18 Ekim 2010 tarihinden itibaren, Diyarbakır’da, Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde bir dava görülmektedir. KCK/TM (Kürdistan Topluluklar Birliği/Türkiye Meclisi) davası. Bu davada, duruşmalarda, tutuklular, Kürdçe konuşmaya, Kürdçe savunma yapmaya çalışmakta, mahkeme de Kürdçe savunmaları kabul etmemektedir. Tutukluların, Kürdçe savunmada ısrarlı olmalarından, mahkemenin de bunu kabul etmemesinden dava tıkanmıştır. Tutuklular tarafından üst mahkemeye itiraz da yapılmıştır. Bu itirazda da mahkemenin Kürdçe savunmayı engelleme tutumu doğru bulunmuştur. Duruşma 13 Ocak 2011 tarihine ertelenmiştir.
Mahkemenin Kürdçe’yi bilinmeyen bir dil olarak algılaması, Kürdçe’yi tutanaklara böyle bir ifadeyle geçirmesi tutukluları, giderek bütün Kürdleri öfkelendirmiştir. Tutuklular, Kürdler, bu tutumu Kürdlere, Kürdçe’ye bilerek yapılan bir hakaret olarak değerlendirmekte, bu da mahkemeye güveni iyice sarsmakta, bu tutumdan adalet çıkmayacağı vurgulanmaktadır.
Duruşmalarda Kütçe konuşulması, Kürdçe savunma yapılması, Kürdçe savunmada ısrarlı olunması, bunun sivil itaatsizlik çerçevesinde değerlendirilmesi şüphesiz çok iyi bir gelişmedir. Ama tutukluların, “biz duruşmalarda Kürdçe savunma yapmak istiyoruz” diyerek mahkemeden izin istemesi kanımca doğru değil. Böyle Türkçe bir bildirimde bulunmadan Kürdçe savunma yapmak, Kürdçe konuşmak çok daha doğrudur. Bu konuda Vedat Aydın’ın tutumu çok daha ciddidir. Vedat Aydın, 1990 yılı sonlarında, Ankara’da toplanan İnsan Hakları Derneği Kongresi’nde şunları söylemişti. “Ben üniversite bitirdim. Türkçe’yi çok iyi biliyorum. Üstelik Türkçe öğretmeniyim. Ama ben bu insan hakları kongresinde anadilim Kürdçe’yle konuşacağım” Vedat Aydın bunları Kürdçe ifade etmiş, konuşmasını Kürdçe sürdürmüştü. Av. Ahmet Zeki Okçuoğlu ve Av. Mustafa Özel, konuşmaları Türkçe’ye tercüme etmişti.(1)
İkinci olarak, tutuklular, duruşmalarda, Kürdçe konuşma, Kürdçe savunma yapma hakkının Lozan Barış Anlaşması’ndan doğduğunu belirtmekte, buna dayandıklarını vurgulamaktadırlar. Bu tutumun çok daha büyük bir yanlış olduğunu düşünüyorum.
Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalanmıştır. Antlaşma Türkiye’yi bağımsız bir devlet olarak tanıyan bir antlaşmadır. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiştir. Lozan Barış Antlaşması’nın çok önemli bir yönü, Kürdlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıdır. Lozan Barış Antlaşması, bölünmeyi, parçalanmayı ve paylaşılmayı garanti altına almıştır. Bu garanti, uluslar arası bir garantidir. Buysa Kürdlerin başına gelen çok büyük bir felakettir. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi beyninin dağılması gibi etki yaratan bir olaydır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde meydana gelen bu durumu çok yoğun bir şekilde eleştirmek gerekir. Kürdlerin, Kürdler için böylesine bölücü olan bu antlaşmayı eleştirecekleri yerde, bu antlaşmaya dayanarak hak talep etmeleri çok yanlıştır. Bu, o antlaşmaya meşruiyet vermek anlamına gelir. Kaldı ki mahkemelerde Kürdçe konuşmayı hak olarak algılamak da doğru değildir.
Kürdler, Kürdçe konuşmada elbette ısrarlı olmalı ama bu tutumlarını Lozan Barış Antlaşması’na dayanarak değil, toplumsal meşruiyeti dile getirerek sürdürmelidir. Devletin, Lozan Barış Antlaşmasını da zaten çiğnediğini söylemek, ancak, bu çerçevede ifade edildiği zaman bir anlam ifade edebilir. Bunun dışında, belki bunun kadar önemli olan bir durum daha var. Bu antlaşmanın 39/5 maddesinde, duruşmalarda Kürdçe konuşma hakkının verildiği, Kürdçe olarak yazılı savunma yapmanın, Kürdçe dilekçe verme hakkının olmadığı söyleniyor.
Prof. Dr. Baskın Oran, tutukluların ve tutuklu avukatlarının isteği üzerine hazırladığı bilimsel mütalaada bu durumu belirtmektedir. Baskın Hoca, “kendi dilini kullanma hakkı”, maddeye göre yalnızca sözlü olarak geçerlidir, yazılı olarak mümkün değildir, demektedir. 10 Ağustos 1920 tarihli, kadük olan Sevr Barış Antlaşması’ndaysa, md. 145/4 “ister yazılı ister sözlü olsun” denerek, mahkemede, “kendi dili”ni yazılı olarak da kullanmanın mümkün olduğunu belirtmektedir. Bu bilimsel mütalaa, Kurtuluş Tayiz’in, ön açıklamasıyla, 3 Kasım 2010 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayımlanmıştır. (s. 9) Bu bilimsel mütalaa Taraf’ta, “Kürdçe’ye Lozan Kanıtları” başlığı altında yer almıştır.
“Hiçbir Türk vatandaşına, özel ilişkilerinde, ticarette, dinde, basında ya da her türlü yayında veya halka açık toplantılarda istediği dili serbestçe kullanmasını engelleyecek herhangi bir kısıtlama koyulmayacaktır…” Bu hüküm de Lozan Barış Antlaşması’nı 39. maddesinde yer almaktadır. Kürdlerin, çarşıda-pazarda Kürdçe konuştukları zaman, kelime başına üç-beş kuruş para cezasına çarptırıldıkları, bu cezanın anında tahsil edildiği 1930’larda, Lozan Barış Antlaşması’nın bu hükmü de yürürlükteydi. Daha doğrusu Lozan Barış Antlaşması’nın bu hükmüne rağmen Kürdler, Kürd köylüleri böylesine cezalarla karşılaşıyordu. Bu olgu bile bu barışın kimler için barış, kimler için esaret olduğunu göstermeye yeterlidir.
Resmi ideolojinin ürettiği bir bilgi var. “Yedi düvele karşı savaştık.” Dünyanın büyük devletleri bize düşmandı. Onlarla savaştık. Onları yendik. Bu bilgi doğru değil. Büyük Britanya’dan, Sovyetler Birliği’ne, Fransa’dan İtalya’ya bütün büyük devletler, Türkiye’den yanadır. Ama “yedi düvel”in Kürdlere karşı olduğu çok açık bir gerçekliktir. Bu da karartılmış bir bilgidir, aydınlığa kavuşması hiç istenmeyen bir bilgidir. Bilimde doğruluğun ölçütü olgulardır. Türk Milli Mücadelesi döneminde, Kuvvayı Milliye’nin İngilizlerle, Fransızlarla, İtalyanlarla savaştıkları hiç görülmemiştir. Savaş Doğu’da Ermenilerle, Batı’da Yunanlılarla yapılan bir savaştır. “Ben Kürdistan kralıyım, beni Kürdistan kralı olarak tanı” diye İngilizlerle savaşan Şeyh Mahmud Berzenci’dir, Kürdlerdir. Bu emperyal güçlerle savaşan Kürdlere küçücük bir yardım yapmayan, yardım taleplerini duymazlıktan gelen, bu mektuplara cevap bile vermeyen Sovyetler Birliği yöneticileridir. Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması “yedi düvel”ün Kürd karşıtlığının en önemli göstergesidir. Kürdistan’ı müştereken baskı altında tutan devletler bu ilişkileri karanlıkta bırakmaya özen göstermektedirler. Bu ilişkileri aydınlığa kavuşturmak önemli bir görev olmalıdır.
Lozan Barış Antlaşması’nda bir tarafta Türkiye, karşı taraftaysa, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya, Romanya, Yugoslavya vardı. Sovyetler Birliği, Ukrayna ve Gürcistan Boğazlar sorunu görüşülürken davet edilmişlerdi. Bulgaristan’ın temsilci gönderdiği konferansa ABD de gözlemci olarak katılmıştı.
Yukarıda, çarşıda-pazarda, ticarette, Kürd dilinin konuşulabileceğini, kullanılabileceğini belirten, Lozan Barış Konferansı’nın bir hükmünden söz edildi. Kürdler ve Kürdçe inkâr edilirken, imha edilirken, Kürdçe konuşanlardan, konuştukları kelime başına para cezası alınırken, Konferansa taraf olan devletlerden hangisi Türkiye’yi eleştirdi, Kürdlerin doğal haklarını hatırlattı? Kaldı ki bunlar antlaşmanın tarafı olan devletlerdi, antlaşmanın garantör devletleriydi. İç işlerine karışma endişesi olmadan, Kürdlerin doğal hakları konusunda hatırlatma da bulunabilirlerdi.
KCK/TM davası, önemli bir davadır. Böyle önemli bir davada, tutukluların, tutuklu avukatlarının sık sık tahliye talep etmeleri, kanımca doğru değildir. Tutukluların, tutuklu avukatlarının, devletin, hükümetin ve mahkemenin bu haksız tutumuna karşı tahliye talebinde bulunmayarak direnç göstermesi çok daha anlamlıdır.
Sivil İtaatsizlik
25 yıllık savaş sürecinde, köyler yakıldı, yıkıldı, temel geçim kaynakları tahrip edildi. Aileler yerlerini yurtlarını terke zorlandılar. Milyonlarca Kürd yerinden edildi. Ormanlar yakıldı. Hayvanlar, koyun sürüleri telef edildi. İnsanlar kaçırıldı, katledildi. Binlerce “faili meçhul” denen cinayet gerçekleşti. Bu sistematik cinayetlerin, faillerinin devlet olduğu, bizzat yetkililer tarafından da ifade edildi. Son 25 yılda bütün bu olaylar sistematik olarak yaşandı. Böyle bir ortamda, bazı Kürd şehirlerinin isimleri anılarak, “falanca şehrin kurtuluş günü kutlandı/ kutlanıyor…” haberleri neyi ifade ediyor? Diyelim, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kürd bölgeleri, yabancı güçlerin işgali altına girdi. Acaba, bu yabancı güç, Kürdlere karşı bu kadar, “faili meçhul” cinayet işler miydi? Bu kadar Kürd kırımı yapar mıydı? Bu yabancı güç, binlerce Kürd köyünü yakar-yıkar mıydı? Temel geçim kaynaklarını tahrip eder miydi? Milyonlarca Kürdü yerini-yurdunu, evini-barkını terke zorlar mıydı? Bütün bunların ötesinde, Kürdlerin dilini-kültürünü, Kürd toplumu olmaktan doğan haklarını inkâr eder yasaklar mıydı?
O zaman bu “kurtuluş” günleri neyi ifade ediyor? Bu “kurtuluş” günlerine Kürdlerin de katılması neyi ifade ediyor? Burada kutlanacak bir durum var mı? Sivil itaatsizlik eylemlerinin bu konularda da gösterilmesi gerekmez mi? Ayrıca, şu da önemli bir konu değil midir? 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim, 30 Ağustos gibi Türk milli bayramları Kürdler için de bayram mıdır? Bu bayramlarda sergilenen silahların Kürdler için anlamı nedir? Newroz kutlamalarını devlet neden engellemeye çalışıyor? Sivil itaatsizlik eylemlerini çoğaltmak, demokratik mücadelenin önemli bir yöntemi olabilir.
Kürdlerde Milli Duygu…
KCK/TM davasında, tutukluların, mahkemede Kürdçe savunma yaptıklarını bu tutumlarını ısrarla sürdürdüklerini belirtmiştik. Barış ve Demokrasi Partisi bu tutumu geliştiren kararlar da aldı. BDP Kürdçe konuşmayı, Kürdçe’yi kullanmayı hayatın her alanına yaygınlaştırmalıyız, diyor. Örneğin, emniyette, karakollarda, savcılıkta Kürdçe konuşacağız, diyor. Kişi olarak bunun da demokratik mücadeleyi geliştirecek bir tutum olduğunu düşünüyorum. Bu tutumun, Kürdlerde milli duyguyu geliştirecek bir tutum olduğu açıktır. Ama bugünlere kadar, Kürdlerde milli duygunun neden cılız kaldığının, bunun ne gibi sonuçlar ortaya çıkardığının da dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir. Kürdlerde milli duygunu cılız kalmasının önemli bir nedeni, Kürdlerin, Kürd sorununu Türklerin aklıyla düşünüyor olmalarıdır.
Milli duygu derken neyi anlıyorum? Şöyle anlatabiliriz. Madame Curie’nin hayatını anlatan bir kitap var. Kitabı kızı Eva Curie hazırlamış (2). Madame Curie’nin (1867-1934) ülkesi Lehistan (Polonya) tarihin belirli, dönemlerinde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış. 1795 yılında, Lehistan yine bir bölünmeyle parçalanmayla, paylaşılmayla karşılaşmış. Rus İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Prusya (Alman İmparatorluğu) aralarında yaptıkları bir antlaşmayla, Lehistan Devleti’nin varlığını ortadan kaldırmışlar ve ülkeyi üçe bölmüşler… Madame Curie’nin doğup büyüdüğü şehir, Rus işgal bölgesi içinde kalmış. Madame Curie çocukluk yıllarını, 1870’lerin ortalarını ve sonlarını şöyle anlatıyor.
“Ruslar Lehçe dilimizi yasaklamışlardı. Derslerimiz Rusça’ydı. Rus subayları Lehçe yasaklarını denetlemek için okuldan eksik olmazlardı. Lehçe konuşmalarımız tespit edildiği zaman çeşitli cezalara maruz kalırdık. Ama çantalarımızın bir köşesinde, Lehçe kitaplarımız, Lehçe çalıştığımız defterlerimiz de olurdu. Bunları her zaman gizlemeye çalışırdık. Dersler arasında teneffüs verildiği zaman, öğretmen dershaneden çıktığı zaman, hemen Lehçe kitaplarımızı ve defterlerimizi açar onları çalışırdık. Bu sırada bütün arkadaşlar, o gece kendi evlerinde, kendi mahallelerinde, sokaklarında, komşularında olup bitenleri arkadaşlara anlatırlardı. Bu konuşmalar, tabii olarak kendi dilimizle yapılırdı. Dershanenin kapısında bir nöbetçi arkadaş olurdu. Öğretmenin dershaneye doğru geldiğini haber verdiğinde, Lehçe kitaplarımızı, defterlerimiz hemen toparlar, çantalarımızdaki, gizlemeye çalıştığımız yerlerine koyardık. Sabahleyin okula gelirken, okuldan eve dönerken, yolda her zaman Lehçe konuşurduk. Kendi dilimizden hiçbir zaman kopmadık. Hiçbir zaman Rusça’yı, isteyerek, zevkle konuşmadık.”
Eva Curie, annesinin çocukluk yıllarını, 1870’leri, ailelerin, mahallelerin, sokakların Rus işgalcilerle ilişkisini, etraflı bir şekilde anlatıyor.
Milli duygudan anladığım budur. Kendi diline, kültürüne bağlılık, Kendi diline, kültürüne yapılan baskılara karşı durma. Kararlı bir şekilde, kendi dilini ve kültürünü yaşayarak bu baskıları geriletmeye çalışma… “Her türlü milliyetçilik kötüdür” diyerek Türk milliyetçiliğiyle Kürd milliyetçiliğini aynı kefeye koyanların tutumu insanı şaşırtıyor. Bu da herhalde, Türk milliyetçiliğine hizmet etmenin, Kürdlerin kafasını bulandırmanın değişik bir yolu olmalı. Kaldı ki Kürdler söz konusu olduğunda dile getirilen Türk milliyetçiliğine, milliyetçilik demek de doğru değildir. Bu, düpedüz ırkçılıktır, ayrımcılıktır.
Son bir-iki yılda önemli bir gelişme kaydetse de Kürdlerdeki milli duygunun cılız olduğunu belirtmek gerekir. Bir taraftan enternasyonalizm, diğer taraftan ümmetçi enternasyonalizm, Kürdleri bu en değerli silahtan mahrum bırakmıştır. Bu, Kürdlerin en büyük kaybıdır. Yeri doldurulamayacak bir kayıp… Kürd aydınlarının, Kürd okumuşlarının bazı anlatımlarından bu zaafı izlemek mümkündür.
Kürd okumuşları, aydınları, önce, tek kelime Türkçe bilmeden, okula başladıklarını anlatıyorlar. Daha sonra, okulda, Kürdçe konuştukları zaman, Kürdçe bir söz sarf ettikleri zaman, öğretmenin çeşitli cezalar verdiğini vurguluyorlar. Bu sırada, Kürdçe konuşan ailelerin, nasıl itilip kakalandığını, Kürdlerin, Kürdçe’nin nasıl horlandığını, aşağılandığını da anlatıyorlar. Daha sonra da konuşmasının, yazısının, söyleşisinin ileri bir bölümünde, bir muhabirin, “eserlerinizi neden Kürdçe yazmıyorsunuz ?” sorusuna karşılık, “Ben kardeş Türk halkının diline Türkçe’ye hayranım” diyorlar. Bu ifadeler, bu anlatımlar insanı şaşırtıyor. Bu kadar horlanmadan, aşağılanmadan, cezalardan sonra bu “hayranlık” nasıl oluşabiliyor?
Savaş dönemini hatırlayalım. Güvenlik güçleri köye baskın yapıyor. Kadın-erkek, çoluk-çocuk herkesi meydanda topluyor. “Üç saate kadar/üç güne kadar köyü terk edin. Aksi halde evlerinizi, ahırlarınızı, ambarlarınızı içindekilerle birlikte yakacağız…” Sövgü ve aşağılama dolu, tehdit dolu sözler, cümleler de kullanıyor. Kürd kadınlarının, Kürd çocuklarının, duydukları ilk Türkçe sözcükler, belki de tehdit dolu, aşağılama ve horlama dolu bu cümleler, bu sözcükler oluyor. Böyle bir durumdan, bu tür ilişkilerden “hayranlık” nasıl üretilebiliyor? Burada bir zaaf var. Türk gibi olma, Türk’e yaranma zaafı… Bu tutumların eleştirisi gerekir. Bu eleştiriler Kürdlere güç katacaktır.
Bu aşamadan sonra, Kürdlerde milli duyguların daha çok gelişeceği kanısındayım. Kürdleri artık din duygularını geliştirerek irşad heyetleri yollayarak oyalamak, irşad heyetleriyle Kürdlerin aklını çelmek kolay olmayacaktır. Kürdlerin aklını artık, enternasyonalizmle, ümmetçi enternasyonalizmle bulandırmak da mümkün, kolay ve rahat olmayacaktır. Bu ilişkiler ağında, KCK/TM davası önemli bir dönüm noktası olabilir.
____________
(1) Divan başkanlığı, Vedat Aydın’ın bu tutumunu protesto etti. Divan Başkanlığında yer alanlar kürsüyü terk etti. Kürsüde sadece Hediye Felekoğlu ve Akın Birdal kaldı. Divan başkanlığıyla birlikte, dinleyicilerden ve delegelerden büyük bir bölüm de salonu terk etti. Vedat Aydın, geriye kalanlara Kürdçe konuşmasını sürdürdü. Geriye kalanlar için tercüme de yapıldı Başkanlık Divanı’nı artık iki kişi temsil ediyordu.
Bu eylemlerinden dolayı, Vedat Aydın, Av. Ahmet Zeki Okçuoğlu ve Av. Mustafa Özer gözaltına alındılar, tutuklandılar. Haklarında dava açıldı. Vedat Aydın mahkemede de tutumunu sürdürdü. Vedat Aydın bu sırada, İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Şubesi yöneticisiydi.
Türk siyasal hayatında, birbirine çok benzeyen iki tutum, iki dava var. Birincisi 5 Temmuz 1991’de Halkın Emek Partisi Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın, gece vakti dört polis tarafında evinden kaçırılması, iki gün sonra Maden taraflarında, bir köprü altında, işkence edilmiş ve kurşunlanmış cesedinin bulunmasıdır. İkincisi de 19 Ocak 2007’de, İstanbul’da, Halaskar Gazi Caddesi’nde Agos Gazetesi önünde, gazetenin yöneticisi Hrant Dink’in öldürülmesidir. İkisi de çok önemli bir tabuya karşı gelmişler ve bu tutumlarını yaşamlarıyla ödemişlerdir. Birincisinde Türkçe’yi de çok iyi bilen bir Kürd aydınının kararlı bir şekilde Kürdçe konuşması, bunu doğal bir hak olduğunu vurgulamasıdır. Bu kararlı tutum, devlet aklında, devletin beyninde çok büyük bir sarsıntı yaratmıştır. İkincisindeyse, Sabiha Gökçen’in esas kimliği, Ermeni kimliği deşifre edilmiştir. Devlet, aklı, resmi ideoloji bunu, kendisine karşı geliştirilmiş çok ağır bir darbe olarak algılamıştır. Son çeyrek yüzyıllık Türk siyasal hayatını bu iki olay üzerinden kurmak mümkündür.
(2) Eva Curie, Madame Curie, Çev. Mebrure Sami Koray, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1946, s. 429