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanmışım. Kürtçe yazılı çalışmalarıma, kitaplarıma el konulmuştur. Bir keresinde, şehir içi minibüsünde, bir yerden bir yere giderken, aklıma gelen masumane bir şiir mısrasını unutmayayım diye sigara paketi üzerine yazdığımda, bir şekilde fark edilmiştim. Bundan dolayı bile işkence gördüm…
Kürtler, dedelerine, babalarına ait Kürtçe elyazmalarını veya çocuklarına ait devletin "yasak" koyduğu kitaplarını, dergilerini toprağın altına saklamıştır. Ama ne olursa olsun Kürtlerin, kitapları, dergileri, kasetleri çöpe attığını sanmıyorum. "Çöpe atma" kültürü Kürtlerde yoktur. Hatta "devlet fikrini çöp sepetine attık" söylemi bile Kürde ait değildir, Kürtlerde temeli olmayan, dayatılmış, propaganda içerikli bir söylem olduğunu düşünüyorum.
İşte bugünlerde, haksız yere bize merhametsizce davranan kimi Türk memurların, emniyet mensubu kişilerin, evlerinde bulundurdukları ama hükümet tarafından yasaklanmış olan bir şahsa ait kitapları, yine belli bir çevreye ait dergileri, bir gazeteye ait nüshaları, kaset, CD, DVD gibi materyallerin yanı sıra bir gazetenin dağıttığı Kuran-ı Kerimi bile çöpe atmalarını duymak, görmek, bende farklı duygular yarattı.
En son Kürtçe yazdığımdan dolayı 1 Kasım 2001 günü gözaltına alındım. 1995’ten bu yana gizli gizli büyük emek vererek yazdığım yazılarımı da aldılar. Yazılarım önemliydi; yok olmayla yüz yüze olan Zazakî Kürtçesinde derlediğim birçok masal, deyim, atasözü, bilmece vs. folklorik eser define değerindeydi. Elbette makalelerim, şiir dosyam, öykülerim de çok değerliydi. Birçoğu ilk göz ağrımdı. Hepsini aldılar benden.
İşkence sürecinde, daha çok psikolojik durumumu bozmak için, genelde Kürtler üzerine konuşuyorlardı. Kürtlerin zaaflarını, zayıflıklarını yüzüme vurmaya, Kürtleri, Kürtlüğü aşağılamaya çalışıyorlardı. Kürtlerin ihbarcı olduklarını, birbirini şikâyet etmede hevesli olduklarını, nasıl şikayet/ihbar ettiklerini kimi örneklerle anlatıyorlardı…
Etkilenmiyordum diyemem. Ezilen ulusa, ezilen kültüre mensup olmak zaten öyle kolay bir şey değildir ki. Sürekli egemen ulusun tahakkümü altında yaşamaktan dolayı milli kimlikleri olgunlaşmamıştır, bilinçleri yaralıdır ezilen ulus bireylerinin.
Söylediklerini dinledikten sonra ben de örnekler sunarak iddialarını çürütmeye çalışıyordum elbette. Örneğin, Türklerin devlet sahibi egemen bir ulus olduğunu, Kürtlerin de devletsiz ve ezilen bir ulus olduğunu, ezilen ulus olarak Kürtlerin çok ağır baskı altında, hep kötü şartlarda yaşadıklarını, bundan dolayı kimi zayıflıklarının olmasının normal olduğunu anlatmaya çalışıyordum işkence ortamında, çırılçıplak iken. Hatta Kürtlerin yerinde Türkler olmuş olsaydı, Kürtlerin yaşadıklarını Türkler yaşamış olsaydı eğer, çoktan yitip gideceklerini söylüyordum. Birbirlerini şikayet etmenin, düşüncesine, örgütüne ihanet etmenin, iktidara, devlete şirin görünme isteminin ise, biyolojik, ırksal bir olgu olmadığını, duruma, şartlara, yine anlayış, karakter, düşünce ve ilkelere göre kişiden kişiye değiştiğini, örneğin, İstiklal Mahkemesi’nde birçok Türkün “vatan hainliği” suçuyla idam edildiğini, bunun sabit olduğunu söylüyordum.
Yine, o günlerde “hortumculuk” olayı gündemdeydi. Emekli askerlerin yönetim kurullarında olduğu birçok özel banka yüksek faiz vaadiyle büyük meblağlarda para topladıktan sonra, “iflas ettik” diyerek, milletin parasını hortumladığını, işte, bunun da “ihanet” olduğunu, "emanete hıyanet" olduğunu söylüyordum. Kısacası zor durumda kalan insanlarda kimi zaafların, zayıflıkların, altüst oluşların olabileceğini dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyordum o şartlarda.
Bugünlerde, evden uzaklaştırılmaya, onlardan kurtulmaya çalışılan, böylece çöpe atılan hükümet tarafından yasaklanmış kimi Türkçe kitapları, dergileri, gazeteleri, kaset, CD, DVD gibi materyalleri, hatta kimi yayınevlerinden basılmış Kuran-ı Kerim nüshalarını, meallerini çöp bidonlarında görmek; yerini sağlamlaştırmak için mesai arkadaşlarını ihbar edenlerin olduğunu duymak; yine darbe girişiminden dolayı gözaltına alınan yüksek rütbeli kişilerin yüz ifadelerini, gözaltındayken gösterdikleri davranış biçimlerini görmek bana bunları hatırlattı.
Demek ki birbirini şikayet etmek, ihbarcılık, güce/otoriteye şirin görünme hevesi; dün taptığına bugün sırt çevirme, tükürme tevessülü; daha düne kadar evinin baş köşesinde gururla sergilediği, okunması için çabaladığı kitabı, dergiyi, gazeteyi, hatta kutsal kitap Kuran-ı bile çöpe atma durumu herhangi bir millete, milliyete ait bir huy değildir. Şartlara bağlı bir durumdur aslında. Bunları gördükten sonra, bu gibi konularda, Kürtlerin çok daha sağlam durduklarına kanaat ettim diyebilirim.