zazaki.net
27 Kanûne 2024 Îne

Munzur Çem / Nuştox

2013 Gezi İzlenimleri-II

08 Êlule 2013 Yewşeme 19:14

DERSİM'İN KUTSAL YERLERİ ARASINDA BİR GEZİNTİ

Sey Sabun Ocağındaki işimiz biter bitmez, kurumuş otların soluk bir sarıya boyadığı yamacı tırmanmaya başlıyoruz. Yükseklere çıktıkça, Newala Kareye gittiğimden beri, vadinin karşı yakasına hakim tepeye kurulu karakolu biraz daha iyi gözetleme olanağına kavuşuyorum. Yerleşim birimlerinde iken sadece gözetleme kulelerinin en üst kısmını görebildiğimiz bu çukura gömülü “kalekollar” her üç-beş kilometrede bir karşımıza çıkıyor. Ve her keresinde, tepemizde uçmakta olan bir uçağa bakar gibi bakıyoruz onlara. Kısa bir süre önce cezaevinde bulunan bir dosta yazdığım bir mektupta bunlardan bahsederken “... Hem de karakollar o kadar sıklıkla yapılmış ki nerde ise birinden seslensen ötekinden duyuyorsun. Birçok yerde halktan daha fazla asker var. Görüntü o kadar rahatsızlık verici ki insan tepelere kurulu karakolları kendi kafasının üstünde hissediyor, orada yaşayanlar başınıza pisleniyorlar duygusuna kapılıyorsunuz” demiştim.

Haksız sayılmam.

İKDP’nin oldukça güçlü şekilde silahlı mücadeleyi sürdürdüğü 1987’lerde hem Doğu ve hem de Saddam’ın azgınca saldırdığı Güney Kürdistan’ı görme olanağım olmuştu. Oralarda bile böylesine bir karakol furyasına rastlamadığımı söylersem durumu abartmış olmam. “İşgal” teriminin bile açıklamaya yetmediği beterin beteri bir durum.

Onlara her bakışta “Bu hükümet mi Kürt sorununu çözecek ve barış getirecek” diye sormaktan alamıyorum kendimi.

Neyse, bazen sık bazen seyrek meşelerin örttüğü, bazen ise tümüyle çıplak olan yamaçları aşa aşa meyve bakımından hayli zengin, bir vadinin iki yakasında, geniş bir alana yayılmış köye hızla sokuluyoruz.

Burası, Kurmancca Muxundî, Kırmancca ise Muxundîye olarak bilinen köy. Dersim Alevileri için tıpkı Sey Sabun Ocağı gibi önemli bir mekân. Çocukluk yıllarımda efsanesini sık sık dinlediğim Bamasûran Ocağı’nın bulunduğu köydeyiz.

Herhangi bir yere takılmadan doğruca Ocağa yöneliyoruz. Hasan Kılavuz bu ocağın mensuplarının rehberidir. Yani dinsel olarak daha üst bir mertebede bulunuyor. Bu nedenle ev sahiplerinin bizi karşılamaları sadece konuk-ev sahibi ilişkisi çerçevesinde değil. Pir Kılavuz bakımından rehber-talip (mürit) ilişkisi çerçevesindedir. Alevi geleneğine uygun olarak her gelen rehberin elini öpmek üzere eğiliyor. Hasan Kılavuz buna genellikle karşı çıkıyor ve engellemeye çalışıyor ama bazen başarılı olamıyor. Talipler elini öpebilmek için ısrarcı davranıyorlar. İnancın töresi böyle gerektiriyor.

Evin kapısının önündeki dut ağacını altında otururken, yaşlı bir kadın gözüküyor aniden ve hepimiz büyük bir saygı ile ayağa kalkıyoruz. Yaşlı kadını tanıtıyorlar bize. Bu Sey Welî’nin annesi Ana Elîfe’dir. Şu an Ocak işlerini fiilen yürüten Sey Welî (Sey Veli) olsa da Ocak hiyerarşisinin başında bulunan kişi asıl olarak bu Ana’dır. Ana Elîfe, artık hayatta olmayan Sey Heyder (Haydar)’in eşidir. Sey Heyder ise Dersim’de iyi bilinen Sey Usênê Muxundîyê’nin oğludur. Ocakzadelerin rehberi Hasan Kılavuz hariç hepimiz Ana Elîfe’nin elini öpüyoruz.

Alevilerde bir kural olan el öpme işini bir hayli Alevi, Kakayî ve Êzdî din adamı ile tartışmışımdır. Çoğunluk bunun bir gelenek olduğunu dile getiriyor ve doğal karşılıyor. Ama bunun inançtan kaynaklanan bir gelenek olduğu kanısında olmadıklarını söyleyenler de var.

Aslında ikinci görüş, alevi felsefesine ve geleneklerine daha uygun gibi geliyor bana. Cemlerde, statü bakımından fark gözetilmeksizin her kesin aynı pozisyonda oturması da bunun bir göstergesidir. Bu bakımdan, kanımca, günümüzde de uygulanışına tanık olduğumuz karşılıklı omuz öpme daha uygun bir gelenektir.

Şu da var ki el öpme, Kürt toplumunda sadece din adamları ile müritler arasında rastlanan bir gelenek değil. Bunun ikinci versiyonu, yaşça küçük olanların, kendilerinden daha büyük olanların elini öpmelerdir. Yani dini çerçeve ile sınırlı olmayan, çok yaygın bir toplumsal alışkanlık.

Kapı önünde kısa bir süre oturduktan sonra sıra, cem başta olmak üzere ibadet yeri olarak kullanılan Ocak odasına girmeye geliyor. Giriş kapısına yaklaşınca, yine tıpkı Kakayî ve Êzdîlerde olduğu gibi Aleviler arasında da önemi olan “eşiğe basılmaz” kuralı geliyor aklıma. Yine mutlaka yerine getirilmesi gereken bir zorunluluk olmasa da, eşikten içeriye adım atmadan önce kapı kenarındaki duvarı üç kez öpmek de genellikle uyulan geleneklerden biridir. Aslında bu, o yerin evliyasından saygı ile izin isteme eylemidir. Onun mekânına adım atarken “destur istenmesi”ni doğal karşılamak gerekir. O an kendim bu sonuncusunu yapmıyorum ama “Annem ile babam olsalardı mutlaka yaparlardı” diye geçiriyorum içimden.

İçeriye girince ilk işimiz mum yakmak oluyor. Mumu yakıyor, kutsal taşı 3 kez öpüyor ve ondan sonra da duvar dibindeki kanepeye yan yana oturuyoruz.

Grubumuz Muxundî (Muhundu) ziyaretinde

Sohbetimiz sürerken emektar Hesen’in kamerayı çoktan kurduğunu fark ediyorum. Bu nedenle de sohbetimiz, en başta Bamasûr Ocağını tanıtmaya yönelik oluyor. Bu işi de daha çok Süleyman ile ben yapıyoruz. Hasan Kılavuz ile Ocakzadeler ise bilgi veriyorlar. Bamasûr, buraya nasıl gelmiş, aynı yöredeki bir diğer ermiş olan Kurêş ile nasıl karşılaşmış, bu ikisi arasında pir-talip ilişkisi nasıl doğmuş vb. konularda sürüp gidiyor konuşma.

Bamasûr ile Kurêş’in karşılaşmaları ile ilgili olarak anlatan efsaneyi yakından biliyorum. Ama yine de büyük bir dikkatle dinliyorum anlatılanları. Çünkü farklı kesimlerin anlatımları arasında farklılıklar olabiliyor. Böyle detayları kaçırmamak ise öteden beri önemsediğim bir şey. Üstelik de o anki anlatıcılar, bizzat Ocağın mensupları, yani o konuda konuşmaya en fazla hakkı olanlar...

Sey Welî (Sey Veli) efsaneyi şu sözlerle aktarıyor:

Kurêş ile Bamasûr bu bölgeye yani Dersim’e geldikten sonra Kurêş Çeleqas’a, Bamasûr ise buraya yani Muxundî’ye gelip yerleşmiş. Tabi yaşamak için de ev lazım. Bir ev olacak ki barınabilesin değil mi? Bunun üzerinde Bamasûr ev yapmaya başlıyor. Ancak bizim burası o zaman da ormanlık değilmiş. Örneğin, evin damında kullanılacak büyük kalasları bu yörede temin etmek kolay değilmiş. Bunun üzerine Bamasûr Kurêş’e haber gönderiyor ve kalasları getirmesi için ricada bulunuyor.

Çok geçmeden, bakıyorlar ki bir toz bulutu yükseldi. Her kes merakla o yana bakarken, mesele anlaşılıyor. Halk bir de bakıyor ki ne görsün; Kurêş, kalasları bir ayıya bağlamış, kendisi de sırtına binmiş, hızla yaklaşıyor. Kimine göre ise bu hayvan ayı değil, aslanmış. Elinde de kamçı niyetine tuttuğu iki yılan var.

Onu görenler hemen Bamasûr’a haber veriyorlar. Bamasûr, o yana dönünce, söylenenlerin doğru olduğunu görüyor. Görür görmez de ‘Keramete kerametle karşılık vermek gerekir’ diye düşünüyor, zaman yitirmeden yapmakta olduğu duvara binerek ‘Yürü Duvar’ diyor. Ve yürüyor duvar. Su ileride karşı karşıya gelince Bamasûr gösterdiği kerametten dolayı Kurêş’in elini öpmek isterken, Kurêş karşı çıkıyor. ‘Ben canlıyı, sen ise cansızı yürüttün. Senin kerametin daha büyük. Benim senin elini öpmem gerekir,’ diyor ve öyle de yapıyor. O gün bu gündür Kurêşan aşireti Bamasûran’ın elini öpüyor. Bamasûran, Kurêşan’ın pir ve rehberleridir.

Sohbetin bir yerinde “Tabi o zaman Muxundî köyü çorakmış, su yokmuş. Bamasûr bakıyor ki bu yönden sıkıntı çok, şu yukarıda dere ağzında topuğunu yere vuruyor ve su fışkırıyor. O tarafa giderseniz görürsünüz,” diye eklemede bulunuyor yine aynı Ocakzade.

Yanı başımızda oturanlardan biri de ev sahibimizin kardeşi. Kendisinin emekli öğretmen olduğunu söylüyor. Muxudîye yakın mesafede bulunan Qurquruk köyünde oturuyor. Bir işi nedeniyle oraya gelmiş.

Sohbetin bir yerinde söz alıyor ve atalarını, buraya gelip yerleşme hikayesini, Aleviliği, mensubu olduğu ocağın bu inançtaki rolünü vs. uzun uzadıya anlatıyor. Peygamber soyuna yani Ehlibeyt’e mensup olduklarını vurguluyor, Alevilerin gerçek Müslüman olduklarının altını çizmeye özen gösteriyor.

Az sonra karşılaşabileceği soruyu tahmin etmiş gibi “Tabi Müslümanlık derken kast ettiğim, Emevi Müslümanlığı, yani Bekir, Osman ve Ömer’in Müslümanlığı değil. Onların yolunun gerçek Müslümanlıkla ilgisi yok. Bizimkisi Hz. Muhammet-Hz Ali Müslümanlığıdır, yani Ehlibeyt Aleviliği, diye eklemede bulunuyor.

Bu “pirin” söylediklerinin çoğu yanlış. Öteki benzerleri gibi o da “Müslüman olduğunu” kanıtlama uğruna, kendine göre bir İslam yaratıyor. İslam dinini, “Ehlibeyt İslamı” ve “Emevi İslamı” diye gerçekte hiç bir zaman var olmamış olan iki parçaya bölüyor. Tam itirazlarımı dile getirecekken, kapıda ev sahibi gözüküyor ve bizi dışarıya davet ediyor. Yeniden kapı önündeki ağacın gölgesine oturuyoruz. Aynı anda çay ve Dersim ziyaretlerinde hemen hemen her zaman sunulan yağlı ekmek konuluyor önümüze. Biz çayımızı içip ekmeğimizi yemekle meşgul iken de yaşı 30 dolayında gösteren bir genç, birden söze karışıyor ve hayli heyecanlı bir tonda, “Bir ara televizyona çıkan bir adam, dedem aleyhinde konuştu”, diyor.

Doğrusu, söyledikleri bende merak uyandırdı. Bu nedenle de “Ne dedi, nasıl hakaret etti”, diyorum.

“Dedemin 1938’de devletle işbirliği yaptığını iddia etti.”

“İsmi neydi acaba?”

Hafızasını zorluyor ama hatırlayamıyor. Olabileceğini düşündüğüm bazı kişilerin adlarını sayıyorum ama o yine hatırlayamıyor, “Yok yok, bunların hiç birisi değil,” diyor.

“Başka bir şey söyledi mi yoksa sırf devletle ilişkisini mi dile getirdi?”

“İşbirlikçilik yaptığını falan söyledi.”

Bunun üzerine olabildiğince yumuşak bir ses tonu ile;

“Bahsini ettiğiniz programı görmediğim için bir şey diyemem. Kanımca bir kişinin devletle işbirliğini yaptığını söylemek hakaret sayılmaz. Söylenen şey doğru mu, yanlış mı asıl olarak ona bakmak gerekir. Yoksa gerisi tarihi bir olayı aktarmaktan ibarettir. Diyelim ki eğer siz olayın doğru olmadığı görüşünde iseniz, o televizyona başvurup tekzip edilmesini isteyebilirsiniz.”

“O olabilir tabi, aslında yapabilirdik.”

Tabi bir de herhangi bir kişi için şunu yaptı ya da yapmadı eleştirirseniz, nedeni üzerinde de düşünmeniz gerekir. Örneğin sizin dedenizin 1938’de ön ayak olduğu bir olay var ki ben şahsen “Neden öyle yaptı?” diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Bahsettiğim olay Qocan aşireti bölgesinde, Ali Boğazı’nda geçiyor. Dedeniz, katliamdan kaçan halkın sığındığı bir mağaraya gidiyor ve “Teslim olun, devlet size bir şey yapmaz,” diyor. Tabi onların piri olduğu için saygı gösteriyorlar ama yine de ileri gelenler itiraz ediyor, “Devlete güven olmaz, Halkı kırıma götürme piro, sen bu devlete nasıl güvenirsin gibisinden şeyler” söylüyorlar ama o çok emin konuşuyor ve sonuçta da oradakilerin tümünü değilse de bir bölümünü ikna ediyor, birlikte çıkıp gidiyorlar. Ne var ki teslim olur olmaz, o insanların hepsi kurşuna diziliyor”.

“Evet, o öyle bir olay olmuş, o doğru,” diye onaylıyor söylediklerimi.

“O halde burada şu soruyu sormamız gerekiyor; dedeniz ne düşündü, niçin yaptı bu işi? Elbet kimsenin bir başkasına hakaret etmeye hakkı yok ama bu gibi olayları da araştırmamız gerekiyor. Çünkü bahsini ettiğimiz dönem, bizim tarihimiz, hem de yakın tarihimiz. Biz onu araştırmaz ve gerçeklerini ortaya çıkartmazsak kim yapacak bu iş?”

Tam o sıra kalkmamız gerektiğini söylüyor Hasan Kılavuz ve genç adamla olan sohbetimiz de otomatikman kesiliyor.

Gencin “dedem” diye bahsettiği kişi, Muxundîye’li Sey Usên’dir. Benim yaşıtlarım, 1938’de henüz doğmamış oldukları için görgü tanıklığı yapamazlar doğal olarak. O dönemin bu tür olaylarını anlatan fazlaca yazılı kaynak da yok. Böyle bir durumda ise halkın anlattıkları önem kazanıyor. Sey Usên’nin 1937-38 yılarında devlete yardım ettiği, Dersimliler arasında yaygın olarak anlatılan bir konu, buna inanan çok insan var.

Ama o genç ile yaptığımız bu kısa konuşma, bu gibi konularla ilgili bazı hassasiyetler üzerinde de düşünmeye zorluyor beni.

Bizim toplumsal kültürümüz, kendimize ait ya da yakın olanlarla ilgili eleştirel değerlendirmelerde bulunmamıza pek te tahammülkar değil. Oysa her toplum gibi bizim de kendi geçmişimizi, iyi öğrenmemiz ve bunu gelecek kuşaklara aktarmamız gerekiyor, buna mecburuz. Ancak bu işi yaparken de hem kimseye haksızlık etmemeye özen göstermeli yani objektif olmalı hem de kullanılan dilin rencide edici olmamasına dikkat gösterilmeli. Bu ölçülere uyduktan sonra elbet kişi doğru olduğuna inandığı şeyleri aktarır. Bu çerçevede aktarılan bilgilerden rahatsızlık duymak için de haklı bir neden yok. Sonuçta bunlar geçmişte yaşanmış olaylardır. Geçmişte yaşanmış bu tür şeyler ise ne kimseye üstünlük sağlar, ne de bunlara dayanılarak sonraki kuşaklar suçlu gibi gösterilir. İstesek de istemesek de bir dönemin yaşanmış olaylarıdır.

Muxundî ziyareti, yani kutsal mekân iki ayrı yerdedir. Bizim uğramış olduğumuz ilk mekân, vadinin batı yakasında yer alıyor. Burası, Bamasûr’un yukarıdaki efsanede bahsi geçen, Kurêş ile buluşmasından sonraki ikinci evidir. Oysa Bamasûr, Muxundî köyüne ilk geldiğinde buraya değil, vadinin doğu yakasındaki bir eve yerleşmiş. Ziyaret taşı da oradadır. O nedenle de ziyaret gidenler, Bamasûr’un izlediği sıraya uygun olarak önce doğu yakadaki mekâna uğruyor, ziyaret taşında mum yakıp dua ettikten sonra batı yakaya geçiyorlar. Kurban da prensip olarak doğu yakadaki bu taşın önünde kesiliyor.

Yeni gittiğimiz evde de yine büyük bir “eşq û nîyaz” ile karşılanıyoruz. Ailenin büyüğü Sey Alî (Ali Gerçek)’tir. Ali, yine artık hayatta olmayan Sey Mehmed Alî’nin, Mehmed Alî ise yukarıda bahsi geçen Sey Husên ya da Sey Usên’ın oğludur. Sey Welî ile Sey Alî amca çocukları oluyorlar.

Yeni gittiğimiz evde, günümüzde Dersim köylerinde hemen hemen her zaman karşılaştığımızın tersine çocuk sayısı çok gözüküyor. Kalabalık, cıvıl-cıvıl bir aile. Gerçi bu çocukların çoğu Dersim dışında yaşayıp, yaz sezonu nedeniyle buraya gelmiş olanlardan oluşuyor ama yine de Muxundî göreceli olarak daha iyi durumda sayılır. Sey Ali’nin evinde karşılaştığımız gençlerin oldukça güzel bir Kürtçe ile (Kurmancca lehçesi) bizimle sohbet etmeleri de ikinci büyük sürpriz oluyor.

Kapı önüne çıktığımızda yanımdaki gençten birine:

“Bakıyorum Muxundî ceviz yönünden zengin,” diyorum.

“Öyle, cevizimiz bol”.

Konuyu asıl sormak istediğim noktaya getirerek “Bilebildiğim kadarıyla bu köydeki ceviz ağaçları, 1985’lerde askerler tarafından kesilmiş, adeta yok edilmişti. Şu gördüğümüz cevizler ondan sonra dikilenler mi yoksa eskiden kalma olanlar da var mı?”

“Evet, o zaman bir olay olmuştu. Karakol bunu bahane etti, ‘Cevizler görüş mesafemizi daraltıyor’ diyerek kestiler. Sonra köylü yenilerini dikti ve gördüğünüz gibi artık büyümüş durumdalar.”

“Doğrudur, aradan geçen süre az sayılmaz. Zaman maalesef çok çabuk geçiyor.”

“Öyle, az değil. Ama şanslı olduğumuz bir başka nokta var.”

“O ne?”

“Bazı köylerde devlet kimyasal maddeler kullandığı için yeni ağaçlar meyve vermiyor. Bizde hiç değilse böyle bir durum yok.”

“Gerçekten şanslısınız.”

Muxundî (Muhubdu) ziyaretinın kutsal taşı.

Zaman yönünden durumumuz pek parlak sayılmaz. Kızıl Kilise (Nazımiye)’ye bağlı Civrak köyü Gemike mezrasında ünlü ozan Sey Qazî için yapılmış anıt mezarın açılışı var, ona yetişmemiz gerekiyor. Özellikle de Süleyman Ateş ile kameraman Hesen, o töreni kaçırmak istemiyorlar. Zaman yitirmeden yola düşmeliyiz ve öyle de yapıyoruz.

O yöreyi en iyi bilen sürücü arkadaşımız İbrahim’dir. Yola çıkarken, bir ara yoldan bahsediyor ve onu izlersek gideceğimiz mesafenin çok kısalacağını söylüyor. Ne var ki yolun durumu hakkında kesin bilgimiz yok, bu nedenle tereddütlüyüz ama yine de şansımızı denemeye karar veriyoruz.

Bir süre sonra Muxundîye-Mamekîye yolunu terk edip sağa sapıyoruz ama yol gerçekten de güven verici değil. Hayli bozuk gözüküyor. Geri dönelim falan diyorsak ta İbrahim emin olduğu için devam ediyor. İleride bir yerde yol çatallaşıyor ve biz sol taraftakini alıyoruz. Xiran mıntıkasındayız artık. Biraz sonra karşımıza çıkan çok dik bir yamacı aşar aşmaz, ucu iğne gibi sivri ve oldukça yüksek dağı üzerimize çökecek gibi hissediyoruz. Deminden beri ilgi ile izlediğimiz dağın zirvesi burnumuzun dibinde sayılır. Artık en üst noktasındaki devlete ait tesislere daha yakından ve dikkatle bakıyoruz. Tesisler daha çok bir telefon ve yayın şebekesini andırıyor fakat emin değiliz. Bir askeri tesis de olabilir. Bekliyoruz, ikinci aracımız da geliyor.

Kısa bir değerlendirme yaptıktan sonra devam ediyoruz. Derken önümüze küçük bir köy çıkıyor. Kela köyüdür burası. Muhtemelen tepesinde askeri tesislerin bulunduğu sivri ve yüksek dağdan almıştır adını. Çünkü onun adı da “Kela”dır. “Koyê Kela” (Kela Dağı) denir kendisine.

Görünüşe bakılırsa köy boş değil ama ortalıkta kimseler gözükmüyor. Kimseyi göremeyince de yola devam ediyoruz. Ne var ki çok geçmeden, üzerinde bulunduğumuz yolun tepedeki tesislerden başka bir yere gitmediğini fark ediyor ve beklemeden geri dönüyoruz. Biraz önce geçtiğimiz köye tekrar geldiğimizde bir evin kapısının önünde oturmakta olan genç bir adamla karşılaşıyoruz. Bizi Nazımiye’ye ulaştıracak yolu sorduğumuzda;

-Yolu şaşırmışsınız. Karakol’dan telefon açtılar, ‘İki araba bize doğru geliyor kimler acaba dediler, tahmin ettim şaşırdığınızı.”

Arkasından karşı sırttan giden paralel yolu gösteriyor; “Şuradan inin, şu gördüğünüz karşıdaki yol sizi Nazımiye’ye götürür,” diyor.

Biz teşekkür edip uzaklaşırken o da elindeki telefonun tuşlarına basmaya başlıyor. İhtiyaçları olan bilgiyi vermek üzere karakolu arıyor olmalı.

Söylenen yola girdikten sonra artık her hangi bir şekilde tereddüt hissetmiyoruz. İnişli çıkışlı daracık yol boyunca, vadileri, tepeleri aşa aşa ilerlerken, Pir Rıza Katurman, biraz ötedeki evleri gösteriyor ve “Burası Ambar” diyor.

Ambarı ilk kez görüyorum ama adını iyi biliyorum.

“1938’de katliama uğrayan Ambar mı?” diyorum.

“Evet, o” yanıtını veriyor.

Gerçekten de 1938’de bu mezrada yaşamakta olan ve “Çê Rayverê Ambarî” olarak bilinen aileden bir hayli kişi katledilmişti. Bu aile yani “Çê Rayverê Ambarî” Kurêşan mensubudur, din adamları grubuna girer. Az sonra, sol ileride hafif bir yamaca yayılmış köy dikkatimi çekiyor. İbrahim o köyün “Pax” olduğunu söylüyor, Katurman da doğruluyor. Önümüze çıkan hayli derin vadiyi geçtikten bir süre sonra bu kez yine hafif meyilli bir köyde buluyoruz kendimizi. Yamaca yayılmış köye girer girmez, “Burası da Çuxure” diyor İbrahim.

“Çuxure burası mı?”

“Evet, burası.”

Çuxure, 1938 soykırımında tırpanlanan köylerden biridir. Bu trajik olay nedeniyle de adı çok duyulan, ondan da öte türkülere konu olan bir yerleşim birimi.

Bu köyde yaşayan ve “Axayê Cuhuxure” (Çuxure Ağaları) olarak bilinen aile, 1937-38 harekatı sırasında devlete alabildiğine destek olmuş. Yiyecek temin etme, barındırma, yol gösterme ve milislik etme dâhil kendilerinden istenenleri yapmaktan geri kalmamışlar.

Derken gün geliyor, bölgede bulunan tümen komutanı ailenin devletle ilişkilerinde en önde gelen kişisi Slu Ağa ile konuşuyor, Başbakan Celal Bayar’ın bir gün sonra kendilerini ziyaret geleceğini ve hazırlık yapmasını söylüyor. Tabi Slu Ağa keyifle kabul ediyor. Koca Başbakan’a hizmet etmeyip de kime edecekler?

Ertesi gün gerçekten de geliyor Başbakan. Ne var ki umduklarının tersine, Bayar hiç yüz vermiyor kendilerine. Tabi bu da büyük bir yıkım oluyor Slu Ağa için, kuşkulanmaya başlıyor. Başlamasına başlıyor ama yine de devletten kendilerine herhangi bir zarar gelmeyeceğini düşünüp önlem alma yoluna gitmiyor.

1976’da, 1937-38 yıllarında milislik yapmış olan Ali adındaki yaşlı kişi ile konuştuğum da, bu konuda özetle şunları söylemişti.

“Slu ağanın isteği ile milislik yapıyorduk. Celal Bayar, Harçige çayını geçip bizim tarafa geldi. Ötelerde bir çadırda oturuyordu. O kadar çok asker vardı ki iğne atsan yere değmez. Bir ara benden çeşmeye gidip su getirmemi istediler. Gittim. Giderken de yolda Slu Ağa’ya rastladım. Atını durdurdu ve nereye gitmekte olduğumu sordu.

“Çeşmeye, su almaya gidiyorum,” dedim.

“Git ama durum iyi gözükmüyor, bu kafir soyu hepimizi kıracak.”

“Bende ‘Sen o kadar hizmet ettin Ağa, sana niye kötülük etsinler ki?’ karşılığını verdim.

‘Durum öyle gösteriyor. Hizmet ettik ama bir işe yaramayacak galiba’ dedi bu kez.

“Sonuçta Slu Ağa’nın dedikleri çıktı. Bir gün sonra koca ailenin bütün bireylerini toplayıp götürdüler ve ‘Kertê Mazgêrdî’ denilen yerde kurşuna dizdiler. Beşikteki bebekler bile kurtulamadı. Koca aile yok oldu gitti.”

Tabi bu olayı ilk kez ondan duyuyor değildim. Özellikle de Dersim’in doğu yörelerinde, 1938 üzerine ne zaman bir konuşma ya da sohbet olsa, en başta anlatılan olaylardan bir tanesi bu katliamdır ki romanım “Gülümse Ey Dersim” de detaylı olarak bu olaydan bahsediyorum.

Çuxure’yi yavaş yavaş geride bırakırken, dudaklarımdan yukarıda bahsettiğim olay ile ilgili olarak halk arasında çokça söylenen ağıttan cümleler dökülüyor:

Ax ondêra Çuxur a le min sono gavan o,

Celal Bayar amo, emsû ma rê meyman o

Non-sola ma nêweno,

Ma de xayîn nîyadano.

Vano “Zerrê mi terseno

Az ma ra nêverdano”.

(Ah meret Çuxure bir çetin geçit

Celal Bayar gelmiş, bu akşam konuk bize

Ekmeğimizi-tuzumuzu yemiyor

Bakışları haince

Korkum o ki

Soyumuzu kurutsun bizim).

Devamı var.

No nuşte 2886 rey wanîyayo
No nuşte hema şîrove nêbîyo.