Van’a Doğru Uçarken
Hakkâri Üniversitesi Kürdoloji Konferansı’na (Konferansa Kurdolojiyê ya Zanîngeha Hakariyê) katılmak üzere 24 Mayıs günü İstanbul’dan havalandığımda hayli sevinçliydim. Sevincim, sadece böyle bir konferansın düzenlenmiş olması, konuşmacılardan biri olarak ona katılmam ve 5 gün boyunca Kürdoloji alanına giren onlarca konunun tartışılması değildi. Sevincimin bir nedeni de ülkemin bu yöresine ilk kez gidiyor olmamdı. Daha önceleri Van’a çeşitli kereler gitmeme rağmen Colemêrg’i görme fırsatım olmamıştı.
Şansımıza hava alabildiğine açık ve doğal olarak fırsat buldukça da aşağılara bakıyorum. Git, git, git; yol bitmeyecekmiş gibi geliyor insana. Oysa topu topuna iki saatlik bir yolculuktur yaptığımız. Derken sol yanım akmakta olan bir nehir ilişiyor gözüme. Bunun, Murat olduğunu bilmem zor olmuyor. En az 10 km. yüksekte olmamıza rağmen çok heybetli bir görünüşü var Murat’ın. Daralıp genişleyerek, bir yılanınkini andıran kavislerle ovaları, dar vadileri geride bırakıp ilerliyor kocaman bilge. Suyu da bulanık mı bulanık, dersiniz ki bir çamur deryasıdır akmakta olan. Ne de olsa dağlarında karların eridiği mevsimdeyiz Kürdistan’ın. Ona baktıkça geçmişe uzanıyor, tarihi düşünüyorsunuz; doğanın olağanüstü gücü, insana sunduğu olanaklar takılıyor aklınız ve tabi bir sevinç hatta bir gurur dalgası sarıyor içinizi. Ama bir yandan da erozyon denilen canavarı görüyorsunuz yürek sızısı hissederek. Kürdistan, her yıl bu sularla ne kadar toprak kaybediyor acaba, diye sormaktan alamıyorum kendimi.
Muş’u geride bıraktıktan az sonra, alçalmaya başlama anonsu duyuyoruz. Ötelerde, kuzey kıyıları gözüken Van Gölü giderek bize doğru geliyor gibi. Yakınlaştıkça, onun mavi yüzünün inceliklerini daha iyi görebiliyoruz. Sol yanda, yani gölün kuzey yakasında olanca görkemiyle Sîpan (Süphan), güney yakasında ise Artos!... Bu dağların, hele hele Sîpan’ın doruklarını böylesine net görmek pek kolay değil. Tepeleri genellikle dumanlıdır bunların. Ama o gün şanslıyız! Anlaşılan, doğa torpil geçiyor bize. Gri örtüyü bir kenara atmış, zirveleri cömertçe sermiş gözlerimizin önüne.
Uçak, Edremit’in üzerinden geçerken yine yürek sızısı ile sarsılmamak mümkün değil. 30-40 yıl önceki halini hatırlıyorum bu yörenin. O zamanlar, dünyamızın en yüksek hayal gücüne sahip bir ressamın fırçasından çıkmış kadar güzeldi buralar. Onun sırtını dayadığı yüce dağlar, yılın büyük bir bölümünde karla kaplıdır. Nisan ve Mayıs ayalarında, doruklardan aşağıya inildikçe beyaz örtü önce azalıyor, sonra da hepten kayboluyor ve yerini otlaklara bırakıyordu. Göle yakın yerler, ağırlığı meyvelerde olan bir ağaç deryası gibiydi. Sonra, o yeşillik göl mavisi ile devam ediyor, karşı kıyılarda, sizi başka zirvelerle buluşturacak olan yeni yamaçlarla buluşturuyordu.
Sonraki yıllarda, bir ara Edremit’e bir çimento fabrikası yapıldığını duyduğumda kulaklarıma inanamadım. İnsan bazen inanmak istemediği için, gözünün önündeki şeylere bile inanmakta zorlanıyor, gördüklerinin değil, görmek istediklerinin gerçek olmasını istiyor. Benimkisi de öyle bir şeydi. Ancak yine de gerçek gerçekti, dilek ve temenniler, onun varlığını ortadan kaldırma gücüne sahip değillerdi.
Onca boş arazi dururken fabrikayı, üstelik de bir çimento fabrikasını harika güzellikte bir doğa parçasının ortasına oturtmak neyin nesiydi?
Bu kez o fabrikayı gördüm. Bir hayalet gibi duruyordu kıyıda. Edremit’e neler kaybettirdiğini görmek ise tabı ki zor değildi. Eski Edremit’ten eser kalmamıştı geriye.
İnşaat yapımı nedeniyle yeşil kuşak çok büyük yara almış. Sonraki yıllarda ise fabrika tozları yine doğal güzelliklerden çok şey çalmış. Yıllarca yapraklar yeşil yerine gri renkle gözükmüşler. Son yıllarda filtre takmak sureti ile tahribat kısmen azaltılmış ama neye yarar! Giden gitmiş!
Sadece Edremit mi? Van tamamı bakımından da durum bundan farklı değil. Özellikle de 1990’larda yaşanan sürgün ve göç kentte çok büyük bir nüfus patlamasına yol açmış. Bu da kaçınılmaz olarak kentsel sorunları büyüttükçe büyütmüş. Hızlı ve sağlıksız kentleşmenin ilk kurbanı ise her zamanki gibi yeşil alanlar olmuş. Bir dönemlerin ağaç denizi olan Urartu başkenti, o gün bu gündür bu özelliğini görülmedik bir hızla kaybediyor, betonlaşıyor, kalabalıklaşıyor, çirkinleşiyor.
Konuştuğum kişilerden, Van Belediye Başkanı’nın çalışmaları ile ilgili hayli olumlu şeyler duydum. Ama yeşil alanların korunması konusunda o da yetersiz kalıyor. Kanımca Van’ın, çok ciddi çalışan, güçlü çevreyi koruma örgütlerine acil ihtiyacı var.
Dünyanın Damında Hakkarî’ye Doğru
Şimdi Van’ın sorunlarını bir kenara bırakalım ve yeniden yolculuğumuza dönelim.
İstanbul’da uçağa bindiğimde, tam eşyalarımı yerleştiriyordum ki biri “Merhaba” dedi. Tanıdık sesin sahibi Malmisanij’dı. Ben Almanya’dan o ise İsveç’ten geliyordu ve ikimiz de Hakkâri’deki konferansa gidiyorduk. Van havaalanında eşyaları beklerken, başka tanıdık yüzlerle de karşılaştık. Dışarıya çıktığımızda, Hakkâri Üniversitesi’ne ait servis araçları bizi bekliyordu. Minibüs olan bu araçlardan bir tanesine bindik ve Gürpınar üzerinden Hakkâri’ye doğru yola koyulduk.
Bu yörede yol alırken dünyanın damında gezer gibisiniz. Çünkü burada yüksek olan sadece dağlar değil, arazi bir bütün olarak oldukça yüksek rakıma sahip. Diyelim ki Van Gölü’nün deniz seviyesinden yüksekliği 1700 metrenin üzerindedir. Gürpınar’ın yanı başından vadi boyunca ilerledikçe yükseklik de ha bire artıyor. Karlı dağlarla adeta kucaklaşa kucaklaşa Türkçeleştirilmiş adı “Güzeldere” olan geçide ulaştığımızda deniz seviyesinden yüksekliğimiz 2760 metreyi buluyor. Dile kolay bu yükseklilerde yaşam sürdürmek! Ancak onu geçer geçmez bu kez baş aşağı yolculuğu başlıyor.
Yörede düzlük alanlar fazla olmasalar da varlar. Ne var ki toprak adeta bakiredir. Nereye baksanız insan eli değmemiş meralar uzayıp gidiyor. Yerleşim birimleri, yani köy sayısı bakımından da çok yoksul gözüküyor yöre. Ara sıra karşı karşıya kalınan köyler ise oldukça yoksul, oldukça cansızlar. Neyse ki vadi boyunca sık sık karşımıza çıkan Koçer çadırları ve yine onlara ait koyun sürüleri, biraz olsun rahatlatıyorlar içimizi. Bu yörelerin nüfus yoğunluğu bakımından zayıf durumda olduklarını biliyorum. Bunun nedenleri hakkında da bilgi sahibi sayılırım ama yine de o andan başlayarak fırsat buldukça çevremdekilere de sormaya başladım. Ana neden hep aynı oldu:
“Şerê qirêj!” (Kirli Savaş)!
Tabi bölgede rakımın yüksek olması, tarım açısından bir dezavantaj oluşturuyor ama hayvancılık öyle değil. Zaten hayvan besiciliği eskiden bölge ekonomisinin belkemiğiymiş. 1990’lı yıllarda uygulanan yayla yasağı, faili meçhul cinayet dalgasının da dâhil olduğu sınırsız baskılar ve köylerin zorla boşaltılması, hayvancılığı öldürmüş. Bütün bunlara tam bir parazitleştirme aracı olan koruculuk da eklenince, bölgede üretim diye bir şey kalmamış.
Derken vadinin bir noktasında tam virajlardan birini dönerken, sol tarafta modern bir kaç yapı çıkıyor karşımıza. Kürdistan’ın küçük yerleşim birimlerindeki bu tür yapılar, hemen daima devlete ait yerlerdir. Nitekim bu yöndeki tahminim doğru çıkıyor. Burası yatılı bölge okulu, daha doğrusu Kürt çocuklarını Türkleştirme yuvası. Tabi böyle bir beldeyi karakolsuz düşünmek olmaz. O da, asimilasyon yuvasının yanı başında kendisine ait binada duruyor. O binaların hemen altında, dere yatağında ise modern evler, diğer bir deyişle lojmanlar sıralanmış.
Lojmanlardan öteye halkın oturduğu evler var. Sıradan Kürt köy evlerinden farklı bir yanları yok. Tek ya da iki katlı, çoğu toprak damlı evler! Yöredeki yoksulluğu tarif etmek için başka kanıta gerek yok sanıyorum.
Adını söylemedik; burası “Xoşav!” Ama levhada yazılı olan bu gerçek ad değil. Kürdistan’daki tüm yerleşim birimleri gibi buranın ismi de resmiyette Türkçeleştirilmiş. “Xoşav”ı Türkçeye çevirmiş “Güzel Su” demişler ona. Hani kardeşiz ya! “Türk kardeşler”imiz, böylesini uygun görmüşler bizim için.
Beri taraftan “Xoşav” denince, akla ilk gelen bu adla bilinen kalesi oluyor. Bir yamaca, daha doğrusu uçuruma inşa edilmiş kaleyi gezmek, programımızda yok. Ama bakarken şaşırmaktan alamıyor insan kendisini. Buna “hayranlık duymak” da diyebilirsiniz. Hangi matematik, hangi inşaat tekniği ve bilgi ile oraya yapıldı o koca kale; yanıt vermek kolay değil.
Van’a bağlı Başkale ilçesini geride bıraktıktan bir süre sonra, Halk arasındaki adı “Zê” olan Zap nehri ile buluşuyoruz. Ondan sonra da Hakkâri’ye kadar ayrılmıyoruz birbirimizden. Yanı başımızda, bizimle yarışır gibi akıp gidiyor Zê.
Ona baktıkça halk arasında “Mizur”, yazılı kaynaklarda ise “Munzur” olarak geçen Dersim’in ünlü nehrini düşünüyorum hep. Daha doğrusu ben düşünmüyorum, Zê ya da Zap getiriyor aklıma. Bazı özellikleri farklı olsa da birbirlerine çok benziyorlar. Diyelim ki Mizur vadisi daha dik, daha haşindir. Daha da önemlisi genellikle ormanla kaplıdır. Oysa Zê vadisi, bu yönden bambaşka bir görünüm arz ediyor. Ağaç yönünden olağanüstü derecede yoksulluğu dikkatimi çekiyor. Hakkâri kentine yakın bölgelerde, yeni yaprak açmış meşe ve söğütler bir yana, ağaç göremiyorsunuz yol boyunca.
Derken, vadinin sarp yamaçlarla kuşatılmış alabildiğine derin bir yerinde, yol boyunca sık sık karşınıza çıkan askeri kontrol noktalarından birini daha aşıp köprüyü geride bırakırken yol arkadaşımız Zê’yi kaybediyoruz. Arkaya dönüyorum, yanlara bakıyorum; yok; dersiniz ki yer yarıldı da içine girip kayboldu.
Colemêrg ya da Hakkâri ve Dersim: Benzerlikler, Ayrılıklar
Gözlerim Zê’yi arayadursun, bir kaç dakika sonra kentin kenar mahallelerinde olduğumuzu fark ediyorum. Dersim’de Tunceli il merkezinin bulunduğu Mamekiye ile hayli benzeştir bu kent. Bu, durum sadece benim değil, her iki yöreyi görmüş olan başkaları için de dikkat çekici oluyor. Örneğin, aynı minibüste yolculuk ettiğimiz Malmisanij, bu izlenimini yüksek sesle dile getirmekte gecikmiyor. Sonraki günlerde, her iki kentin benzerliklerinin bununla sınırlı olmadığını görüyoruz. Örneğin, Van’a ayak bastığımızdan beri her yerde karşımıza çıkan rivês/ribês (Türkçesi: işkın), bu mevsimde her iki kentte de seyyar satıcı arabalarının süsleyicileri arasındalar. Dersim’de çok olan “hêluge” ya da “gulıke”ye ise burada rastlamadım. Her iki kentin nüfus büyüklükleri aşağı yukarı aynıdır. Bence en önemli benzerliklerden biri sosyal alanda göze çarpıyor. Her iki yörenin halkı arasında dini inanç farkı var. Hakkârililer Müslüman (Sünni), Dersimliler ise Alevidirler. Ama her iki ilde de otoriter, insanları belli kurallara uymaya zorlayan inanca dayalı bağnazlık yok. Örneğin, Hakkâri’de kaldığım günler içerisinde sadece üniversitede az sayıda türbanlı kadına rastladım ki onlar da hem başka yörelerden gelenlerdi hem de bu giysiyi isteyerek kullanıyorlardı. Diğer bir deyişle bir zorlama sonucu değildi. Kendi tercihleri olunca da doğal olarak kimsenin bir diyeceği olamaz, haklarıdır.
Hakkâri il merkezi, rakım olarak Mamekiye (Tunceli)’den daha yüksektir. Yamaçlar daha dik ve tabi çıplaktır. Güneye düşen yamaçta ve kente hâkim yükseklikte Hakkâri Kalesi, daha doğrusu kalenin kalıntıları var. Hakkâri Mirliğinin mekânı olan kale, 1969 yılında vali Hüseyin Öğütçen tarafından yıktırılmış. 1980 darbesi olur olmaz da halka yasaklanmış burası. Hakkâri halkı, o gün bu gündür, kendi atalarına ait bu tarihi yeri görme ve tanıma hakkından yoksun. Şimdi bir askeri birlik barınıyor orada. Yamacına yakın bir yerinde ise beyaz taşların yan yana dizilmesiyle “Ne Mutlu Türküm Diyene” sloganı göze çarpıyor. Zulüm ile slogan birbirlerine çok yakışıyorlar doğrusu.
Kentin Doğu tarafında yükselen Sümbül dağı, bazen ürkütücü olabiliyor. Öyle oluyor, çünkü her an insanın kafasına düşecek gibidir duruşu.
Nehrin, o dağın dibine sokulan yatağı o kadar derin ki kent merkezinden onu göremiyor, sesini duyamıyor, varlığını başka türlü hissedemiyorsunuz. Oysa Mamekiye’de durum bunun tam tersidir. Munzur Vadisi ağaç bakımından zengindir. Kentin bir bölümünden bir kartal bakışı ile nehri izleyebilirsiniz. Bir bölümü ise zaten onun yatağına kuruludur.
Hakkâri’de Türkçeyi ancak gençlerle çocuklardan duyabilirsiniz. Bunun dışında, halk Kürtçe konuşur. Ama Dersimliler böyle değiller. Onlar büyük ölçüde kendi dillerinden kopmuş durumdalar. Diyarbekir gibi Dersim’in çarşı-pazar dili Türkçedir. Hem Dersim’de hem da Hakkâri’de “Ne Mutlu Türküm Diyene” türünden ırkçı sloganlar hala yerlerinde duruyor. Ben şahsen bunu politik ilgisizlik ile bilinç zaafı kadar, bir kişilik dejenerasyonu göstergesi olarak da görüyorum. Eğer dejenere olmamış olsaydık, bizi yok sayan, küçük düşüren ve aynı zamanda ölüm fermanımız anlamına gelen bu tür sloganları sineye çekip kuzu-kuzu yerimizde oturur muyduk? Bunların çoktan sökülüp ortadan kaldırılmaları gerekmez miydi?
Yine her iki ilde de dükkân tabelalarının nerdeyse tamamı Türkçedir ki bundan da halk olarak kendi duyarsızlığımızın büyük payı var. BDP’nin bu güne kadar, bu alanda güçlü bir program ortaya koyamamasını ve pratikte gerekli çabayı harcamamış olmasını ne ile açıklamak gerekir, bilemiyorum.
Zengin Kaynaklar Arasında Yoksulluk Diz Boyu
Dersim ile Hakkâri’nin yüksek dağları, hayvan besiciliğine çok elverişli geniş otlaklarla örtülüdür. Her iki yörede olağanüstü derecede zengin su kaynakları var. Derin vadileri gibi balı ve cevizi de ünlüdür buraların. Suya dayalı enerji, hayvancılık ve turizm bakımından sahip oldukları muazzam potansiyele rağmen her iki yörede de üretim adeta sıfır düzeydedir. Dersim gibi Hakkâri’ye de yoğurt bile batıdan geliyor.
Doğal Benzerliği Kardeşliğe Dönüştürmek!
Söz iki kentin benzerliklerinden açılmışken bir önerimi dile getirmek istiyorum. Bence Hakkâri ve Dersim Merkez (Tunceli) belediyeleri, iki kenti “kardeş kentler” ya da İl Genel Meclisleri onları “kardeş iller” olarak ilan edebilirler, etmeliler. Hem de bu kardeşlik soyutta da kalmamalı, iki yöre arasında bir sosyal ilişkileri geliştirme programına dayanmalı. Örneğin, bu amaçla tarihi, kültürel ve coğrafi tanıtım çalışmaları yapılabilir, karşılıklı turistik geziler düzenlenebilir vs. Hakkârili gençlerin Dersim’de Dersimli gençlerle, Dersimli gençlerin ise Hakkâri’de Hakkârili gençlerle ele ele tutuşup türkü söylediklerini, birlikte govende durduklarını görmek çok hoş olur doğrusu.
Bir Boykot, Bir Destek ve Bir Protesto
Hakkâri’ye gidişimizden kısa bir süre önce iki Türk sömürgeci partisinin genel başkanları peş peşe Hakkâri’ye gitmişlerdi. Politik olarak BDP’nin etkisi altında olan Hakkâri’de halk, bu partinin aldığı karara uyarak Erdoğan’ın mitingine gitmemişti. Başbakan gerçek anlamda hayalet bir kent ile karşı karşıya kalmış, polis ve kimi memurlardan oluşan küçük bir gruba hitap etmek zorunda kalmıştı. Boykotun etkisini, AKP’ye taraf basından da anlamak mümkündü.
Örneğin, Erdoğan’ın basın bülteni niteliğindeki Sabah gazetesinde, yayın yönetmeni Erdal Şafak, PKK’nın kent halkını zorla evlerinden alıp dağlara götürdüğü iddiasını ciddiye alacak ve bunu köşesinde yazacak kadar dengeyi yitirmişti. Şahsen bu boykotu hem DBP hem de Hakkâri halkı bakımından önemli bir başarı olarak kabul ediyorum.
Erdoğan’dan sonra bu kez Hakkâri’yi ziyaret eden politikacı Kemal Kılıçdaroğlu olmuştu. Erdoğan’ı boykot eden DPT, Kılıcdaroğlu mitinginde tam tersini yapmış, taraftarlarını alana yığmış, aslında bu kentte varlığı olmayan CHP’ye on bin civarında insan toplamıştı. İyi kıyak doğrusu!
Bu komik durumu ise sadece BDP’nin değil, Kürt halkının bir trajedisi olarak değerlendirmek gerekir.
Yazılarımı okuyanlar bilirler; ben AKP’ye her hangi bir şekilde güven duyan, ona umut bağlayanlardan değilim. TRT-6’in yayın hayatına başlamasını, Başbakan’ın Dersim’de 1938’de yaşananlarla ilgili değerlendirmelerini, ordunun politika üzerindeki tekelini kırmaya yönelik çabaları önemli görsem ve desteklesem de, bu partinin, Kürt sorunun çözme konusunda samimi olduğuna hiç inanmadım. Açıktır ki AKP, 1924 anayasası ile devletin önüne konulan Kürt stratejisini ana hatları itibariyle aynen benimsiyor ve koruyor. AKP’nin kimi söylemleri ile pratik adımları öze değil yönteme ilişkin şeylerdir. Yani bu partinin yaptığı şey, Kemalistlerin 1924 yılında çizdikleri Kürt stratejisinin ortaya koyduğu temel hedeflere ulaşmak için seçilen yol ve yöntemlerde kimi değişiklikler yapma çabasından öte bir şey değil.
Oysa CHP bu kadarından bile uzak, klasik Kemalist çizgiden sapmayan, Ergenkoncu bir partidir. Bu partinin genel başkanı, bir kaset darbesi sonucu ve adeta paraşütle onun başına getirildiğinde, yaptığı ilk şeylerden biri Hürriyet gazetesindeki bir köşe yazarı kanalıyla aslını inkâr ederek Türkmenliğini ilan etmek oldu. Erdoğan, Başbakan olarak 1938’de Dersim’de yapılanları kınarken, Dersimli Kılıçdaroğlu tam bir dönme tavrıyla “Devrim dönemlerinde olur böyle şeyler”, dedi ve yapılanlara haklı gerekçeler göstermeye çalıştı. AKP yönetimi hiç değilse Kürt sözcüğünü telaffuz etmekten çekinmez, hatta lafta da olsa çözümden bahsederken Kılıçdaroğlu, CHP’nin başına geldikten 6 ay sonran sözcüğünü ağzına alabildi. Seçim sürecine girilmemiş olsaydı, eminim ki bunu da yapmayacaktı.
CHP, Kürdistan’da bir cesede dönüşmüş olan Kemalizmi canlandırmak için yoğun bir çaba harcıyor. Onlar bunu yaparken çıkarından başka bir şey düşünmeyen kimi sürüngen Kürtleri yanlarına almayı da ihmal etmiyorlar. Son zamanlarda demokrasi üzerine söylenenler ve bu çerçevede daha sık kullanılmaya başlanan “Kürt vatandaşlarımız” sözleri, silindikleri Kürdistan’da yeniden boy gösterme manevrasından öte bir şey değil. Bu bir bakıma, yine CHP’nin, 1960’ların ortalarında piyasaya sürdüğü “Ortanın Solu”nu andırıyor.
Bu bakımdan, BDP Hakkâri’de bu partiye destek olmakla kanımca tarihi bir hata yapmış oldu. Geçmişin ırkçı, kanlı mirasını ret ve mahkûm etmedikçe Kürtlerin CHP’ye destek olmaları, Yahudilerin Hitlerin partisine destek vermelerinden farklı değil.
Erdoğan’ı boykot eden, CHP’ye destek veren BDP, 25 Mayıs günü başlayan ve 5 gün devam eden Kürdoloji Konferansında ne yaptı, bir de ona bakalım:
Bahsedilen gün öğleden sonra Konferans’ın açılışı başladığında salon hayli kalabalıktı. Açılış konuşmasını yapmak üzere, Dr. İbrahim Seydo Aydoğan kürsüye geldi ve çok kısa bir konuşmadan sonra, Diyarbekirli Sanatçı Mahmut Kızıl’ı Sahneye davet etti. Kızıl, sahnede yerini alıp da selamlama anlamında söze başlar başlamaz gürültü koptu. Birileri slogan atıyorlardı. Garip bir uğultu halinde atılan sloganlardan fazla bir şey anlamak mümkün olmadı ise de bunun, DTP’lilere ait bir protesto gösterisi olduğu belli idi. Bir kaç dakikalık sloganlardan sonra hemen yanı başımda oturan bir genç ayağa kalktı ve özetle, “Bu konferans seçim döneminde AKP propagandasını yapmaktan başka bir şey değil, bu tür konferansları ancak TZDK* yapma hakkına sahiptir,” türünden sözler söyledikten sonra grup toplu olarak salonu terk etti.
Aynı grubun hazırladıkları afişte ise konferansa katılmış olan bizlere “Size yumurta atacaktık ama düşündük ki buna bile değmesiniz”, sloganı yer alıyordu.
Bu tutumun nedeni ile ilgili olarak iki şey söylendi bize.
Bir görüşe göre, Hakkâri mitinginde, Başbakan Erdoğan, kendi iktidarı döneminin faaliyetlerine örnek olarak bu konferansı göstermiş, “bakın biz Kürdoloji konferansı düzenliyoruz” tarzında sözler söylemiş. BDP’liler de bu yüzden tepki göstermişler.
Bir diğer görüşe göre ise, Erdoğan’ın sözleri sadece bir bahaneydi. Başbakan bunları söylemeseydi de DTP boykot edecekti. Nitekim daha önceki yıllarda yapılan benzer nitelikte iki konferansa katılmış olan BDP’ye yakın kişilerden hiç biri bu yıl onda yer almıyordu.
Ne var ki hangi açıdan bakarsanız bakın, BDP’nin Konferans ile ilgili tutumu yanlıştı. Neden?
1) Konferans, halkımızın çıkarlarına uygun ve oldukça zengin bir programa sahipti.
2) Program, baştan sona kadar Kürtçe idi. Kim hangi lehçeyi istiyorsa, konuşmasını onunla yaptı. Rektörün bir kaç dakikalık selamlama ve Kürtçe bilmeyen bir dinleyicinin ara sıra sorduğu sorular dışında Türkçeyi kullananlar, sadece protestocu BDP’liler oldular.
3) Katılımcıların bileşimi bakımından ise tablo daha da ilginçti:
Toplantıya Kürdistan’ın tüm parçalarından, Xoresan (Horasan), Ermenistan ve Avrupa’nın değişik ülkelerinden 50 civarında Kürt entelektüeli katılmıştı. Bilebildiğim kadarıyla yurtseverliğinden kuşku duyulacak kimse yoktu içimizde. Bunlar Kürt diline, kültürüne yıllarca hizmet etmiş, mücadeleye omuz vermiş kişilerdi. Yürekleri Özgür bir Kürdistan için çarpıyordu. Benim gibi, içlerinde BDP’nin politik çizgisine yönelik eleştirici tutuma sahip olanlar olsalar bile hiç biri ona düşman değildi, dosttular.
Şöyle bir düşünelim; BDP, uzak durup düzenleyici ve katılımcılara hakaret edeceğine, kendi kentlerinde düzenlenen bu ölçüde düzeyli ve yararlı bir konferansa katılsa, hatta destek verse, sunum yapmak üzere gelmiş olan o entelektüellere Hakkâri’nin sorunlarını anlatsa, çözüm konusundaki önerileri hakkında bilgi verse ve onlarla dostane diyaloglar kursa daha iyi olmaz mıydı? Bunun yanıtını BDP’nin kendisine, özellikle de onun fedakâr tabanına bırakıyorum.
Bu arada yeri gelmişken Üniversite Rektörü Prof. Dr. Îbrahim Belenlî`nin bir kaç dakikaya sığdırdığı selamla konuşmasına da değinmek isterim. Belenli, konuşmasında özetle şunları söyledi:
“Bir gün eğer Türkiye'de Kürdoloji bir bilim dalı olarak ele alınacaksa, bu işe Hakkâri’den başlamak gerekir. Bu işin laboratuarı burasıdır. Çünkü Kürt halkının dokusunun en az bozulduğu yerdir burası. Kürt halkının kültürü ve yaşayış tarzı en iyi bu yörede korunmuş.
Diğer taraftan bir halk hakkında bilimsel çalışma yapabilmek için de her şeyden önce, o halkı tanımak gerekir. Bunu yapmadan bilimsel çalışma yapamazsınız.”
Beri taraftan, burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, işin ilkesel yanıdır. Kendisine uygun düşmese bile, her hangi bir Kürt politik örgütünün bu tür demokratik eylemeleri sabote etmek, düzenleyici ve katılımcılara karşı küçük düşürücü tavırlar sergilemek gibi bir hakkı olabilir mi?
Bakın bu konferanstan önce, MHP taraftarı faşistlerin egemenliğindeki Bingöl Üniversitesi yönetimi, 13-14 Mayıs 2011'de, sözüm ona “Zaza Dili Sempozyumu” başlıklı bir sempozyum düzenlemişti. Tümüyle politik amaçlarla düzenlenen, Kürt düşmanı kişilerin cirit attığı sempozyumla güdülen tek amaç, Zazaların Kürt olmadıkları tezine teorik zemin hazırlamaktı. Asıl protesto edilmesi gereken bu düşmanca eylem iken BDP, kılını bile kıpırdatmadı ve sempozyum, düzenleyenlerin istedikleri şekilde sonra erdi. İnsan her iki eylemle ilgili tutuma bakınca “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demekten alamıyor kendini.
Dönüş Yolculuğu
İşlerim nedeniyle maalesef Konferansı sonuna kadar izlemekten yoksun bıraktım kendimi ve 27 Mayıs günü öğleden sonra Seyîtxan Kurij ile birlikte Van’a doğru yola çıktık. Bindiğimiz aracın sürücüsü genç bir Hakkâriliydi. BTP’li olduğu ise her halinden belli olmaktaydı. Kentin hemen çıkışındaki köprüde yapılan ilk kontrolü aşarak Zê’ye (Zap) ters yönde yola devam ederken bu tür kontrollerle sık sık karşılaşacağımızı biliyoruz. Neyse ki aracımızın ön camında, üniversite hizmetinde olduğunu belirten bir levha konmuş olması işimizi kısmen kolaylaştırıyor.
Hayli esprili olan sürücü ile sohbet ede ede ilerlerken zaman zaman söz dönüp dolaşıyor, devlet kaynaklı baskılara geliyor. Kürdistan’da yaşamın ne olduğunu yakından bilenlerden olmasak, muhtemelen anlatılanlara inanmakta zorlanacağız ve “Bu kadarı da olmaz” diyeceğiz ama öyle yapmıyoruz tabi. Anlatılanların, aslında gerçek durumu dile getirmek bakımından devede kulak kaldığını biliyoruz.
Vadinin yine derin bir noktasında, pencerelerinde yanık izi bulunan çatısız ve camsız tek katlı betonarme binaya yaklaşınca, sürücü arabayı yavaşlatıyor ve başlıyor hikâyesini anlatmaya. Burası, eskiden tavuk çiftliğiymiş. Yakın bölgedeki bir çatışma sırasında Türk güvenlik güçleri 12-13 civarında gerillayı ölü ya da yaralı halde ele geçiriyorlar. Sonra, o ölü ve yaralıları, çiftlik binasına getiriyor, vücudun belden aşağısı içerde, üst kısmı ise dışarıda olacak şekilde pencerelerden sarkıtıyorlar. Amaç, gelen-gidenin görmesini sağlamak! Bir günden fazla bir süre o şekilde beklettikten sonra binayı ateşe veriyor, tavukları da yaralı ve ölü gerillaları da yakıyorlar.
Daha ilerilerde sürücümüzün anlattıklarına Başkale yakınındaki bir köyde yaşanan bir başka olay ekleniyor. Burası İran sınırına yakın bir bölge. Halk öteden beri, devletin “sınır kaçakçılığı” özünde ise çok normal olan ticari işlerle uğraşıyor. Bu iş geçimin adeta vazgeçilemez bir parçasıdır bu yörelerde. Sürücü, şu an adı aklımda olmayan bir adam ile ilgili şu olayı aktarıyor.
Adam 90’lı yıllarda, zaman zaman yaptığı gibi günün birinde yine İran’a geçiyor ve dolu benzin bidonlarını bir katıra yükleyip bu tarafa geçiyor. Ne var ki şansı yaver gitmiyor ve kontrole takılıyor.
Yüzbaşı, “Ne var katır sırtında?“ diye sorduğunda köylü “Benzin” diyor. “Ne yapacaksın benzini ulan?” Bunun üzerine adam “geçim meselesi, ekmek parası. Satıp bir kaç kuruş kazanacağım” tarzından yanıtlar veriyor ama yüzbaşı söylenenleri duymuyor bile. Kasatura ile bidonları deliyor ve kibritle tutuşturuyor. Tabi sırtındaki yükün tutuşması ile alevler içerisinde kalan katır, çılgınca köye dalıyor, oraya buraya koşuyor ama nafile. Derdine derman bulamadan can veriyor. Boşa mı “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” diye!
Xoşav’ı geçer geçmez, vadiyi yukarıya doğru tırmanmaya başlıyoruz. Sürücümüz ise anlatmaya devam ediyor. Vadinin bir yerine “1990’larda gerillalar burada sık sık yol kesiyor, propaganda yapıyorlardı” diyor.
Bir an için duraksadıktan sonra, “Bir keresinde de Hakkâri Özel Tim Şefini öldürdüler”, diye ekliyor.
“Nerede?”
“Aha bu vadide burada.”
“Niye?”
“Çok zalimdi, Hakkâri halkına çok çektirdi, çok can yaktı.”
“Peki, önlem almamış mıydı, nereye gidiyordu öyle.”
“Hakkâri de çok başarılı gördükleri için mükâfat olsun diye Demirel’in koruma müdürlüğüne atadılar. Demirel o zaman Cumhurbaşkanı idi.”
Van’a yaklaşırken on yılların dostu ve Hak-Par il başkanı Tayip Kızılyıldız’ı arıyorum. Kent merkezinde bizi bekliyor. Onunla buluşurken Hakkâri’den bizi getiren sürücüye candan teşekkür edip ayrılıyoruz. Tayip’in önerisi üzerine emekli öğretmen ve araştırmacı yazar İhsan Çölemerikli’ye uğruyoruz. Eşi ve kızı ile birlikte çok sıcak bir şekilde karşılaşıyorlar bizi. Kürt konukseverliğinin bütün inceliklerini görüyoruz o evde. Zaten evi de bir müze gibi Çölemerikli’nin. Çalışmaları tarih üzerine olduğu için, sohbetimizin ana teması bu konu oluyor. Ondan Van’ın binlerce yıllık geçmişi hakkında birbirinden farklı pek çok enteresan hikâyeler dinliyoruz. S. Kurij’ın’ın o gece Bingöl’e giden otobüse yetişmesi gerekiyor, dolayısıyla erken kalkıyor. Tayip ile ben ise 12’ye doğru vedalaşıyoruz Cölmerikli ile.
Ayrılırken Sorular ve Yanıtlar!
Uçağım ertesi gün saat 10.00’da havalanıyor. Karlı dağların kucağındaki Van Gölü üzerinde gökyüzüne doğru yükselirken geride bıraktıklarımı kafamda yeniden peş peşe diziyorum.
Kürtler, bu güne kadar izledikleri politikalarla, karşı karşıya bulundukları dev sorunların üstesinden gelebilirler mi? Yanıtım tereddütsüz “hayır” oluyor. Peki, o halde ne yapmak gerekir?
1. Zaman yitirmeden bütün yurtsever güçleri bir araya getiren halkı temsil yeteneğine sahip güçlü bir ulusal birliği hayata geçirmek gerekir.
2. Böyle bir birliğe hayat verecek ortak stratejik payda “Kürt sorununun, ulusların kaderlerini tayin etmesi” ilkesi çerçevesinde çözüme kavuşturulması olmalı. Bu çerçevede hangi pratik çözüm yönteminin Kürt halkının çıkarlarına uygun düşeceğini, zamanı geldiğinde bu halkın kendisi kendi özgür iradesi ile ortaya koyar. Zaten son 20-25 yılda, 20’ye yakın halk bakımından sorun bu yöntemle çözüme kavuşturuldu. Eski Sovyetler Birliği, eski Yugoslavya, Kıbrıs, Kanada, Çekoslovakya, Sudan’ın güneyi örnekleri ortadadır.
3. Kürtler, Türk ya da “Türkiyeli” örgütlerin ne söyleyip ne yaptıklarına bakmaksızın, yaşamın her alanında kendi ulusal kurumlarını yaratmalılar. Türk ya da Türkiyeli örgütler Kürt halkı bakımından en ileri talepleri programlarına koysalar da bu gerçek değişmez. Kürt halkı bakımından birlikte örgütlenme değil, ayrı ayrı örgütlerimiz kanalıyla birlikte çalışma esas alınmalı. Çünkü çağımızda bir halk ya da ulus ancak kendi örgütleri kanalıyla modern bir ulus olarak varlığını sürdürebilir, kendisini yönetebilir, toplum olarak kendisini geleceğe taşıyabilir.
4. Toplumumuzda özlemi çok duyulan ulusal birliğin gerçekleşmesi ise en başta çok ciddi ve etkileyici bir iç dönüşümün hayata geçmesine bağlıdır. Bölgemizde çokça geçerli olan tekçi ve ben-merkezci anlayış, bu gün hala Kürt yurtsever hareketini derin ölçüde etkisi altında tutuyor. Bunun süratle terk edilmesi, yerine, çoğulculuğu benimseyen, eşitlikçi ve demokratik nitelikte yepyeni bir ilişki ve diyalog modelinin hayata geçirilmesi her türlü olumlu gelişmenin anahtarı durumundadır.
Birlik, tabi ki farklı görüşleri ya da onların özgürce savunulması hakkını ortadan kaldırmaz. Tersine, bir araya gelen ve birlikte hareket eden çevreler, gerektiğinde birbirlerini eleştirebilir, her alanda, farklı görüş ve önerilerini ortaya koyabilirler.
Kuşkusuz bu noktada, eleştirinin düzeyi, yöntemi de önemlidir. Retçi ve küfre dayalı eleştiri yarar yerine zarar getirir. Kaldı ki bir şeyi eleştirmek yetmez, eleştiricinin, eleştirdiği şeyin yerine neyi koymak istendiğini de açıkça ortaya koyması gerekir.
Ulusal örgütler, hayatın her alanını kapsayan sorunlara (dil, kültür, kimlik, işsizlik, sağlık, eğitim, çevresel sorunlar vs.) el atmalı, yol gösterici, müdahaleci, çözümleyici olmak yükümlülüğü ile karşı karşıya olduklarını unutmalılar. Halkın içerisinde onunla birlikte olmak ve onu ileriye götürmek budur.
Türk yönetimi şimdiden devletin yüz yılını dolduracağı 2023 yılı için hazırlık yapmaya başladı. Açıktır ki Türk sömürgecileri için şenlik nedeni olan her şey Kürt halkı bakımından bir yas nedenidir. Bu bakımdan, karşı bir çalışmanın hayata geçirilmesi için şimdiden kolları sıvamakta yarar var. Ve tabi asıl önemli olan, 2023 yılına, bu günkü kölelik zincirleriyle değil, özgürlüğüne kavuşmuş, diğer bir deyişle dünya halklar ailesinin özgür bir üyesi olarak girmeliyiz. Temel hedefimiz bu olmalı.
Berlin, 06.06.2011
____________
Not: Yazıda yayımlanan fotografların bir kısmı internetten, ikisi Seyîdxan Kurij ve birisi de Murad Gundikî'den alınmıştır. Zazakî.Net