Haklar ve Özgürlükler Neden Fiilen Yaşanamıyor?
İnsan hakları, insanın insan olduğu için sahip olduğu haklardır. İnsan onurunu koruyan haklardır. İnsanın maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi için ortaya konmuş evrensel kurallar ve ilkeler bütünüdür.
İnsan hakları var olan değil olması gereken haklardır. Doğal hukuk anlayışından kaynaklanan haklardır.
İnsan hakları, temel hak ve özgürlükler, kişi hak ve özgürlükleri, vatandaş-yurttaş hakları aşağı-yukarı aynı anlamda kullanılmaktadır. Ama insan hakları kavramı bu yönde en geniş anlama sahiptir. En dar anlama sahip olan ise, vatandaş-yurttaş hakları kavramıdır.
İnsan haklarının, Anayasa’da ve yasalarda yer alması için yoğun bir mücadele verilmiştir. Bu mücadeleler sonucunda insan haklarının, pozitif hukukta, anayasalarda ve yasalarda yer aldığı görülmektedir.
Türkiye’de de, insan haklarının 1961’den itibaren, Anayasada ve yasalarda yer aldığı görülmektedir. Ama bu ilkenin, bu hakkın anayasada yer alması, o ilkenin pürüzsüz bir şekilde yaşama geçtiği anlamına gelmemektedir.
Örneğin, Irak Anayasası’nda da 1959’dan itibaren, “Irak halkı Araplardan ve Kürdlerden meydana gelir” şeklinde bir madde vardı. Ama bu hüküm Kürd haklarının ve özgürlüklerinin baskı altında tutulmasına, soykırıma varan operasyonlar yapılmasına engel olmamıştır.
Bu yazıda, insan haklarının neden, gerektiği gibi yaşama geçmediği konusu üzerinde durmaya çalışacağım. Anayasada yer alması, neden o hakkın kullanımı için garanti anlamına gelmiyor, konusunu irdelemeye çalışacağım.
* * *
1982 Anayasası, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” (md. 2) diyor.
Anayasa’nın başlangıç bölümünde de şu söyleniyor. “…Hiçbir faaliyetin, Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Türklüğün tarihsel ve manevi değerlerinin… karşısında korunma göremeyeceği…”
Fiili duruma baktığımız zaman, insan hakları ihlallerinin sık sık yaşandığı gözlenmektedir. 12 Mart rejiminde de, 12 Eylül rejiminde de insan hakları ihlalleri yoğun bir şekilde yaşanmıştır. 1990’larda, Özel Harekâtçı polisler tarafından, Diyarbakır, Batman, Van gibi alanlarda, “kahrolsun insan hakları…” diye slogan atıldığı da olmuştur. Bu bakımdan bu, anayasanın en çok çiğnenen bir maddesidir. Bu, Türk siyasal ve toplumsal hayatının önemli bir boyutudur.
Anayasa’nın, 3, 14 ve 81. maddelerinin birlikte ele alınması öğretici olmaktadır. 3. madde, “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir. Anayasa’nın, 1. 2. ve 3. maddelerinin “değiştirilemeyecek hükümler içerdiği, bu maddelerin “değiştirilmesi dahi teklif edilemez” maddeler olduğu bilinmektedir. Anayasa’nın 4. maddesi bu değişmezlik ilkesini getirmektedir.
14. madde, “Anayasa’da yer alan hak ve hürriyetlerin hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan, demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.” demektedir. Bu maddenin son fıkrası, “Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar uygulanacak müeyyideler kanunla düzenlenir” şeklindedir.
81.madde milletvekilleriyle ilgilidir. Bu madde şöyledir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, göreve başlarken, aşağıdaki şekilde ant içerler:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma, toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ve Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.”
Anayasa 17. maddesinde, “Herkes yaşama maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” “… Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz, kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya ve muameleye tabi tutulamaz.” demektedir.
Anayasanın en çok çiğnenen, ihlal edilen bir maddesinin de 17. madde olduğu çok açıktır. Belirgindir.
Türkiye’de, yöneticiler tarafından sık sık dile getirilen bir söylem vardır. Bu söz özellikle Kürdlere söylenmektedir. “Türkiye’de herkes eşittir. Anayasamız da bu eşitliği garanti etmektedir. Türkiye’de ayrım-gayrım yoktur, herkes eşittir. Bin yıldır barış içinde birlikte yaşıyoruz… Herkes kamuda görev almakta, ehliyetine göre yükselmektedir. Herkes öğretmen, hâkim, subay, profesör, müdür, genel müdür, milletvekili, bakan vs. olabilmektedir. Bu konularda hiçbir kısıtlama yoktur. Herkes eşittir…”
Fiili durumun nasıl yaşandığı ise elbette önemlidir. Fiili durum karşısında bu görüşlerin nasıl bir değer ifade ettiğinin incelenmesi önemli olmaktadır.
Güney Afrika ve Türkiye
1950’lerde, 60’larda, 70’lerde, 80’lerde, Güney Afrika için, “dünyanın en ırkçı devleti” denirdi. Amerika Birleşik Devletleri için de benzer bir suçlama yapılırdı.
Bu yıllarda beyaz yönetim, Güney Afrika’da yerlilere şöyle söylerdi. “Sizin renginiz kara. Siz beyazların içine karışmayın. Beyazlardan ayrı yerlerde yaşayın. Sizin mahalleleriniz, okullarınız hastaneleriniz, eğlence yerleriniz, otelleriniz, parklarınız, plajlarınız, ulaşım aralarınız, kafeleriniz, alış-veriş merkezleriniz… ayrı olsun. Siz beyazların içine karışmayın, beyazlardan ayrı yerlerde yaşayın. Beyaz yönetim, yerlilerin önemli kamu görevlerinde çalışmalarına da izin vermezdi.
Bunun için, beyaz yönetim, “bantustan” denen, dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlar oluşturmuştu. Yerliler buralarda yaşarlardı. Buralarda temel alt yapı hizmetleri çok yetersizdi, olumsuzdu. Sık sık elektrik kesintisi olurdu. Sık sık su kesintisi olurdu. Kanalizasyonlar sık sık tıkanırdı. Sağlık, eğitim ve ulaşım hizmetleri çok yetersizdi. Ama yerlilerin buralarda özerk bir yaşantıları vardı. Yerliler iç özerklik yaşıyorlardı. Bu yönetime “apartheid” yönetimi deniyordu. Bu, mekânsal olarak ve ruhsal olarak yoğun bir dıştalamayı içeriyordu.
ABD’de de benzer bir uygulama vardı. Afrika kökenliler, zenciler çocuklarını beyazların çocuklarının gittiği okullara gönderemezlerdi. Zenciler, beyazların indikleri ulaşım araçlarına, otobüslere, trenlere binemezlerdi. Afrika kökenliler, beyazların girip çıktığı kafelere pastanelere giremezlerdi. O yıllarda ABD hakkında, dünyada, Güney Afrika’dan sonraki ikinci ırkçı devleti diye konuşulurdu.
Türkiye’deyse, örneğin, Kürdlere şu söyleniyor. “Sen Türklerle birlikte yaşayacaksın. Türklerle birlikte yaşamak zorundasın. Ama Türk’e benzeyerek yaşayacaksın. Başka şansın yok. Benim anadilim, kültürüm, atalarım… gibi söylem yok. Bunları unutacaksın. Türklerle birlikte Türk gibi, Türk’e benzeyerek yaşayacaksın…
Bakın, burada, “ayrım-gayrım” yok. Birlikte yaşama durumu ve birlikte yaşama isteği var. Ama nasıl? Bu durum, bu istek, hangi koşulla gerçekleşecek? Koşul kendi öz kimliğini unutmak. Türkleşmek… Bu normal mi?
Bulgaristan’da Türklerin isimlerini değiştirme operasyonu
1985-1988 yıllarını hatırlayalım. Bulgaristan’da, Türk azınlığa karşı isim değiştirme kampanyası vardı. Türklere, Bulgar isimleri alma dayatılıyordu. “Bulgar isimleri alırsanız, Bulgaristan Komünist Partisi’nde ve devlet bürokrasisinde önemli görevler alırsınız, mevkiinizde kolayca yükselirsiniz, aksi halde, yaşamınız zorlaşır, günlük yaşamınızda büyük sıkıntılarla karşılaşırsınız… deniyordu.
Bulgaristan’daki isim değiştirme operasyonları Türkiye’de çok şiddetli tepkilerle karşılaştı. Devlet ve hükümet bu sürece, çok büyük, çok kapsamlı tepki gösterdi. TBMM, hükümet, bakanlıklar, yargı organları, yüksek yargı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ayrı ayrı yayımladıkları bildirilerle, bu süreci, Bulgaristan’ı eleştirdiler. Üniversiteler, üniversite senatoları, ayrı ayrı yayımladıkları bildirilerle bu kampanyaları, operasyonları eleştirdiler. Yargı organları, üniversiteler, dünyadaki, emsal kurumları, kuruluşları bu süreçten haberdar ederek, Bulgaristan’ı kınamalarını, isim değiştirme operasyonlarından, bu kampanyadan vazgeçmesini, sağlamalarını istediler. İsmin, kimliğin insan yaşamında vazgeçilmez olduğunu, bundan taviz verilemeyeceğini bildirdiler.
Sivil toplum kurumları, benzer protestoları sık sık gerçekleştirdiler. Siyasal partiler, barolar, sendikalar, spor kulüpleri, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi dini kuruluşlar, ayrı ayrı olarak yayımladıkları bildirilerle Bulgaristan’ı eleştirdiler, suçladılar. Dünyanın çeşitli yerlerindeki emsal kurumları harekete geçirerek Bulgaristan’ın eleştirilmesini sağladılar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, Bulgaristan’daki bu sürece tepkisiyle, Kürdlere karşı geliştirdiği politikalar birbirleriyle çok yoğun bir şekilde çelişmektedir. Ama Türk siyasal hayatı, bu çelişkilerle, bu çifte standartlarla yürümektedir.
Kişi olarak, “Sen Türklerle birlikte yaşayacaksın, ama Türk’e benzeyerek, Türkleşerek yaşayacaksın…” ırkçılığının ve ayrımcılığının, “senin rengin kara, beyazların içine karışma, ayrı yerlerde yaşa…” ırkçılığına ve ayrımcılığına göre çok daha ağır, yıpratıcı, yok edici bir ırkçılık ve ayrımcılık olduğunu düşünüyorum.
Bulgaristan’da, Türklerin isimlerini değiştirme kampanyasında, “eşitlik” anlayışı nasıl değerlendiriliyor? Bulgaristan hükümeti, oradaki Türklere, “Eğer Bulgar ismi alırsanız, aynı Bulgar olanlar gibi, Bulgaristan Komünist Partisi’nde, devlet bürokrasisinde önemli yerlere gelirsiniz, makamınızda hızla yükselirsiniz…” diyordu. Eşitlik, ancak böyle, yani Türklerin Bulgarlaşmasıyla gerçekleşiyor. Türkiye ise, bütün kurumlarıyla, devlet ve hükümet kurumları ve sivil toplum kurumlarıyla bu süreci eleştiriyor, suçluyor. Başka devletlerin de bu süreci eleştirmeleri isteniyor. Hatta Bulgar ismi alan Türkler, “hain” olarak suçlanıyor. Böyle bir değerlendirme var. Fakat Türkiye’de, Kürtlerin Türklerle eşitliği, ancak, Kürtlerin Türkleşmesiyle gerçekleşebiliyor. Bulgaristan’da tepki duyulan, eleştirilen bu süreç, Türkiye’de yoğun bir şekilde savunuluyor. 80 yılı aşkın bir zamandır yürütülen, uygulanan politika bu. Bu da Türk düşüncesinin, Türk siyasetinin çifte standartlı bir şekilde geliştiğini gösteriyor
Güney Afrika Nasıl Dönüştü?
Afrika Ulusal Kongresi Lideri Nelson Mandela 1990’da cezaevinden tahliye edildi. Beyaz yönetim, Nelson Mandela’nın da içinde bulunduğu bir heyetle görüşmelere başladı. Güney Afrika Cumhurbaşkanı Frederik Willem de Klerk’di. Mayıs 1994’de genel seçimler yapıldı. Nelson Mandela Cumhurbaşkanı seçildi. Seçimler sonunda, Güney Afrika’nın Mayıs 1994’den önceki Cumhurbaşkanı Frederik Willem de Klerk, Nelson Mandela’nın yardımcılarından biri oldu. Bir zamanlar, “dünyanın en ırkçı devleti” diye konuşulan Güney Afrika’da böyle bir değişiklik, köklü bir değişiklik oldu. Bu, Güney Afrika’da resmi ideolojinin çok da katı olmadığını, esnek olduğunu göstermektedir. De Klerk’den önceki Cumhurbaşkanı Pieter Willem Botha zamanında ise, resmi ideoloji, şüphesiz çok katı bir şekilde uygulanıyordu.
Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin en önemli kurumudur. Güney Afrika’daki bu değişim karşısında Türkiye’de resmi ideolojinin neden hiç değişemediği irdelenmesi gereken bir konudur.
1989 sonlarında, Bulgaristan’da da büyük değişiklikler oldu. Bulgaristan yönetimi isim değiştirme kampanyasından vazgeçti. Türklerin çıkarlarını savunan Hak ve Özgürlükler Hareketi kuruldu. Bu hareket bugün Bulgaristan’da hükümette yer almaktadır. Bulgaristan Avrupa Birliği’ne de üye olmuştur. Türkiye’deyse, Kürtler, hala, içinde Q, W, X olan isimleri çocuklarına, isim olarak verememektedir. Bu konuda hala ciddi sorunlar vardır. Resmi ideolojideki bu katılığın incelenmesi elbette önemlidir.
Bulgaristan’daki Türklerin ve Türkiye’deki Kürdlerin durumları konuşulurken bir konuya dikkat çekmek önemlidir. Bulgaristan, 14. yüzyıl ortalarında Osmanlılar tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra, Bulgaristan’a Anadolu’dan Türk nüfus aktarılmıştır… Ama Bulgarlar, 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı yönetimine son vermiş, kendi ülkelerini kendileri yönetmeye başlamışlardır. Bulgaristan bağımsızlık kazanınca, oradaki Türklerin bir kısmı, İstanbul’a göç etmiş, bir kısmı da orada yaşamaya devam etmiştir. Bulgaristan’daki Türklerin bir fetih nedeniyle oraya aktarılan bir nüfus olduğunu vurgulamak gerekir. Kürdler ise, bin yıllardır kendi ülkelerinde, Kürdistan’da yaşamaktadırlar.
Kasım 2008’deki Başkanlık seçimlerinde, Barack Obama’nın başkan seçilmesi ABD’de de çok önemli bir değişikliğin gerçekleştiğini göstermektedir. 1950’lerde, 1960’larda, beyazların bindiği otobüse binemeyen zenciler, çocuklarını beyazların okullarına gönderemeyen zenciler, beyazların girip çıktığı kafelere giremeyen zenciler… artık ABD’de Başkan bile seçiliyorlar. Bunun çok önemli bir toplumsal ve siyasal değişiklik olduğu açıktır.
Anayasa’ya Yazılan Haklar ve Özgürlükler Neden Fiilen Kullanılamıyor?
1982 Anayasası’nda, Temel Haklar ve Özgürlükler bölümünde, pek çok hak ve özgürlük sayılmıştır. Fakat bunlar fiilen kullanılamamaktadır. Bu haklar ve özgürlükler özellikle Kürdlere çok uzak duruyor. Anayasanın bu hükümlerini çiğneyen, bu hakları ve özgürlükleri kullanılamaz hale getiren de başta devlet oluyor.
Bunun temel nedenleri Anayasanın Türkler için yapılmış olmasıdır. Hak ve özgürlükler Türkler içindir. Anayasa başlangıç bölümünde bunu açıkça vurgulamıştır. “… Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasısın, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında koruma göremeyeceği…” denilmektedir.
Anayasa’nın, 3, 14 ve 81. maddelerinin birlikte değerlendirilmesi, Anayasa’nın Türkler için yapıldığını açıkça göstermektedir.
Anayasa, 66. Maddesinde, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” denilmektedir. Buradaki Türk elbette, etnik bakımdan Türk olandır. Buradaki Türk, Orta Asya’daki Türk topluluklarını ve komşu ülkelerdeki Türk topluluklarıyla işbirliğini artırmayı hedefleyen, “Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı”ndaki (TİKA) Türktür. “Türkoloji, Türk Dili ve Türk Kültürü Merkezleri” ibaresinde geçen Türk’tür. Hürriyet Gazetesi’nin logosunda yer alan, “Türkiye Türklerindir” ibaresinde geçen Türk’tür.
“Türk derken, Türk’ten başka olanları, Misak-ı milli sınırları içinde yaşayan herkesi, Kürdleri, Arapları, Çerkesleri, Lazları vs. kastediyoruz…” demek toplumsal bakımdan bir anlam ifade etmez. Türk+Kürd+Arap+Laz+Çerkes=Türk anlayışı toplumsal bakımdan hiçbir meşruiyete sahip değildir.
Bu bakımdan, Anayasa’nın çeşitli maddelerinde geçen, Türk, Türk milleti, Türk vatandaşı, Türk toplumu, Türk evladı, her Türk… ibarelerinde dile getirilen Türk, etnik bakımdan Türk’e işaret etmektedir. Örneğin, Kürdler de artık, ancak, Türkleştikleri oranda, bu haklardan ve özgürlüklerden yararlanacaklardır.
Anayasa’nın 17. Maddesi, yaşam hakkını, kişinin dokunulmazlığını, maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkını düzenliyor. Binlerle ifade edilen ve “faili meçhul” denen cinayetler karşısında anayasanın bu hükmünün değeri nedir? Kürdçe’nin, Kürd kültürünün yasaklandığı bir ortamda, Kürdçe eğitimin yasaklandığı bir ortamda bu hüküm bir değer ifade ediyor mu?
Madde 18, hiç kimsenin zorla çalıştırılmayacağını, angaryanın yasak olduğunu söylüyor. 1980’lerde, 1990’larda, 2000’lerde, yol yapımında, karakol yapımında, araziden taş toplatılmasında, mayınlı arazideki mayınların sökülmesinde, Kürdlerin zorla çalıştırıldığı, ücretsiz çalıştırıldığı bilinmektedir. Anayasa’nın bu hükmünün yaşama geçmemesi, zengin olgularla dile getirilmesi gereken bir durumdur.
Anayasa’nın 19. maddesi, “kişi hürriyeti ve güvenliği ile ilgilidir. “Faili meçhul” denen binlerce cinayetin gerçekleştiği, köylerin yakılıp yıkıldığı, temel geçim kaynaklarının tahrip edildiği, insanların, ailelerin yerlerini yurtlarını terke zorlandığı bir ortamda, kişi hürriyetinden ve güvenliğinden söz edilebilir mi?
Anayasa’nın 20. maddesi özel hayatın gizliliğinden, 21. maddesi ise konut dokunulmazlığından söz etmektedir. Ağustos 1984’den beri süren mücadeleyi, kırsal alanları, beldeleri, şehirleri düşünelim. Bu hükümlerin Kürdler için bir anlamı olmadığı, koruyucu bir işleve sahip olmadığı yakından anlaşılacaktır.
22. Madde haberleşme hürriyetinden söz etmektedir. Anayasa, haberleşmenin gizliliğini vurgulamaktadır. Telefon dinlemeleri dikkate alındığı zaman, bu hükmün vatandaşlar için hiçbir koruma sağlamadığı hemen anlaşılmaktadır.
Anayasa’nın 24. maddesi, din ve vicdan hürriyetini düzenlemektedir. “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” denilmektedir. Rum-Ermeni, Asuri-Süryani gibi Hıristiyanlara, Alevilere, Ezidilere vs. sistematik bir şekilde uygulanan baskı politikaları dikkate alındığında, bu hükmün bir değer ifade etmediği, koruma işlevine sahip olmadığı kolaylıkla görülmektedir.
Anayasa’nın 25. maddesi, “düşünce ve kanaat hürriyeti”nden, 26. maddesi, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”nden, 27. maddesi, “bilim ve sanat hürriyeti”nden söz etmektedir. “Herkes düşünce kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebeple ve amaçla olursa olsun, kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Bu hürriyet, resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber ve fikir almak ya da vermek, serbestliğini de kapsar” denildikten sonra, kısıtlamaları ve yasaklamaları sıralamaktadır. “Devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” anlayışı, bu kısıtlamaların ve yasaklamaların başında gelmektedir. Kürd, Kürdçe, Kürdistan gibi sözcükler bu anlayışa aykırı görülmektedir.
Anayasa, 28. madde basın hürriyetini, 29. madde, süreli ve süresiz yayın hakkını, 30. madde basın araçlarının korunmasını, 31. madde, kamu tüzelkişilerinin elindeki, basın dışı kitle haberleşme araçlarından yararlanma hakkını, 32. madde düzeltme ve cevap hakkını düzenlemektedir.
“Devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” anlayışı bu maddelerde de kısıtlama ve yasaklama unsuru olarak sayılmaktadır. 28. maddede bu kısıtlama ve yasaklama üç yerde vurgulanmaktadır.
1990’ların başlarında itibaren yayımlanmaya başlayan, Halk Gerçeği, Yeni Ülke, Özgür Gündem, … gibi gazetelerin nasıl yayımlandığı dikkate değer bir konudur. Bu gazeteler, PKK çevresi tarafından yayımlanıyordu. Gazeteler arka arkaya kapatılıyordu. Ama Kürdlerin yoğun gayretiyle yeni bir isim altında, yeniden yayımlanıyordu.
Kürd bilgesi, yazar Musa Anter, derin devlet tarafından 20 Eylül 1992’de katledildi. Musa Anter’den önce de onlarca Kürd gazeteci katledilmişti. Bu katliamdan hemen sonra, “Musa Anter Basın Şehitleri ve Gazetecilik Ödülü” konuldu. Bu ödül 1993 yılında Özgür Gündem Gazetesi tarafından verildi. 1994 Yılında Özgür Ülke, 1995 yılında Yeni Politika Gazetesi tarafından verildi. Bu ödül 1996 yılında Demokrasi, 1997 ve 1998 yıllarında Ülkede Gündem, 1999 yılında Özgür Bakış gazetesi tarafından verildi. Ödül 2000 yılında 2000 de Yeni Gündem, 2001 ve 2002’de Yedinci Gündem, 2003 de Yeniden Özgür Gündem Gazetesi tarafından verilmişti. 2004,2005 ve 2006 yıllarında Ülkede Özgür Gündem, 2007’de Gündem, 2008’de Alternatif, ve Azadiya Welat, 2009 ve 2010’da Günlük ile, Azadiya Welat Gazeteleri tarafından verilmişti. 2011 yılında Ödül yine Günlük ve Azadiye Welat Gazeteleri tarafından veriliyor.
17-18 yıllık bir zaman diliminde, 15 civarında gazete kapatılmış. Gazete kapatılması ile birlikte, göz altıların, tutuklamaların, davaların gündeme geldiği de vurgulanması gereken bir süreç. Gazetenin kapatılması sonrasında, kısa bir süre içinde yeni bir günlük gazete yayına başlamıştır. Bu sürecin hem insan kaynağı, hem de ekonomik olanaklar açısından dikkatle irdelenmesi gerekir. Bu süreç Kürd dinamiğinin çok önemli bir göstergesidir.
33. madde “dernek kurma hürriyet”ni, 34. madde “toplantı ve gösteri yürüyüşünü düzenleme hakkını” dile getiriyordu. Kürdlerin bu hakları ancak risk alarak yaşama geçirebildikleri yakından bilinmektedir.
35. madde mülkiyet hakkını düzenlemektedir. Köylerin yakılması, yıkılması, temel geçim kaynaklarının tahrip edilmesi, insanların, ailelerin yerlerini yurtların terke zorlanması karşısında, korucuların, yerlerinden edilenlerin mülklerine, devletin de desteğiyle el koymaları karşısında bu hakkın ne kadar göstermelik olduğu görülmektedir.
Madde 36-40 “ Hak arama hürriyeti”ni, “Kanuni hakim güvencesi”ni, “Suç ve Cezalara ilişkin esaslar”ı, “Temel hak ve hürriyetlerin korunması”nı düzenlemektedir. 30 yıla yakın bir zamandır devam eden savaş dikkate alındığında, bu hakların Kürdlere ne kadar uzak durduğunu Kürdler için hiçbir şey ifade etmediğini görmek mümkündür.
Madde 41, “Ailenin korunması”ndan ve “çocuk hakları”ndan söz etmektedir. “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arası eşitliğe dayanır… “
Devlet, ailenin huzur ve refahı ile ve özellikle ananın ve çocuklarının korunması için gerekli tedbirleri alır.”
“Her çocuk korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.”
“Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirler alır.”
Kürd çocuklarının, panzerlere, özel timlere taş atıyorlar diye, gözaltına alınmaları, tutuklanmaları, yetişkinlerin konulduğu cezaevlerine konulmaları, “Terör” iddialarıyla yargılanmaları ve bunların sistematik olarak yaşama geçirilmeleri karşısında, Anayasa’daki bu hükümlerin ne gibi bir koruma sağladığı elbette sorgulanmalıdır.
Madde 42, Eğitim ve Öğrenim hakkı ve ödevinden söz etmektedir. “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından mahrum bırakılamaz” dedikten sonra,
“Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarının anadilleri olarak okutulamaz” denilmektedir.
Kürdçe’nin yasaklandığı, çocukların eğitiminde Kürdçe’nin özel olarak yasaklandığı, Türkçe’nin egemen kılındığı bilinen bir gerçekliktir. Asimilasyonun önemli bir mekanizması budur. Kürdçe’yi yasaklamak, Türkçe’yi egemen kılmak. Anayasa’nın bu maddesi asimilasyonun sürdürülmesi için elverişli bir ortam yaratmaktadır.
Anayasa’nın, 44-47 maddeleri, toprak mülkiyetiyle, tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların korunmasıyla, kamulaştırmayla, devletleştirme ve özelleştirmeyle ilgilidir.
Köylerin yakılıp yıkıldığı, temel geçim kaynaklarının tahrip edildiği, ailelerin yerlerini-yurtlarını terke zorlandığı, ormanların yakıldığı, hasat zamanlarında ürünlerin tarlalarda yakıldığı, yayla yasaklarının sistematik bir hale getirildiği ortamlarda, tarımın ve hayvancılığın korunmasından nasıl söz edilebilir?
Aileler, yerlerini yurtlarını terke zorlanırken, korucular bu ailelerin topraklarına devletin de yardımıyla el koymaktadır. Böyle bir ortamda mülkiyetin kutsal olduğu nasıl söylenebilir.
Anayasa’nın 56 ve 57. maddeleri, sağlık, çevre ve konuttan söz ediyor. “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” deniyor.
“Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak…” için gerekli tedbirleri alır deniyor.
İşkencenin sistematik olduğu, ormanların, tarlaların, ürünlerin sık sık yakıldığı, ailelerin yerlerini-yurtlarını terke zorlandığı, evlerin köylerin yakıldığı bir ortamda insanın beden ve ruh sağlığı nasıl korunabilir? Bu anayasa hükümlerinin koruma gücü olur mu?
Madde 58, 59, gençliğin korunmasından ve sporun geliştirilmesinden söz ediyor. Gençliğin, Atatürk inkılâplarına göre yetiştirilmesi, “devletin ülkesiyle, milletiyle bölünmez bütünlüğü” anlayışına göre yetiştirilmesi vurgulanıyor. Bütün bunlar Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu için çok yoğun bir çaba harcanılması anlamına geliyor.
Spor, örneğin, futbol, fiili olarak Kürdleri oyalamak, Kürdlerin aklını çelmek yolunda kullanılıyor.
Madde 60, 61, 62, sosyal güvenlik hakkından söz ediyor.”Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir” deniyor.
Evlerin, köylerin yakılıp yıkıldığı, ailelerin parçalandığı, ailelerin yerlerini yurtlarını terke zorlandığı bir ortamda, sosyal güvenlikten nasıl söz edilebilir?
Madde 63, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması başlığını taşıyor.
“Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar. Bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirler alır.”
Barajlarla Hasankeyf’in sular altında bırakılması, Munzur Vadisi’nin barajlarla doğal yapısının bozulması, temel bir devlet politikasıyken, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması için, çaba gösterildiği nasıl söylenebilir?
Siyasal Haklar ve Ödevler Anayasa’nın dördüncü bölümü oluyor. Madde 66, Türk vatandaşlığını düzenliyor. 66. maddede, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” ilkesi yer alıyor. Bu ilkenin toplumsal bakımdan ne kadar temelsiz olduğunu, toplumsal bakımdan hiçbir meşruiyete sahip olmadığını, keyfi bir hüküm olduğunu belirtmiştik. Toplumsal sorunların yasalarla tarif edilemeyeceği, bu yolla sorunların çözülemeyeceği çok açık bir gerçektir.
67.madde, “Seçme ve seçilme ve siyasal faaliyette bulunma hakkı”nı düzenliyor.
Herkes Türk kabul edildiği için, hüviyetlerinde öyle yazdığı için, Kürdler de seçimlerde aday olabiliyorlar. Örneğin, milletvekili seçilebiliyorlar. Ama TBMM’de veya dışarıda, Kürdlerin hakları ve özgürlükleri konusunda talepte bulundukları zaman, çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşabiliyorlar. 1994’de, TBMM’de, Demokrasi Partisi (DEP) milletvekillerinin, dokunulmazlıklarının kaldırılması, TBMM’den alınıp cezaevine konulmaları, dikkate değer bir olaydır.
Madde 68 ve 69, siyasal partilerle ilgili hükümler içermektedir. 68. maddeye uygun olarak çıkarılan, Siyasal Partiler Yasası’nın 81.maddesi şöyle diyor. “Siyasal partiler, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, milli ya da dini mezhep ırk veya dil farkına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.”
Aynı maddede, 2. fıkrada, “ Siyasal partiler, Türk dilinden veya kültüründen, başka dil ve kültürleri korumak, geliştirmek veya yaymak yoluyla, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde, azınlık yaratma ve millet bütünlüğünü bozma amacı güdemezler ve bu yolda faaliyet yürütemezler” denmektedir.
Bu madde gereğince Kürdçe eğitimden söz eden partiler kapatılmaktadır. Görüldüğü gibi Kürdler ve Kürdçe somut olarak vardır. Ama söylenmesi yazılması suç sayılmaktadır.
Bu madde gereğince, programında Kürdlerden Kürdçe eğitimden söz eden partiler Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmışlardır.
Halkın Emek Partisi (HEP) 1993’de, Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP) 1993’de Demokrasi Partisi (DEP) 1994’de, Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) 2003’de, Demokratik Toplum Partisi (DTP) 2009’da Anayasa Mahkemesi’nce kapatılmıştır. Bu arada, Demokratik Halk Partisi (DEHAP) 2005’de kendini feshetmiştir.
İnsan kaynağı açısından ve ekonomik olanaklar açısından bu sürecin değerlendirilmesi de gerekli olmalıdır. Bu da Kürd dinamiğini gösteren önemli bir süreçtir.
Anayasa Mahkemesi, Kürdlerden ve Kürdçe’den söz eden başka siyasal partileri de kapatmıştır. Türkiye İşçi Partisi (TİP) 1971’de, Türkiye Emekçi Partisi (TEP) 1980’de, Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) 1991’de, Sosyalist Parti (SP) 1993’de, Sosyalist Türkiye Partisi (STP) 1993’de, Demokratik Kitle Partisi (DKP) 2001’de kapatılmıştır.
Anayasa Madde 70, “Her Türk kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir” denilmektedir.
Buradaki Türk, şüphesiz, etnik bakımdan Türk’tür. Kürdler de Türkleştikleri oranda bu sürece katılmaktadırlar. Bugün, kamuda görevli olan, müdür, genel müdür vs. de vardır. Ama onlar Kürdlüklerini gizlemek için çok yoğun bir çaba içine girmektedir.
* * *
Anayasa’da yazılı hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı açık bir şekilde görülmektedir.
Türkiye, örneğin, ifade özgürlüğü konusunda ciddi bir adım atmamak için yoğun bir çaba sarf ediyor. 15 yıla yakın bir zamandır, Avrupa istiyor diye bazı küçük değişikliklerin yapıldığı gözlenmektedir. AB Uyum Yasaları çerçevesinde önemli değişikliklerin yapıldığı da söylenebilir. Ama bütün bunlara rağmen, bazı önemli konular hala suç kategorisindedir. Bu konularda ifade özgürlüğü sınırlandırılmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, Türkiye bu konularda pek çok defa mahkûm olmuştur. Buna rağmen, Türkiye bu konularda ciddi adımlar atmamakta direnmektedir. Ama devlet özel hukukta, örneğin mülkiyetle ilgili konularda, mevzuatta bazı köklü değişiklikler yapabilmektedir.
Bu çerçevede, Anayasa’nın 90. Maddesine de bakmak gerekmektedir. 90. Maddenin 5. Fıkrası şöyle diyor:
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
Devlet bu hükmü, kanunlar çerçevesinde değerlendirmekte, ama Anayasa çerçevesinde ele almamaktadır. Yani, milletlerarası bir andlaşma ile Anayasa arasında bir çelişme çıkarsa, Anayasa hükmünün esas alınacağını söylemektedir. Hâlbuki kanunların anayasaya aykırı olamayacakları da önemli bir kuraldır. Buna rağmen devlet, aykırılıkta Anayasa lehine bir yorum geliştirmektedir. Bu yorum da hak ve özgürlükler konusunda ileri adımlar atılmasına engel olmaktadır. Çünkü hak ve özgürlükleri sınırlayan başta Anayasa’dır.
Anayasa’nın çeşitli hükümlerinin birbirleriyle çeliştiği, aynı hüküm içinde bile birbirlerini çürüten kavramların yer aldığı görülmektedir. Örneğin, demokrasi, hukukun üstünlüğü, bilim, adalet arayışı, insan hakları gibi kavramlar sık sık kullanılmaktadır. Ama bunların sadece Türkler için veya kendilerini artık Türk görenler için düşünülmüş olması çelişik durumların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Toplum yapısıyla, temel toplumsal değerlerle anayasa arasındaki bu çelişkilerin elbette çözümlenmesi gerekir.